Akademik Özgürlükler ve Üniversite: Boğaziçi Üniversitesi'nden bir perspektif

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, Boğaziçi Üniversitesi'nden Öğretim Görevlisi Can Candan ile Boğaziçi Üniversitesi'nin son yıllarda yaşadığı yönetim krizlerini ve bu krizlerin akademik özgürlüklere olan etkilerini tartışarak, üniversitelerin nasıl olması gerektiğine dair fikirlerini alıyor.

""
Akademik Özgürlükler ve Üniversite: Boğaziçi Üniversitesi'nden bir perspektif
 

Akademik Özgürlükler ve Üniversite: Boğaziçi Üniversitesi'nden bir perspektif

podcast servisi: iTunes / RSS

Akademik özgürlükler ve üniversitelerin önemi, modern toplumların gelişiminde kritik bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda, Boğaziçi Üniversitesi'nden Öğretim Görevlisi Can Candan ile gerçekleştirdiğimiz bu programda, üniversitelerdeki özgürlüklerin ve akademik bağımsızlığın önemini akıcı bir söyleşiyle ele aldık. Boğaziçi Üniversitesi'nin son yıllarda yaşadığı yönetim krizlerini ve bu krizlerin akademik özgürlüklere olan etkilerini tartışarak, üniversitelerin nasıl olması gerektiğine dair değerli bir perspektif sunduk.

Satırbaşları:

  • Akademik özgürlükler, düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi ve tartışılması, farklı görüşlerin bir araya gelmesi ve bu dinamik süreçlerin sonucunda yeni fikirlerin ortaya çıkması üniversitenin temel işlevlerindendir.
     
  • Rektör, üniversite bileşenlerinin eşiti olan, belirli bir süreliğine sorumluluk almak üzere seçilen bir yöneticidir. Rektör, üniversitenin amiri değil; üniversite topluluğuna hizmet eden, akademik çalışmaların önünü açan ve üniversite içinde özgür tartışma ortamının oluşması için çaba harcayan kişidir.

Utku Perktaş: Merhaba, iyi akşamlar herkese, Antroposen Sohbetler’e hoş geldiniz, ben Utku Perktaş. Bugün programda üniversitedeki özgürlükleri, akademik özgürlükleri konu edeceğiz. Geçtiğimiz yılın son programıydı Tuğba Tekerek'i ağırlamıştım ve Taşra Üniversiteleri’ni konuşmuştuk. Bu bir seri olacak gibi görünüyor. Ara ara üniversiteyi konu etmek istiyorum. Kendim de akademisyen olduğum için, yaptığım gözlemler anlamında da bu konuda biraz ses vermekte fayda var ve bugün de bu anlamda çok önemli bir konuğum var. Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlilerinden Can Candan ile beraberim. Ona akademik özgürlükleri soracağım ama çok girişi uzatmak da istemiyorum çünkü Can Hoca'nın da çok iyi bir birikimi var. Açıkçası onun tarihini yayın öncesinde biraz dinlediğim zaman ben de çok şey öğreniyorum bu tarihten ve çok önemli bir background var. Dolayısıyla ona sözü vermek istiyorum. Can Hocam hoş geldiniz, iyi ki geldiniz, kırmadınız beni.

Can Candan: Hoş bulduk. Çok teşekkür ederim davetiniz için.

U.P.: Ben de çok teşekkür ediyorum vakit ayırdığınız için. Bugün ben aslında Türkiye'deki üniversitelerdeki akademik özgürlüğü sizinle konuşmak istedim ama dinleyicilerimize biraz sizi tanıtsak, biraz bana bahsetmiştiniz ama ben bu konuda size sözü versem - sizi sizden biraz dinlemeye başlasak, sonra da yavaş yavaş akademik özgürlüklere gelsek nasıl olur? Söz sizde.

C.C.: Tabii tabii, memnuniyetle, teşekkür ederim. Şimdi daha çok belki de  kamuoyunda Boğaziçi Üniversitesi akademisyeni olarak tanınıyorum ve özellikle de Boğaziçi Üniversitesi'nde 2021 yılının başında başlayan çok ciddi yönetim krizi var, Cumhurbaşkanı tarafından bir üniversite dışından bir rektör atanması ile başlayan çok ciddi bir yönetim krizi var ve bu yönetim kriziyle birlikte de 38 ayı tamamladık yani üç sene, iki ay geçti. Buna karşı kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz şiarıyla devam eden bir akademik direniş var. Bu akademik direnişi de üniversite bileşenleri dediğimiz, başta öğrenciler, akademisyenler, mezunlar ve üniversite çalışanları birlikte yürütüyor yani birlikte direniyoruz. Kamuoyu da belki son dönemlerde bu direnişin fotoğraflarını, videolarını sosyal medyada paylaşan, basında derdimizi anlatan insanlardan biri olarak beni tanıyor. 

