Türkiye'de vicdani ret(1)

-
Aa
+
a
a
a

3 Ağustos 2006Savaş KarşıtlarıBegüm Uzun

"hem militarist kültürün bu kadar köklü ve güçlü olduğu, hem de bu kültürün en önemli bileşenlerinden olan zorunlu askerliğin, “Her Türk asker doğar” söylemi çerçevesinde böylesi içselleştirilmiş ve meşruluğunun sorgulanmaktan çok uzak olduğu bir arka planda “Ölmeyeceğiz, öldürmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız” diyerek orduda hizmet etmeyi reddeden insanların mücadelesi, akademik ilgiyi de fazlasıyla hak ediyor...bu çalışmamda bu küçük ama fazlasıyla dirençli ve kararlı bir grup insanın mücadelesine ışık tutmayı, Türkiye’de vicdani ret hareketini artı ve eksileri ile disiplinlerarası bir perspektiften değerlendirebilmeyi umuyorum"İçindekilerI.Giriş 2II.Türkiye’de Militarist Kültürün Kaynakları( Metinler- Mitler- Ritüeller) ve Militarizmin İçselleştirilmesi III.Vicdani Retçiliğin Tarihsel ve Hukuki Gelişimi ve Türkiye’de Vicdani Ret Mücadelesi IV. Vicdani Ret Hareketinin Toplumsal bir Talep Yaratamamasının Nedenleri: i)Vicdani ret hareketi total ret üzerinden yürütüldüğünden ii) Vicdani Ret Mücadelesinin Basında İşlenişi açısından iii)Mehmedin Kitabı’nın düşündürttükleri iv) İç ve Dış Düşman İmgesinin Sürekli Canlı Tutulmasından V. Sonuç Kaynakça: Gazete haberleri: I.Giriş Türkiye’de son aylarda gündemde yer edinen, tartışmalara yol açan, birçok kesimin dikkatlerini üzerine toplayan yeni bir sosyal hareket ortaya çıktı. Kendilerini vicdani retçi/total retçi olarak adlandıran bir grup genç, Türkiye’de zorunlu olan askerlik hizmetini reddediyordu. Bu uğurda, askeri yargıya tabi tutulmak, birçok sert eleştiriye maruz kalmak, vatandaşlık haklarının ellerinden alınması gibi uygulamalar karşısında bile dirençlerini yitirmeyen ve tavırlarından taviz vermeyen bu genç insanlar mücadelelerini uluslararası alana da kaydırdılar. Vicdani retçilik aslında batıda kökenleri 17. yüzyıla kadar uzanan oldukça eski bir toplumsal/siyasi hareket. Türkiye’de ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin vicdani retçi Osman Murat Ülke’nin mücadelesinin haklılığı yönünde karar vermesiyle tartışılmaya başlandıysa da aslında 1990’larda ortaya çıkan bir olgu. Peki, Türkiye bağlamında bu bir grup genç insanın mücadelesini fazlasıyla anlamlı kılan nedenler neler?Türkiye’nin militarist bir kültüre sahip olduğu bazı çevrelerce sıkça dile getirilen bir gerçekliktir. Militarizm, özet bir tanımla, askeri varlığın, değerlerin ve yöntemlerin toplumsal yaşamın başka alanlarında da (hukuk, siyaset, ekonomi, kültür, estetik) ve barışta da egemen kılınması ve içselleştirilmesidir. Dolayısıyla, anayasada askeri darbelerin meşru olması, hukukta sivil mahkemelerin yanında askeri yargının da yer alması, ekonomide asker şirketleri, militarist simge ve ritüellerin varlığı bir ülkede militarizmin hakim olmasının işaretleridir.(1) Bu tanım içerisinde, askerlik yapmanın belli bir yaşa gelen her erkek vatandaş için zorunlu bir vatan hizmeti olarak anayasada tanımlanması militarist kültürün en önemli bileşeni olagelmektedir. Dolayısıyla, hem militarist kültürün bu kadar köklü ve güçlü olduğu, hem de bu kültürün en önemli bileşenlerinden olan zorunlu askerliğin, “Her Türk asker doğar” söylemi çerçevesinde böylesi içselleştirilmiş ve meşruluğunun sorgulanmaktan çok uzak olduğu bir arka planda “Ölmeyeceğiz, öldürmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız” diyerek orduda hizmet etmeyi reddeden insanların mücadelesi, akademik ilgiyi de fazlasıyla hak ediyor.Ne yazık ki Türkiye’de militarizme dair akademik çalışmalar yok denecek kadar az. Disiplinlerarası bir çerçevede ele alınmayı bekleyen konu, son olarak Ayşegül Altınay’ın The Myth of the Military Nation adlı kitabında Türkiye’de militarist kültürün zorunlu askerlik bileşeni ön planda tutularak ayrıntılı bir şekilde ele alındı. Vicdani retçilerin hikayesine de kitabının bir bölümünde değinen Altınay’ın tarihsel-kültürel bir perspektiften yazılmış eseri literatüre önemli bir katkı sağlasa da vicdani ret hareketini daha spesifik bir şekilde ele alan bir çalışmaya rastlanmıyor. Bu sebepten ötürü, ben bu çalışmamda bu küçük ama fazlasıyla dirençli ve kararlı bir grup insanın mücadelesine ışık tutmayı, Türkiye’de vicdani ret hareketini artı ve eksileri ile disiplinlerarası bir perspektiften değerlendirebilmeyi umuyorum.Bu çalışmamda, Türkiye’de militarist bir kültür olduğu gerçeğini ve bu kültür içerisinde zorunlu askerliğin kapladığı alanı arka planda tutarak, vicdani ret hareketinin kamuoyunda yarattığı/yaratamadığı izlenimlere odaklanmaya çalışacağım. Vicdani retçiliğin, Türkiye’de askerlik yaşına gelmiş erkeklerin bu mücadele içinde yer almalarına yol açmak bağlamında “geniş bir toplumsal talep/taban” yaratamadığı varsayımına dayanarak; vicdani ret mücadelesinin kısa geçmişinin, dar bir mücadele alanına hapsedilmişliğinin ve daha fazla insanı bu yönde mobilize edememiş olmasının nedenlerine-çünkülerine dair öneriler getireceğim. Bu çalışmamda dayanacağım metod, vicdani ret konusuna dair gazete haberlerinin taranması, Türkiye’de militarist kültüre/ zorunlu askerliğe dair yazılı metinlerin ve söylem ve simgelerin analizi ve Türkiye’deki vicdani retçilerin kendi söylem ve paratiklerinin bir analizi şeklinde olacak. Bu amaçla, ilk olarak, Altınay’ın eserindeki temel çerçeve ve zorunlu askerliğin meşrulaştırılmasına dair birincil metinleri kullanarak Türkiye’de militarist kültürün kaynaklarına değinmeye çalışacağım. Sonrasında “modernist” bir hamleyle Batıda vicdani retçiliğin gelişim tarihine bakarak Türkiye ile karşılaştırmalı bir perspektif sunacağım. Çalışmamın temel problematiği olan vicdani retçiliğin Türkiye’de neden bir toplumsal talep yaratamadığının nedenlerini-çünkülerini ele aldığım bölümde ise bu modernist perspektifin dışında disiplinlerarası yaklaşımlarla desteklenen bir bakış açısı sunmaya çalışacağım. Son bölümde ise Türkiye’de vicdani retçilin nasıl daha etkili-geniş spektrumlu bir sosyal/siyasi hareket olabileceğine dair bir tartışma yapmayı hedefliyorum. II.Türkiye’de Militarist Kültürün Kaynakları( Metinler- Mitler- Ritüeller) ve Militarizmin İçselleştirilmesi Bu bölümün temel problematiği Türkiye’de militarist kültürün önemli bir parçası olan eskerlik hizmetinin toplumsal meşruluğunun hangi araçlar yoluyla “inşa edilidiğine” odaklanmak olacak. Bu bir anlamda, “Her Türk’ün asker doğmadığını, ama çeşitli süreçler ve kurumlar yoluyla (eğitim, tarih kitapları, sosyal ritüeller,vs) asker yapıldığını” anlama çabasına denk düşüyor. Bu amaçla, Türkiye’de zorunlu askerliğe geçişin tarihine baktıktan sonra, tek parti dönemi pratiklerine odaklanarak bu dönemde askerlik hizmetinin toplumsal kurgusunun ulus inşa süreciyle parelel bir süreçte nasıl sağlandığına -Ayşegül Altınay’ın perspektifi ve analizinin yaptığım diğer başka kaynaklardan da yararlanarak- değineceğim. 1930’larda Türkiye’de orta okul ve liselerde okutulan askerlik kitaplarının askerlik hizmetini halka benimsetmek anlamında ne kadar etkili kaynaklar olduğunu kiataplardan doğrudan alıntılar yaparak göstermeye çalışacağım. Böylece, hem Türkiye’deki ordu-millet mitinin ilk kaynaklarına dair bir tabloyla karşılaşmış hem de militarizmin milliyetçilik ve ulus inşa süreciyle olan ilişkisini saptamış olacağız. Ancak zorunlu askerlik gibi bir ülkede yaşayan kadın-erkek tüm vatandaşların hayatlarının bir bölümünde önemli bir fedekarlığa katlanmalarını gerektiren bir hizmetin “toplumsal meşruluğunu inşa etmenin” kesintisiz devam etmesi gereken bir süreç olduğu da muhakkak. Dolayısıyla, bu inşanın tek parti dönemi ile sınırlı kalmayıp toplumsal hayatın farklı hayatlarına da ne şekilde nüfuz ettiğini/ etmeye devam ettiğini göstermeye çalışacağım.Türkiye’de askerlik hizmetinin niteliğinin değişmesi Tanzimat dönemine rast gelmektedir. Daha önce orduda yer almak profesyonel anlamda ve yaşam boyu süren bir meslekken, 1839 Tanzimat reformlarıyla her eyaletin orduya belli sayıda asker sağlaması kabul edildi. 1843’te bu bir kereye mahsus askerlik hizmetinin süresinin beş yıl olduğuna dair kanun kabul edilmişti. 1856’da ise yalnızca müslüman halkın yerine getirdiği askerlik hizmeti gayrimüslimleri de içerecek şekilde genişletildi, ancak gayrimülimler 1910’a kadar gerekli vergiyi ödeyerek bu hizmeti yerine getirmekten kaçındılar. 1870’te çıkarılan kanun ise Osmanlı erkek tebasından herkesin – kadılar, öğretmenler, imamlar, şeyhler, doktorlar ve engelliler hariç- askerlik hizmeti için yapılacak kuraya katılmasının zorunlu olduğunu duyuruyordu. 1909’da bu meslek grupları için olan istisna da kaldırılarak her Osmanlı erkeği askerlikle yükümlü kılındı. Altınay’ın Niyazi Berkes’ten alıntıladığı gibi askerlik hizmetinin Osmanlı tebasından her erkek için zorunlu hale gelmesi (askere gidecekler kurayla bnelirleniyor olsa da ) yalnızca Osmanlı ordusunun medernleşmesine dair bir işaret olarak değil; aynı zamanda tebaanın devletle doğrudan karşı karşıya gelmesi olarak anlaşılması elzem. Artık halk yalnızca vergisini ödeyerek vatandaşlık görevini yerine getirmiyor, birtakım başka yükümlülüklerle de devlete karşı sorumlu hale geliyordu.(2) Kurtuluş Savaşı boyunca düzenli bir ordu oluşturmak konusunda Kemalist kadroyu zor bir görev bekliyordu. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı boyunca yıllarca askerlik yapan ve savaşı ölüm ve acıyla özdeşleştiren bir halkı orduya katılmaya ikna etmek oldukça güçtü. Zürcher’in aktardığı gibi Kurtuluş Savaşı boyunca çok sayıda erkek asker kaçağı durumundaydı.(3) Kuruluşunun ardından dört yıl boyunca Osmnlı sistemindeki askerlik uygulamasına devam eden yeni devlet, ilk kez 1927 yılında ilk nüfus sayımı ile birlikte askerlik kanununu yürürlüğe soktu. Bu kanunla 20 yaşını dolduran her erkek Türk vatandaşı askerlik yapmak zorundaydı. Bu yıllarda, Kemalist kadro, Kurtuluş Savaşının ardından, alınan zafere rağmen, askerliğin halk arasında hala kayıp duygusuyla özdeşleştirilmesiyle karşı karşıya kaldı. Bu yüzden de genç erkeklerin orduya hizmet etmeleri için ikna edilmeleri gerekiyordu. Bu ikna etme çabası için ilk olarak eğitime başvuruldu. 