Benim iki şapkam var; bir tanesi, akademisyen şapkası, diğeri belgesel sinemacı şapkası. Beni bazı yerlerde belgesel sinemacı olarak tanıyorlar. Özellikle de son bitirdiğim uzun metraj belgesel filmi Benim Çocuğum - ki bu belgesel, İstanbul'da çocukları lezbiyen, gay, biseksüel, trans+ interseks+ olan bir grup anne babanın deneyimlerini konu eden uzun metraj bir belgesel. 2013 yılından beri çeşitli yerlerde gösteriliyor. Dolayısıyla bu iki şapkamdan dolayı sanırım tanınıyorum. Ama bugünkü konumuz daha ziyade tabii ki akademi, üniversite, akademik özgürlükler. 

Şimdi biraz bunu anlatırken de geriye doğru gitme ihtiyacını hissediyorum tabii ki yani buraya nasıl geldim şahsen diye biraz bundan bahsetmekte de fayda var.

U.P.: Hocam özellikle Bursa ile başlayan, sizin o çok güzel, bana bahsettiğiniz o cinsiyet eşitliği. Çok çok güzeldi o başlangıç.

C.C.: Teşekkür ederim. Şu anda İstanbul'dayım, Boğaziçi Üniversitesi'ndeyim. Tekrar İstanbul'a dönüş gibi görüyorum bütün bu hikâyeyi, hayat hikâyemi. İstanbulluyum ama kendimi bilmez bir yaşta devlet memuru tayini yüzünden Bursa'ya taşınmışız. İlkokulu Bursa'da bitirdim ama gittiğim ilkokul çok ilginç bir ilkokul oldu. Türkiye'de o dönemde 1970’lerin sonunda ün yapan bir özel ilkokuldu; Özel İnal Ertekin İlkokulu. Ünlü olmasının sebebi de şuydu;  bu ortaokul - lise sınavlarında Türkiye'de en yüksek puanla - o zaman biliyorsunuz ortaokul ve liseler yedi senelik idi ve eğer hazırlık okuyorsanız bir sene hazırlık + üç sene ortaokul + üç sene lise şeklindeydi. Dolayısıyla, benim hedefim de Robert Koleji'ne girmekti, Türkiye'de o dönemde en iyi okullardan biri olarak biliniyordu ya da öyle düşünülüyordu. Bu ilkokulun özelliği de bu sınavlara yarış atı yetiştirmekti. Ben bu yarış atı tabirini seviyorum çünkü haftanın yedi günü neredeyse sabahtan akşama kadar bizi o sınavlarda en yüksek skorları almak için eğiten bir okuldu bu. Yani eğitim sistemimizle ilgili olarak 1970'lerin sonunda bence çok şey söylüyor bu ve ben de benden beklendiği gibi dereceyle Robert Koleji kazanmıştım.