1926’da Askerliğe Hazırlık adıyla başlayan dersler; Afet İnan ve Mustafa Kemal tarafından ortaklaşa yazılan Askerlik Vazifesi adlı kitabın 1930’da basılarak ortaokul ve liselerde okutulmaya başlanmasıyla sistemli hale geldi.(4) Askerlik Vazifesi isimli ders kitabının temel fikri bir ordu-millet miti yaratmaktan çok askerliğin medern zamanların bir gerekliliği olarak sunulması gibi gözükmektedir. Evrensel ve evrimci bir dille yazılan kitaba göre askerliğin her erkek için belli bir zaman dilimi için zorunlu olma sebepleri şöyle açıklanmış:Muharebe zamanı ve bilhassa hazarda, bütün milleti silah altına almak, milletin umumi ve iktisadi faaliyetini sekteye uğratır; bu sebeple millet efradından, muayyen bir yaşta olanlar, hazarda daimi orduyu vücude getirir; ve askerlik talimleri ve terbiyesile meşgul olur, ve diğer muayyen yaşta bulunan vatandaşlar da sefer olacağı zamanlar silah altına çağırılır. ....Vatandaşların, henüz mekteplerde iken askerlik hizmetini kolaylaştıracak birtakım şeyleri öğrenmeleri, idman etmeleri lazımdır.(5) Orduların lüzumu isimli bölümde, orduların ve savaşların tamamen ortadan kalkmasının ne kadar arzu edilir ama bir o kadar da imkansız bir durum olduğunun altı çizilen kitapta “Cihanın nizamını, asayişini ve muvazenesini kuran ve tutan, kuvvettir; netekim bir devlet içinde de keyfiyet böyledir.”(6) denerek militarist bir dil “modern zamanların bir gerekliliği olarak - devletlerin toprak kazanmak ya da meşru müdafaa amaçlı savaş halindeyken düzenli ordular yoluyla bir kesimin iktisadi faaliyetleri yerine getirmeye devam edebileceği gerekçesiyle-” kitabın genelinde üretilmektedir. Harp idaresi ve siyasetin “bir” olduğuna dair uzun bölüm ise çarpıcı ifadelerle dolu:Harp idaresile siyaset birleşir ve kumandan aynı zamanda hükümet adamı olur; fakat kumandan kalır. Bir taraftan bütün hükümet umurunu ihatasında ve tesirinde bulundurur, bir tarftan da eli altında bulunan vesait ile ne yapabileceğini bilir. Hükümetin harici, dahili iktisadi vaziyetini harbin hedefinde birleştirir...umumi siyaset ve harp idaresi bir şahısta birleştiği zaman, ahval en müsait olur. ...Harp gibi muazzam bir mes’ele, nutuklarla ve ekseriyet kararile hallolunmaz, demir ve kan ile hallolunur...(7) Bu ifadelerden Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı boyunca hem asker hem devlet lideri olarak ülkeyi idare edişi bir meşruiyet zeminine oturtulmak isteniyor gibidir. Tarihten başka örneklerle ve Kurtuluş Savaşından başarıyla çıkılmasıyla da desteklenen bu düşünce, kumandan devlet adamı imgesini gelecekteki bir savaş durumunda da haklı çıkarmak adına ifade edilmiş gibidir.. Kitabın ikinci kısmı ise “Askere Girmeden Evvel ve Girdikten Sonra Askerlik Muamelelerine dair Kısa Bilgiler” olarak adlandırılmış ve askerlik hizmetine başvuru, bedelli askerlik hizmeti, terhis gibi konular ayrıntısıyla işlenmiş.Altınay’a göre Askerlik Vazifesi ismli kitap, askerliği “medern zamanların bir gerekliliği” olarak meşrulaştırması anlamında 1930’ların ortalarından sonraki anlayıştan farklı bir yerde durmaktadır. 1931 CHP Programı da Afet İnan’ın kitabınıdaki temel düşünce ile paralellikler göstermektedir. Programın Sekizinci Kısmı olan “Vatan Müdafaası”ndaki maddeler şöyle:1.Vatan müdafaası milli vazifelerin en mukaddesidir. Fırka, askerliğin umum vatandaşlara istisnasız tatbiki esasını kabul etmiştir. Türk ordusu her türlü siyasi mülahaza ve tesirlerin üstündedir. Ordunun, kendisine verilen yüksek vazifeyi her an muvaffakıyetle ifa edebilecek kudreti haiz ve asrın tekemmüllerine uygun vasıtalarla mücehhez olmasına ehemmiyet veririz.2. Devletin yüksek bünyesinin sarsılmaz temeli olan ve milli mefkureyi, milli varlığı ve inkılabı kollayan ve koruyan Cumhuriyet ordusunun ve onun fedakar ve kıymetli mensuplarının daima hürmet ve şeref mevkiinde tutulmasına surety-i mahsusada itina ederiz.(8) Bu maddelerden de anlaşılacağı üzere, 1930’ların başında askerlik hizmeti vatan müdafaası ve Cumhuriyeti korumak anlamında bir araç olarak yüceltilirken, henüz askerliğin Türk kültürünün önemli bir parçası olduğu fikri işlenmiyor. Altınay, ordu-millet mitinin yaratılarak zorunlu askerliğin kültürel-milli-ırksal bit nitelik kazanmasını ve işlevsellikten sıyrılmasını 1930’ların ortalarından itibaren hızlanan ulus-inşa süreci ve Türkleştirme politikalarıyla olduğunun altını çiziyor.Altınay’a göre 1931’de kurulan Türk Tarih Tetklik Cemiyeti ve 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarıyla şekillenen ve Türk ulus inşa sürecinin yapı taşları olan Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisinin zorunlu askerliğin ordu-millet mitinin yaratılması etrafındaki meşruiyet inşasında rolü oldukça büyük. Türklerin tarihini Orta Asya’ya dayandıran ve Türklerin Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarının yaratıcıları olduğunu işleyen tarih tezi, Türk tarihini Osmanlı geçmişinden tamamen koparma amacını gütmüştü. İlk olarak 1931 yılında dört cilt olarak basılan Tarih isimli kitapta ortaya atılan Türk Tarih Tezi etrafında ordu-millet mitinin kurgulanması da başlatılmış oldu. Söz konusu kitabın “Türk Ordusu ve Askerlik Hizmeti” isimli bölümünde Türklük ve askerlik üzerine başlatılan tartışmada, Türlerin iyi asker olması Türk kültüründe hakim olan özelliklere dayandırılmaktadır. Kitaptaki ifadelere göre, Türkler en zorlu düşmanlarla savaşırken bile askerliği yüceltiyorlar ve askerlik yapmaya karşı bir tereddütü asla beslemiyorlardı. Askerlik eğitimi ve askerlik ruhu arasında yapılan ayrımla, “en öenmli uygarlıkların atası olan Türk ırkının askerlik ruhunu daima taşıdığına” vurgu yapılırken Türk ulusunun bu ruhun en gelişmiş halini taşıyan millet olduğu belirtilmektedir. Böylece, Hobsbawnvari bir çerçevede ifadesini bulan ulus-inşa süreci içinde askerlik hizmeti de modern zamanların bir gerekliliği ve Cumhuriyeti korumanın bir aracı olmaktan çıkarak ordu-millet miti etrafında kültürel-milliyetçi ve ırkçı bir kurgu haline geldi. İcat edilmiş bir gelenek olarak ordu-millet vasfı Türk kültürünün bir öğesi olatak “doğallaştırıldı” ve askerliği ölüm ve acıyla özdeşleştiren duygulardan kurtarmak hedeflendi.(9) “Her Türk asker doğar” ve Türk Milleti bir ordu-millettir.” sloganlarıyla ve tek parti dönemindeki metinler ve söylemlerle şekillenen bu süreç, aslında her Türk’ün nasıl “asker yapıldığını” tüm hatlarıyla ortaya koymaktadır. Türk ulus inşa süreciyle başlatılan bu mit kurgusunun günümüzde de siyasi/askeri ve gündelik söylemlerde bu kadar içselleştirilmiş olması, bu sürecin başarısının da bir göstergesi olarak dikkat çekmektedir.1937’de Orta Okul II. Sınıflarda okutulmak üzere Binbaşı Hüsamettin Bilgesu tarfından yazılan Askerliğe Hazırlık Notları isimli kitap ise ordu-millet mitinin oluşturulma aşamasında 1930’ların sonu ile daha “teknik” bir aşamaya gelindiğinin bir göstergesi. Kitapta, kapıda olan II. Dünya Savaşına karşı halkı askerlik yönünde seferber etme kaygısı da göze çarpmaktadır. Ayrıntılı olarak Osmanlı’dan itibaren Türk ordusunun gelişimine yer veren kitap, uzun uzun Kurtuluş Savaşı hikayeleri anlatmış. Asıl önemli olan kısımlar ise henüz orta okul çağındaki 12-13 yaşlarındaki çocuklara ayrıntılı olarak harp teknikleri, harp araçları ve silahların çeşitleri ve hatta nasıl kullanılacağına dair bilgilerin verilmesi.(10) Kitapta aktarılan bilgiler, günümüz müfredatında yer alan Milli Güvenlik dersinin bile ne kadar “naif” kaldığının bir göstergesi gibi. Adeta orta öğretim boyunca, öğrencilere iyi bir askerin nasıl olunacağına dair tüm bilgiler öğretiliyor, genç erkekler- ve hatta genç kızlar- askerlik hizmetine ve seferberlik durumuna hazır hale getiriliyor. Böyle bir eğitim politikası, faşist İtalya ya da Almanya’da halkı savaş için mobilize etme uygulamalarını da aratmayacak cinsten. Böylece, ordu-millet miti her fırsatta yeniden üretiliyor ve genç beyinlerde sorgulanması zor bir yer ediniveriyor.Tek parti döneminde eğitim yoluyla (Althusserci bir tanımla hakim ideolojiyi üreten en önemli devlet aygıtlarından olan eğitim yoluyla) inşa edilen ordu-millet miti ve zorunlu askerliği Türk kültürünün bir parçası olarak sunarak doğallaştırıp meşrulaştırma yöntemi günümüzde de benzer bir ivmeyle devam etmektedir. 1964’ten beri liselerde okutulmakta olan ve rütbeli askerlerce verilen Milli Güvenlik dersleri, Öteki ve dış düşman algısını sürekli olarak işleyerek, “Her Türk asker doğar” düsturu etrafında ordunun yapısı ve gerekliliğine dair, ordu pratiklerinin sorgulanamamazlığını işleyerek, “Ordu bir okuldur, okul da bir ordu” söylemini durmadan yeniden üretme amacını taşımaktadır. Böylece, genç erkekler ve onların askerden dönüşünü bekleyecek genç kadınlar, askerlik hizmetinin önemine ve vazgeçilmezliğine inandırılmaya çalışılmakta, asker-öğretmenlerini hazır olda selam verererek karşılayarak ordu disiplinine aşina edilmye çalışılmaktadır Cumhuriyetin kurulmasından günümüze kanunlar ve özellikle de eğitim yoluyla inşa edilmeye çalışılan ordu-asker miti ve askerlik hizmetinin zorunlu oluşunun toplumsal meşruiyetini oluşturma, ülkenin erkek ve kadın tüm vatandaşlarını bu yöne “ikna etme ve inandırma” çabalarının toplumsal anlamda başarılı olduğundan bahsedilebilir mi? Böyle bir kültürel/siyasi inşanın- mit yaratımının günlük hayatlarımıza tezahürü nasıl gerçekleşiyor? Gündelik yaşantıda ve kültürde de varolan sayısız militer öğe ve söylem, militarist kültürün inşasının ne kadar başarılı bir süreç olageldiğinin “doğallaşmış” işaretleriyle dolu. Türkiye’de halkın büyük bir kısmı, militer kültürün diğer bileşenleri gibi zorunlu askerliği ve ordu-millet olma mitini fazlasıyla içselleştirmiş/benimsemiş gözüküyor. Bu içselleştirmenin gündelik hayatlarımıza sinen işaretlerine göz atacak olursak: Askere giden genç erkeklerin düğüne gider gibi ellerine kına yakılarak davul ve zurnalarla “En büyük asker, bizim asker” çığlıkları arasında uğurlanması, militer kültürün gündelik hayatlarımıza ne kadar yoğunlukla nüfus ettiğinin bir göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Feminist teorilerin çıkarsamalarına paralel olarak ordu-millet miti “cinsiyetçi bir vatandaşlık” anlayışını