Robert Koleji'nin ilginç tarafı o dönemde şuydu - şimdi nasıl bilmiyorum ama - 55 kız, 55 erkek öğrenci alıyordu yani toplamda 110 öğrenci alıyordu yani burada cinsiyet eşitliğini önemsiyordu - en iyi 110 değil, en iyi erkek öğrencilerden 55, en iyi kız öğrencilerden 55 şeklinde alıyorlardı, iki ayrı liste çıkıyordu; Robert Koleji’ni kazanan erkekler listesi ve Robert Koleji’ni kazanan kızlar listesi. Orada yedi sene yatılı olarak tekrar İstanbul'a dönmüş oldum yani yatılı olarak okudum. Diğer şapkam ile ilgili olarak, hayatıma fotoğraf da o dönemde girdi. Tabii liseden sonra üniversiteye gitmemiz bekleniyor, değil mi? Türkiye'de mutlaka öyle bir şey gerekiyor ve hemen bunu yapmak gerekiyor. Yani liseyi bitirdim, Türkiye'yi bir dolaşayım gibi ya da gidip bir yerlerde çalışayım, bir yıl bir ara vereyim, ondan sonra ne yapacağıma karar veririm, belki sonra üniversiteyi ona göre belirlerim gibi böyle bir şey tabii ki Türkiye'de yok. Bizden hemen bir sonraki sınava girip üniversiteye girmemiz bekleniyordu ve o yüzden ben de tabii buna hazırlık yapıyordum. Dershaneye gidiliyordu dönem ama bir yandan da şunu keşfettim; benden bir üst sınıfta olan arkadaşlarım, ABD’den - özellikle Robert Koleji olduğu için tabii öyle bir bağlantı var - bir takım üniversitelerden büyük meblağlarda burslar alıyorlar ve okumaya oraya gidiyorlardı. O dönemde de yurtdışında okumak, ABD’de okumak çok makbul şeyler olduğu için ben de kendi kendime ‘tamam, onlar böyle burslar alıyorsa ben niye burs alıp da ABD’de üniversite okumayayım?’ Fakat şöyle bir sıkıntı vardı, en azından öyle görüyordum ben; ben kağıt üzerinde o kadar da başarılı bir öğrenci değildim yani 110 öğrencinin ortalarında falan bir öğrenciydim fakat ders dışı faaliyetlerim çok genişti ve bu şekilde baktım ki ABD’deki üniversiteler buna da değer veriyorlar yani öğrencinin sadece not ortalamasına ya da sınavda aldığı skora değil, daha bütünsel olarak bakıp, bu genç insan nasıl bir insan, neler yapıyor, hayatında nelere ilgisi var şeklinde daha bütünsel bakıyorlardı ve bu şekilde ben de başvurularımı yaptım ve ABD’nin Massachusetts eyaletinde, Harvard'ın olduğu eyaletin batı tarafındaki kırsal bölgede, adını sanını kimsenin duymadığı bir üniversiteden bana beş yıllık karşılıksız bir burs imkanı tanındı. Bu böyle olunca tabi buradaki üniversite sınavında alacağım skor, başarı vs. pek önem kazanmamaya başladı çünkü benim hedefim ABD’ye gitmekti yani hem kafamda böyle daha iyi bir eğitim alabilirim mefhumu vardı, hem de aynı zamanda tabii ki bir kaçıştı. Yani 18 buçuk yaşındasınız ve ailenizden, toplumdan, ülkeden bir gemiye atlayıp bir nevi maceralara açılıyorsunuz, öyle bir şeydi. Hatta somut olarak da hayatımda ilk defa uçağa bindim, ilk defa pasaport kullandım. 18 buçuk yaşındayken ilk defa ABD’ye gittim ve tabii ki müthiş bir kültür şoku yaşadım.

Üniversiteye dönersek, gittiğim üniversitenin de şöyle bir özelliği vardı - tabi ben bunu bilmiyorum; benim bildiğim şey - yabancı öğrencilere burs veren üniversiteler, benim başvurduğum üniversiteler öyle üniversitelerdi - bu üniversiteye gittiğim zaman şunu keşfettim; bu üniversite 1960'lı yılların sonunda o bölgede yer alan çok bilinen ünlü ve yerleşik dört üniversite -zaten bilenler bilir, bunlar çok prestijli okullar - 60'ların sonunda bir araya geliyorlar ve ‘Biz yanlış yapıyoruz bu işi, üniversite eğitimi böyle olmamalı, başka bir şey olmalı ve biz bunu deneyelim’ diyerek başka bir üniversite kuruyorlar. Dolayısıyla ben böyle bir üniversitede buldum kendimi. Tabi bütün kültür şoku, bu farklılıklar vs. benim biraz yolumu bulmam zaman aldı. Neyse ki beş yıllık bursum vardı ve sonuna kadar da kullandım ama orada gerçekten bir üniversitenin ne olabileceğini keşfetmeye başladım. Özellikle mesela şu çok tabii dikkat çekici; bu üniversitede not yoktu yani öğrenciler notla değerlendirilmiyor ve ABD’de çok az okul var böyle. Öğrencilerin kendi eğitimleri konusunda sorumluluk almaları bekleniyordu yani sen şunu yapacaksın gibi.

U.P.: Ben de bilmiyordum bunu, bu benim için de yeni bir şeydi.