da beraberinde getirmektedir. Zorunlu askerliği meşrulaştırmada kullanılan en önemli söylemin, iyi bir Türk erkeği olmanın askerlik yapmakla doğrudan ilintilendiren bakış açısı, erkeklik ve askerliği özdeşleştirerek birçok cinsiyet merkezli anlayışı beraberinde getirmektedir. “Her Türk’ün asker doğması” sloganı askerliğin zorunlu olmadığı kadınları “iyi birer Türk ve iyi birer vatandaş” olabilmekten “mahrum” bırakır gibidir. Vatan savunmasını yerine getirmek için askerlik hizmetini yerine getiren genç erkekler, yalnızca devlete olan yükümlülüklerini yerine getirmiyor, adeta anne ve sevgiliye duyulan aşk gibi bir vatan aşkı beslemeye motive edilerek tüm bir ulusun “namusunu” düşmandan koruyarak ahlaki bir “büyük misyonu” da yüklenmiş oluyor. Ulusun kadınları da sabır ve metanetle kendilerini korumaya giden oğullarının, kocalarının ve sevgililerinin askerden dönmesini bekliyorlar. Rubina Saigol’un Askeri değerlerin hakimiyeti, ulus devlete yönelik aşk ile toplumsal cinsiyet ideolojisi arasında karmaşık bir ilişki vardır. Bu ilişki, ulus-devletin anne olarak inşasıyla ifadesini bulur. Anavatan kadınlara, özellikle “anneye” yönelik erotik çekimle kuşatılır. Böylelikle vatan, hem romantik ve erotik hem de annelikle ilgili güçlü yan anlamları bulunan kelimelerle temsil edilir. Vatan/kadına duyulan arzu, bir erkek arzusu olarak inşa edilir; ona sahip olamk, onu görmek, ona hayranlık duymak, onu sevmek, korumak ve düşmanlara/rakiplere karşı onun uğrunda ölmek arzusudur bu. Savaş zihniyeti yaratılırken yalnızca genç erkekler vatanın ve milletin koruyucuları olmaya yönlendirilmez; kadınlar da güçlü erkek koruyucuların kendilerini korumasına muhtaç olduklarına , güçlü oğullar yetiştirmeleri gerektiğine inandırılır. Böylece, toplumsal cinsiyet ideolojisi, milliyetçi ve militarist düşünme üretiminin bir parçası haline gelir.(11) Erkeklik ve askerlik arasındaki bağ öylesi güçlü oluşturulmuş/ oluşturuluyor ki askerlik yapmamış bir erkek “gerçek anlamda adam” olmuş sayılmıyor, Türkiye’nin birçok yerinde hala askere gitmeyene “kız verilmiyor”. Şirketlere iş için başvuru süreçlerinde erkeklere öncelikle askere gidip gitmedikleri soruluyor, askerlik yapmamış olanlar çok daha düşük ücretlerle istihdam ediliyor. Aile albümleri, dededen oğullara askerlik fotoğraflarıyla dolduruluyor ve bunlar bir ailenin en önemli gurur kaynaklarından biri olarak algılanıyor. Askere giden erkekler, yıllar boyunca, “ben askerdeyken” diye başlayan hatıralarını yorulmak bilmeden anlatıp duruyorlar.Yukarıda, askerlik hizmetine toplumsal meşruluk kazandırmaya çalışan kültürel/siyasi/toplumsal inşa sürecinin uzun ve kesintisiz devam eden bir süreç olarak büyük ölçüde içselleştirilmiş olduğunu ve bu içselleştirmenin kültürümüzde ve günlük hayatlarımızdaki çeşitli pratik ve ritüellerle de gerçeklik kazandığına/vücut bulduğuna değindim. Ama bir de madolyonun diğer yüzünde görülmeyi bekleyenler var. Türkiye’de asker kaçaklarının sayıları yüz binleri buluyor(Kesin rakamlara ulaşmak güç olsa da , Hürriyet gazetesinde 1998 yılında yayımlanan ve kaynak olarak Genelkurmay Başkanlığı verilerini gösteren habere göre yurtiçinde 200.000, yurt dışında ise 226.000 erkek asker kaçağı durumundaydı). Master yaparak, açıköğretimde okuyarak, ya da yurt dışına eğitim için giderek birçok genç askerlik yapmayı mümkün olduğunca ertelemeye çalışmakta, bir çok genç erkek de hiçbir sebep göstermeden “yakalanıp” birliğe teslim edilene kadar asker kaçağı olarak yaşantısını sürdürmeye çalışmaktadır. Bir tarafta, Güneydouğu’de şehit düşen asker ailelerinin acıları medyaya “diğer oğlumu da bu vatan için şehit etmeye razıyım; vatan sağ olsun” sözleriyle yansırken, aslında her askerlik çağına gelen erkek ve ailesi Güneydoğu’da askerlik yapmamanın yollarını aramaktadır. Önemli bir sayıda erkek de her gün Genelkurmay’dan gelmesi olası bedelli askerlik haberini beklemektedir. Her ne kadar askerlik hizmeti günlük yaşantılarımıza “doğallaşmış” ve “her Türk erkeğinin görevi” olarak “meşruluk” kazanmış bir olgu olarak birçok pratikte-ritüelde kendini açığa vursa da aslında, içten içe hiçbir erkek askere gitmeyi istememekte, bu durumdan kaçabilmenin yollarını aramaktadır. Ne askerlik yaşına gelen erkekler ne de aileleri yaşamlarını kurmanın başlangıcında askerlik hizmetinin yükümlülüğü ile yaşamlarını kesintiye uğratmayı istememekte, en çok da Güneydoğu’da yıllarca devam eden bir savaşta ansızın ölümle karşılaşmak istememektedir. Ama kimse, bu konuda sesini yükseltememekte, çareyi meşru ya da gayri meşru yollarla askerlikten “yırtmanın” yollarını aramakta bulmaktadır.Askerlik yapmayı oldukça “evrensel, etik, insani” nedenlerle reddeden bir grup insanın yaşadıkları, bunu açık yüreklilikle dile getirmeleri ve büyük bedeller ödeyerek mücadelelerini bırakmamaları, yukarıda anlatılan militarist kültürün inşa ediliş süreci-kaynakları ve bu kültürün gündelik hayattaki pratikler- ritüeller yoluyla da “doğallaştırılmış” olması göz önünde bulundurulduğunda önem kazanmaktadır. Ayrıca madalyonun diğer yüzü olarak betimlemeye çalıştığım bir diğer gerçekliğin- askerlik yapmanın aslında türlü yollarla kaçınılmaya çalışılan bir süreç olduğunun- neden vicdani ret şeklinde tezahür etmediğini, edemediğini de akla getirmektedir. Bir sonraki bölümde vicdani reddin kavramsal ve tarihsel olarak kısa bir analizine giriştikten sonra, “Türkiye’de askerliğe gitmeyi reddetmenin” tarihine, hukuksal boyutlarına ve böyle bir tercihin neden olduğu sonuçlara bakmaya çalışacağım. III.Vicdani Retçiliğin Tarihsel ve Hukuki Gelişimi ve Türkiye’de Vicdani Ret MücadelesiVicdani ret en basit tanımıyla, kişinin ahlaki tercih, dini inanç ya da politik nedenlerle askere gitmeyi ret etmesi anlamına gelmektedir. İnsanları vicdani retçi olmaya yönelten gerekçeler ise şöyle sıralanabilir: Birey emir almak ve vermek, itaaat etmek ve hükmetmek istemiyor olabilir; şiddet kullanmayı ve insan öldürmeyi öğrenmek istemeyebilir; savaşlara karşı olabilir ve savaşların yürütücüsü olan ordulara hizmet etmek istemeyebilir; dini inançları nedeniyle her türlü şiddete karşı olabilir; politik görüşleri doğrultusunda ordusuz, sınırsız, devletsiz, özgür bir dünyada yaşamak istiyor olabilir.(12) Editörlüğünü Moskos ve Chambers’ın yaptığı New Conscientious Objection: From Sacred to Secular Resistance isimli kitapta, yazarlar empirik bilgiye dayanarak yaptıkları çalışmalarda Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkelerinde vicdani retçiliğin gelişim çizgisi göz önünde tutulduğunda iki önemli çıkarımda bulunmaktadırlar: vicdani retçilik, batıda son yıllarda oldukça yükselişe geçen bir toplumsal hareket haline gelmiştir ve vicdani retçi olma gerekçeleri modern öncesi Batı toplumlarında dini gerekçelerle meşrulaştırılırken endüstri toplumlarında ve son dönemin sanayi sonrası toplumlarındn gün geçtikçe dinsel niteliğinden sıyrılarak daha çok seküler gerekçelerle savunulmaya başlanmıştır.(13) Yukarıda adı geçen kitaptan savaş karşıtlarının web sitesinde Güler, Meral ve Cinisli tarafından yapılan çeviri metninde, batıda vicdani retçiliğin gelişiminde gözlemlenen bu biçim değişikliğinin –dinsel gerekçelerden daha seküler gerekçelerle vicdani rettin ifadelenmeye başlaması- farklı ülkelerden karşılaştırmalı perspektifler sunularak anlatılmakta. Moskos ve Chambers’a göre vicdani ret ilk olarak Amerika’da ortaya çıktı. İngilizlerin Kuzey Amerikada’ki koloni yerleşenleri, pasifist dini inançları, vicdani özgürlük ve dini toleransa önem veren bir topluluk olarak şiddet kullanmaya ve şiddete karşı savunmaya karşı oldukları için “Vicdani Retçiler” olarak adlandırılmaya başlandılar. 1700’lerden itibaren dini inançları nedeniyle vicdani rettin oldukça yaygın olduğu ABD’de, 1940’lardan sonra daha seküler gerekçelerle askerlik yapmayı reddedenlerin sayısı da oldukça arttı. Kore ve Vietnam Savaşları boyunca, birçok erkek askerlik yapmayı reddetti. Böylece, 1970 yılında ABD Yüksek Mahkemesi tarafından vicdani reddin dinsel temelli olanının dışında, daha seküler nitelikli şeklinin de kabul edilmesi yönünde karar verdi.(14) Günümüzde, AB üyesi 14 ülkede askerlik yapma zorunluluğu bulunmamaktadır. Askerliğin zorunlu olduğu ülkeler ise: farklı hizmet süreleri ile Avusturya, Kıbrıs Rum Kesimi, Estonya, Finlandiya, Almanya, Yunanistan, Litvanya, Letonya, Polonya ve İsveç’tir. Ancak zorunlu askerliğin bulunduğu AB üyesi tüm ülkelerde vicdani red hakkı bulunurken, bu hakkın uygulama şekli farklılık göstermektedir. Bu ülkelerde, vicdani retçiler, askerlik yükümlülüklerini silahlı askerlik yapmak yerine, devletlerin belirlediği sınırlamalar çerçevesinde “sosyal hizmet” üreterek değerlendirmektedirler. Bu sosyal hizmet, vicdani ret hakkını kullanan kişinin eğitim durumuna göre farklılıklar gösterebilmektedir. Huzurevlerinde ve hastanelerde çalışmak, öğretmenlik yapmak gibi.(15) Kuhlmann ve Lippert’e göre, Batı Avrupa ülkelerinde, vicdani ret hakkının en liberal ve geniş biçimli hali ise Almanya’da bulunmaktadır. I. Dünya Savaşı ve Nazi döneminin sona ermesinin ardından Almanlar, onlara büyük bedeller ödeten militarsit kültürlerinde köklü bir değişime gitmeye çalıştılar. Saldırgan Nazı politikalarının tekrarlanmaması için diğer devletlerin de zorlamasıyla, alınan önlemlerden biri de Alman halkınının askerlik hizmetinden muaf tutulma hakkının garanti altına alınması oldu ve Almanya Federal Cumhuriyeti 1949 yılında çıkardığı kanunla dönemin en liberal vicdani ret fırsatlarını tanımış oldu.Yukarıda adı geçen kitaptaki makalesinde, Sqrensen de Danimarka’da vicdani retçiliğin gelişimine bakmaktadır. Sqrensen, 1917’de Danimarka’nın vicdani retti tanıyan ilk ülke olduğunun altını çizerek 1970 ve 1980’lerdeki ek düzenlemelerle alternatif sivil hizmetinde sınırları belirgin olarak çizildiğine değinmektedir(16) Türkiye’de vicdani ret hareketinin gelişim çizgisi ise Batı’daki gelişiminden oldukça farklı bir yol izledi. Batıdaki gibi dinsel gerekçelerle tanımlanan ve daha sonra daha liberal ve seküler bir hak hareketi olarak ilerleyen vicdani ret hareketi, Türkiye’de “total retçilik” olarak isimlendiriliyor. Vicdani retlerini açıklayan insanlar, aslında yalnızca “vicdani retçi” olarak tanımlanmaktan oldukça rahatsız olduklarını ifade ediyorlar. Türkiye’de savaş karşıtları olarak örgütlenen bu grup, Türkiye’de AB standatlarında tanınancak vicdani ret hakkının onlar için kazanılmış bir mücadele olmayacağını sıkça dile getiriliyorlar. Vicdani/total retçi Mehmet Tarhan’ın deyimiyle “zorunlu askerliğe alternatif olarak getirilecek alternatif sivil hizmet de yine devletin bireye yüklediği bir yükümlülük olarak” kabul edilebilecek bir seçenek değil onlar için.