C.C.: O dönem için de çok yeni bir şeydi ama üniversite, akademi için de aslında yeni bir şey bu ve çok da konuşulmayan bir şeydi çünkü üniversitelerde biz şunu yapmıyoruz, biz ne yapıyoruz? Biz nasıl bir üniversiteyiz, nasıl akademisyenleriz sorgulamasını daha sık yapmamız gerekiyor ve Boğaziçi'nde de ilginç bir şekilde bu yönetim krizinin faydalı yollarından bir tanesi çünkü bir çok müthiş zararı var, müthiş bir kamu zararı var. Yani Türkiye'nin en iyi üniversitelerinden bir tanesinin neredeyse yok edilmesi süreci var. Tabii yok edemiyorlar bir türlü ama yok edilmesi, bambaşka bir şeye dönüştürülmesi sürecini yaşıyoruz. Bir yandan da böyle bir kriz bizde bir şok etkisi yarattığı için o şokla birlikte biz şeyi şunu yapmaya başladık; nasıl bir üniversiteyiz biz? Biz kimiz? Ne yapıyoruz? Üniversite nedir? Bunları çok daha yoğun tartışmaya başladık. Dolayısıyla belki son dönemde üniversite nedir konusunu, biz ne yapıyoruz konusunu daha yoğun tartışıyor olduk ama aslında bunu uzun senelerdir yapmamız gerekiyordu. Bunlar yapıldı, hiç yapılmadı değil tabii ki. Buna emek veren bir sürü arkadaşımız oldu ama genel olarak böyle bir kabul edilmişlik var. Üniversite de bu işler böyle yapılır ama doğru mu yapılıyor, bu pek belli olmaz Türkiye'de. 

ABD’ye dönersek, 1980'li yılların ortalarından itibaren ben böyle bir deneyim yaşadım kendi hayatımda ve bu deneyim benim için çok belirleyici oldu. Üniversite ne olmalı ve özellikle çeşitlilik konusuda üniversitede özgürlükler konusunda yani formasyonumu ben öyle bir yapı içinden aldığımı düşünüyorum ve akran eğitimine de ben orada başladım. İlk defa atölyelere yani filmle ilgili olan otel atölyeleri, film yapmayla ilgili atölyeleri kendi akrabalarıma vermeye başladım ve yavaş yavaş şunu da fark ettim; benim profesörüm sanatsal üretim yapan ve aynı zamanda da akademisyenlik yapan biriydi ve bu modeli takip etmeye karar verdim hayatımda yani akademisyen ve üreten sanatçı. Tabii ki kuram ile pratik hiçbir şekilde ayrılabilen şeyler değil. Dolayısıyla bu bütünlüğü hayatımda da devam ettirmeye çalıştım ve benzer akademik ortamlarda buluşmak ve bulunmak için hep çaba sarf ettim. 

O üniversiteden aldığım burs bitti, diplomalar alındı. Zaten o dönem bana ABD’ye gittiğin zaman ne okuyacaksın diye soruluyordu, ben de ekonomi okuyacağım diyordum çünkü bir şey söylemek gerekiyor ya, o soruya bilmiyorum gibi bir cevaptı aslında. Çok güzel bir cevap olabilir ama pek kabul gören de bir cevap değildi. ‘Nasıl yani? ABD’ye burslu olarak gidiyorsun ve ne okuduğunu bile bilmiyorsun’. Yani bu kabul edilebilir bir durum olmazdı. Dolayısıyla benim cevabım da ekonomi oldu çünkü annem babam İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu. Benim de onların yolundan ilerlerim diye bir şey vardı kafamda. Fakat orada şunu fark ettim; istediğimi okuyabilirim. Önce fotoğraf dersleri almaya başladım. Baktım çok da tatmin olmuyorum,  belgesel sinemayı keşfettim ve oradan yürümeye devam ettim. Daha sonra da hem akademisyen, hem de belgesel sinemacı olmanın yolunu araştırdım. Gidip daha yükseğini, lisansüstü okumam lazımdı ve bunun en iyi yerlerinden birini buldum; Temple Üniversitesi, Philadelphia. Belgesel sinema konusunda çok güçlü bir okul ve oradan alacağım nihai güzel sanatlar diploması ile birlikte ABD’de yardımcı doçent olarak çalışmaya başlayabilirim diye düşündüm. O diplomayı 1999 yılında aldım ve uzun metraj bir belgesel film bitirme projemdi, daha doğrusu tez projemdi. Doktora demiyorum çünkü Türkiye'de de güzel sanatlarda doktora diye bir şey yok, sanatta yeterlik diye bir diploma var. Sanatta yeterlilik eşittir güzel sanatlar doktorası. ABD’de aldığım diplomanın adı sanatta yeterlik değil ama doktora seviyesi bir diploma fakat ben bunu YÖK'e bir türlü anlatamadım. YÖK'e anlatamadığım için de 2000 yılında Türkiye'ye dönmeye karar verdikten sonra araya giren bu 24 yıl boyunca ben öğretim görevlisi statüsünde bir akademisyen olarak çalışmak durumunda kaldım.