(17) Bu bağlamda, Türkiye’de vicdani retçilik batıdaki, evrimci çizgisinden sıyrılarak, daha marjinal bir düzeyde anarşizmin etkisi altında gelişim göstermiş oluyor. Böyle bir gelişim çizgisinin artı ve eksilerini vicdani rettin Türkiye’de neden daha geniş katılımlı bir toplumsal hareket olamadığını bir sonraki bölümde ele almaya çalışacağım.Altınay’ın Türkiye’de vicdani retçiliğin kısa tarihçesini anlattığı makalesine göre: “vicdani ret kavramının dilimize girmesi, Sokak dergisi ve Güneş gazetesi aracığıyla oldu. Vedat Zencir ve Tayfun Gönül isimli iki genç, vicdani retçi olduklarını açıklamışlardı. Sene 1990’dı. Türkiye, Güneydoğu’da adı konmamış bir savaşın ortasındaydı. Osman Murat Ülke ise ( Askere gitmeyi reddettiği için tutuklanmasının ardından AİHM ‘e Türkiye aleyhine açtığı davayı kazanarak medyada adını duyuran vicdani retçi) o sırada Antalya’da öğrenciydi ve Sokak dergisi okuyordu. Vedat Zencir ve Tayfun Gönül’le yolları üç yıl sonra İzmir Savaş Karşıtları Derneğinde (İSKD) çakıştı. Ülke de 1993’te askerlik cüzdanını yakıp vicdani reddini açıklıyor ve şiddetin her türüne karşı olduğunu, kimseyi öldürmeyeceğini, öldürmenin eğitimini almayı da reddettiğini açıklıyordu. Yalnız değildi. İSKD’de toplanmış kadınlı-erkekli bir grup, her Türk’ün asker doğduğu söylemine karşı kimsenin asker doğmadığını, asker yapıldığını yaratıcı yöntemlerle dile getiriyorlardı. Antimilitarist bu dil, 1990’lardan günümüze daha görünür olmaya başladı.Irak Savaşı’nın başladığı günlerde, miting alanlarında “Ölmeyeceğiz, öldürmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız” sloganı atılırken bu sloganın bedelini ödemek bu sefer Mehmet Bal’a düşmüştü. Ülke’nin cezaevinden arkadaşı Mehmet Bal, Irak Savaşına giden günlerde, vicdani reddini açıkladığı için “emre itaatsizliz” ve “halkı askerliğe” soğutmak” suçlarından yargılandı, 40 gün hapis yattı ve beraat etti. Mehmet Tarhan medyanın ilgisinin odaklandığı başka bir vicdani retçi oldu. Eşcinsel olan Mehmet Tarhan “Eşcinsel olmam nedeniyle hak olarak sunulan çürük raporunu militer düzenin kendi çürüklüğü olarak algılıyorum” diyerek bu nedenle askerlikten muaf olmayı da reddediyordu.(18) 7 nisan 2006’da kendisiyle yaptığım söyleşi sırasında, Mehmet Tarhan askeri cezaevinden yeni çıkmıştı ve askeri birliğine teslim olması gerekiyordu. Tarhan mücadelesini, diğer vicdani/total retçiler gibi aynı kısır döngü içerisinde de olsa devam ettirebilmenin yollarını arayarak kamusal bir duyarlılık yaratabilmek için çabalamakta.Vicdani ret hareketinin, Türkiye’de bir süre de olsa gündemi işgal etmesine yol açan gelişme ise Osman Murat Ülke’nin vicdani reddinden dolayı aylarca cezaevinde yatması, birliğine defalarca teslim edilip askeri üniformayı giymeyi reddetmesinin ardından yeniden cezaevine dönmesi sonucu AİHM’e Türkiye aleyhine açmasıyla gerçekleşti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 24 Ocak 2006’da açıkladığı kararında kişi özgürlüklerine atıf yapan maddeyi göz önünde tutarak, Ülke’nin “insanlık dışı” ve “onur kırıcı” davranışlara maruz kaldığını vurguluyor Türkiye’yi tazminat ödemeye ve Ceza Yasası’da vicdani retçilerle ilgili bir düzenlemeye yer vermeye çağırıyordu.(19) Türkiye’de 1982 Anayasası’nın vatan hizmetini belirleyen 72. maddesi de hukukçular arasında tartışmalara yol açmaktadır. Anasyasanın söz konusu maddesine göre: “Vatan hizmeti her Türk’ün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin silahlı kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir.” denmektedir. Referans verilen Askerlik Kanununun 1. maddesine göre: “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olan her erkek , askerlik yapmaya mecburdur.” hükmünün ardından aynı kanunun 10/2. maddesinde: “ askere çağırılan yükümlülerin sayısı ihtiyaçtan fazlaysa, bunlar, temel askerlik eğitiminden sonra, belli bir bedel ödemek veya kamu kuruluşlarında görev yapmak suretiyle askerlik hizmetlerini yerine getirmiş sayılmaktadır” ifadesi yer almaktadır. Askere çağırılıp bunu reddedenlerin statüsü de Askeri Ceza Kanunu’nun 63 ve 87/1. maddeleri uyarınca hapis cezasıyla cezalandırılmaktadır. Osman Can ‘a göre anayasadaki madde göz önüne alındığında herkes için zorunlu kabul edilen hizmet askerlik hizmeti değil, vatan hizmetidir. Vatan hizmeti ise alternatifli olarak öngörülmüştür. Dolayısıyla vicdani özgürlük ve silahlı hizmetin çatışmasında anayasal tercihin vicdani kanaat yönünde olduğu açıktır. Bu yüzden de Anayasa’nın öngördüğü bir olanağı Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle reddetmek olanaksızdır. Ayrıca, Askerlik Kanunu’nun yukarıda belirlenen maddelerinin en üstün yasa durumunda olan anayasaya uygun olmaması da kanunlar hiyerarşisine aykırı bir durumdur.(20) Tüm hukuki açılımlara rağmen, Türkiye’de askere gitmeyi reddetmek, “halkı askerlikten soğutmak” bağlamında bir suç olarak kabul edilmektedir. 1993 yılına kadar bir terör suçu olarak Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görev alanında olan “halkı askerlikten soğutmak” 1993’ten bu yana ise Askeri Ceza Kanunu’nda “vatana ihanet” kapsamında ele alınarak, davalar askeri mahkemelerde görüşülmektedir.(21) Dolayısıyla, askeri makkemece salıverilseler bile, hala askere gitmemekte direnenler sigortalı bir işte çalışamamak, banka hesabı açtıramamak, ehliyet ya da pasaport alamamak , kimlik yenileyememk ve daha da kötüsü gelecekteki statülerini kestirememek gibi bir durumla karşı karşıya gelmektedirler.(22) Bu bölümde değinmeye çalıştığım gibi Türkiye’de vicdani retçilik anarşist nitelikli bir total retçilik olarak başlayarak batıdaki evrim çizgisinden farklı bir yol izlemiştir. Mücadelelerinde ısrar eden bu bir grup genç, (Savaş Karşıtlarının web sitesine göre Türkiye’de kadınlarla birlikte 80 vicdani retçi bulunmaktadır.) askeri mahkemelerde yargılanmakta, beraat etseler de vatandaşlık haklarının birçoğundan yararlanamamaktadır. AB üyesi bir ülke olarak, Türkiye’nin vicdani ret konusundaki tavrı da çelişkilidir. Tüm AB ülkelerinde tanınan bu hakkın, AİHM’in Türkiye aleyhinde bu yönde bir kararının olmasına rağmen gerekli kanunlarda düzeltilmesi de yakın gelecekte olası gözükmemektedir.IV. Vicdani Ret Hareketinin Toplumsal bir Talep Yaratamamasının Nedenleri:Bu bölümde, bu çalışmanın temel problematiği olan Türkiye’de vicdani ret hareketinin neden daha geniş bir toplumsal tabana yayılıp daha fazla talep yaratmak yerine dar bir gruba mal olduğunu anlama çabasına gireceğim. Yukarıda değindiğim Türkiye’de militarist kültürün kaynakları ve içselleştirilmesi mevzusunda bu tartışmanın başlangıcı bir anlamda yapılmış oldu. Türkiye’de militarist kültürün en önemli bileşenlerinden olan zorunlu askerliğin toplumsal maşruluğunu sağlamak adına nasıl bir “kültürel/ırksal/milliyetçi bir inşa yapıldığını çeşitli örneklerle anlatmaya çalıştım. Tartışma konumuz için asıl önemli olan ise bu inşanın, gündelik hayatta çeşitli pratik ve ritüellerle sağlamlaştırılarak ne kadar içselleştirilmiş olduğu gerçeği. Bu içselleştirme, aynı zamanda zorunlu askerliği vatan sevgisi ve toplumsal roller açısından da “erkeklik” kimliğiyle özdeşleştirme anlamında, toplumsal yapının derinlerine nüfuz etmiş gözüküyor. Bu bağlamda, her ne kadar yukarıda da vurgulamaya çalıştığım gibi madolyonun bir de diğer yüzü olsa da – askerlik yapmamak adına meşru ya da gayri meşru yollara başvuran ve sayıları yüzbinleri bulan genç erkekler- zorunlu askerliğin kültürel/ırksal/milliyetçi inşası o kadar başarıyla gerçekleştirilmiş, bu inşanın içselleştirilmesi ve farklı söylemlerle benimsenmesi(vatan borcu- erkek olmanın gereği, vs) o kadar güçlü olmuş ki böyle bir toplumsal yapıyı kırmak gerçekten de oldukça zor gözükmektedir. Bu inşanın kesintisiz olarak eğitim yoluyla (Milli Güvenlik dersleri ) da sürdüğü göz önüne alınırsa, askerlik yapmayı çeşitli nedenlerden dolayı istemeyen birçok genç için böyle bir tercihi açıklamak neredeyse imkansız gibidir. Dolayısıyla, vicdani ret hareketinin neden bir toplumsal taban/talep yaratamadığına dair arka planda tutacağım en önemli neden bu “içselleştirme/benimseme/ reddini toplumsal nedenlerle açıklamaktan çekinme durumu olacak. Tartışmayı biraz daha somutlaştırmak adına öne süreceğim diğer spesifik nedenler ise şöyle sıralanabilir: devamı var...1-Taha Parla, “Vicdani Ret ve Militarizmin Kimi Boyutları” , Radikal, 30 Ekim 20052-Ayşegül, Altınay, The Myth of the Military Nation, Palgrave Macmillian, 2004 s:26-273-Altınay, ibid, :284-Altınay, ibid, s:155-Afet İnan, Askerlik Vazifesi, İstanbul: Devlet Matbaası, 19306-İnan, ibid, s:377-İnan, ibid, 43-488-1931 CHP Parti Programı9-Altınay, ibid, s:20-3010-Hüsamettin Bilgesu, Askerliğe Hazırlık Notları, Kanaat Kitabevi, 193711-Rubina Saigol, Erotik bir imge olarak Vatan”, Vatan, Millet, Kadınlar(ed: Ayşegül Altınay), İstanbul: İletişim Yayınları, 12-www. Savaskarsitlari.org13-Malham M. Wakin, “Consiencous Objection”, Armed Forces and Society, New Brunswick: Fall 1994, Vol. 21, Iss.1 , p:15314-Esmeray Güler, Bekir Fatih Meral ve Nail Anıl Cinisli, “Vicdani Retçiliğin Tarihsel Gelişim Süreci”, www. Savaskarsitlari.org15-www.rojhilat.net, “Zorunlu Askerlik ve Vicdani Red” 16-Güler, Meral ve Cinisli, ibid17-Mewhmet Tarhan’la Beşktaş Öğrenci Evinde yaptığım söyleşi notlarında, 7 Nisan 200618-Ayşegül Altınay, “Mehmet Tarhan’ı Görme Zamanı”, Radikal 2, 2 Şubat 200619-Safa Reisoğlu, “Vicdani Ret Yasaya Girmeli”, Radikal, 4 Şubat 200620-Osman Can, “Vicdani Ret Anayasal Bir Hak mı?”, Radikal, 12 Temmuz 200521-www. Savaskarsitlari.org., “Vicdani Ret Hakkında Sıkça Sorulan Sorular”.22-Altinay (2006), ibid