U.P.: Hiçbir şekilde aynı diplomayı akademik yükseltme hamlelerine maruz kalmıyorsunuz. O zaman çok garip, çok tuhaf tabii.

C.C.: Çünkü denklik meselesi var ve o denklikte de bir uyuşmazlık var ama bu şekilsel bir uyuşmazlık. Aynı üniversiteden doktora almış bir sosyolog arkadaş, burada o akademik yükseltmelere tabi olabiliyor ama aynı üniversitenin doktora dengidir dediği diplomayı alan benim gibi insanlar öğretim görevlisi statüsünde kalmaya mecbur bırakılıyor. Yani bu çok garip bir durum çünkü aynı diplomaya sahip sınıf arkadaşlarım şu anda ABD’nin çeşitli üniversitelerinde profesör olarak çalışıyorlar. Dolayısıyla Türkiye'ye dönmekten dolayı cezalandırılmış durumdayım akademik anlamda yani akademik titr anlamında değil ama o kadar önemli ki benim için. 

2000’de Türkiye'ye döndüm çünkü ABD’de yapabileceğim şeyler bitmişti akademik anlamda yani bütün diplomaları aldım, daha üst bir diploma da yok ve ben Türkiye'de bu yaptığımı yapabilirim diye düşündüm, büyük bir umutla Türkiye'ye döndüm. Yani hem belgesel filmler üreteceğim, hem de akademisyen olarak devam edeceğim. Neyse ki İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Sinema Televizyon bölümünden bir teklif aldım ve orada çalışmaya başladım. Beş yıl İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde çalıştım ve daha sonra oradan Sabancı Üniversitesi'ne geçtim. 2007’de de Boğaziçi Üniversitesi'nde geçtim. Bilgi Üniversitesi'nde Sinema Televizyon Bölüm Başkanlığı da yaptım ve o dönemdeki bütün çabam aslında akademik özgürlüklerin olduğu, ifade özgürlüğünün olduğu, çeşitliliğin olduğu dinamik bir öğrenme ortamı yaratmak ve böyle ortamlarda bulunmaktı ve bunu 2007’de Boğaziçi'nde buldum çünkü çok net hatırlıyorum; o zaman tabii rektörleri biz seçiyoruz, seçimle rektörler o göreve geliyorlar ve şimdi rektör nedir olayını da burada biraz açmak istiyorum.

“Üniversite Nedir? Üniversite, belirli bir mekanda bir araya gelen akademisyenler, öğrenciler, çalışanlar ve mezunlardan oluşan, dinamik bir şekilde öğrenme, öğretme ve tartışma ile bilim üretme amacı taşıyan bir topluluktur. Üniversite, bireylerin karşılaşmalarını ve etkileşimlerini mümkün kılan bir mekandır ve bu karşılaşmalar sonucu ortaya çıkan yeni bilgi ve fikirlerin derinlemesine tartışıldığı bir laboratuvardır. Akademik özgürlükler, düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi ve tartışılması, farklı görüşlerin bir araya gelmesi ve bu dinamik süreçlerin sonucunda yeni fikirlerin ortaya çıkması üniversitenin temel işlevlerindendir.”

 

C.C.: Üniversitelerdeki yöneticiler kimdir? Boğaziçi Üniversitesi’nin 2012 yılında Senato da kabul ettiği ilkelerinden bir tanesi şudur; üniversitede bütün yönetici kadrolar seçimle belirlenir. Nedir bu? Örneğin, siz bir bölüm başkanlığı yani en alt kademeyi düşünürsek bölüm başkanı nasıl seçilecek? O bölümdeki öğretim elemanları bir araya gelecek, içlerinden eşit bir arkadaş buna gönüllü olacak çünkü bu bir sorumluluk ve bir seçimle belirli bir süre için siz seçileceksiniz yani sizi kimse atamıyor – siz, eşitler arasından geçici bir dönem için o yönetici pozisyonu sorumluluğunu alıyorsunuz çünkü Boğaziçi Üniversitesi gibi geleneksel olarak zaten yatay olarak kendi kendini yöneten bir üniversitede de bu böyle olmalı. Bizim ilkelerimizden bir tanesi onun için bu ki dekan için de aynı şekilde yani eşitler arasından belirli bir süre o yönetici sorumluluğunu alacak olan kişi seçiliyor ki rektör de öyle yani üniversite bileşenleri arasından biz akademisyenler seçiyorduk rektörü ama bunu genişletmek de lazım yani öğrencilerin de söz hakkı olması gerekiyor, mezunların da söz hakkı olması gerekiyor,  çalışanların da söz hakkı olması gerekiyor, öğrencilerin de söz hakkı olması gerekiyor. Yani o üniversiteyi oluşturan bileşenler dediğimiz insanların bir araya gelip o üniversiteyi kimin yöneteceğini aralarında seçimle belirlemesi gerekiyor.  

Bu, Boğaziçi Üniversitesi'nde 2016 yılına kadar böyleydi. Sadece 2021 başındaki krizden bahsetmiyoruz, 2016'da da aslında bir nevi bir yönetim krizi başladı fakat o yönetim krizi yavaş yavaş yükselen bir kriz oldu ve ardından da 2021’de patlayan bir kriz oldu ve her şey tabii ki değişmeye başladı.

“Rektör Nedir? Rektör, üniversite bileşenlerinin eşiti olan, belirli bir süreliğine sorumluluk almak üzere seçilen bir yöneticidir. Rektör, üniversitenin amiri değil; üniversite topluluğuna hizmet eden, akademik çalışmaların önünü açan ve üniversite içinde özgür tartışma ortamının oluşması için çaba harcayan kişidir. Rektörün görevi, akademik özgürlükleri koruyarak üniversitenin serbest ve özgür bir şekilde işlemesini sağlamaktır. Rektörler, üniversite içindeki tüm bileşenlerin – akademisyenler, öğrenciler, mezunlar ve çalışanlar – ortak iradesiyle seçilmelidir.”

C.C.: Neden 2016 diyorum? Çünkü 2016'da biz rektörümüzü seçmiştik fakat 15 Temmuz 2016 sonrası olağanüstü hal ilan edilmesi sürecinde bizim seçtiğimiz rektörün atanamayacağı ortaya çıktı ve üniversite içinden başka birisi rektör olarak atandı. Şimdi bir kere orada bizim bu seçme irademiz elimizden alınmış oldu. Dolayısıyla krizin başını biraz o tarafa kadar götürmek lazım ki zaten Boğaziçi özelindeki o başlayan kriz Türkiye'deki diğer üniversitelerde hepimizin bildiği gibi KHK'larla yüzlerce akademisyenin üniversitelerden atılması süreci zaten o dönemde başlamıştı. Yani Türkiye geneline baktığımızda son dönemin en müthiş krizlerinden bir tanesi tam da o dönemde başlamıştı ve biraz sizin de dediğiniz gibi, diğer üniversitelerin tepkisiz kalmasının nedenlerinin bir tanesini orada aramak lazım. Çünkü zaten muhalif olan, ses çıkaran akademisyenlerin çoğu çoktan KHK'larla üniversitelerden atılmıştı. Yani üniversiteler o anlamda 2016'dan başlayan süreç içinde sessizleştirilmişti zaten. 

Dolayısıyla ‘rektör nedir?’ sorusuna dönersek; Rektör bir üniversitenin amiri değildir yani bir üniversitenin, özellikle de akademisyenlerin amiri değildir. Dolayısıyla buna böyle bakmak lazım. Üniversite bileşenlerinin eşitidir ve eşitler arasında belli bir süreliğine belli bir sorumluluğu almak için seçilmiş bir arkadaşımızdır ve bize karşı sorumludur çünkü onu seçen biziz. Ama biz seçmediğimiz zaman o zaman başkasına sorumlu oluyor. Şimdi buraya baktığımız zaman, Cumhurbaşkanının atadığı bir rektör, tabii ki Cumhurbaşkanına karşı kendini sorumlu hissediyor, bize karşı sorumlu hissetmiyor. Dolayısıyla 2007'de Boğaziçi'ne geldiğim zaman bulduğum ortam tam da buydu. Seçilmiş bir rektör vardı ve rektör bana şu cümleleri kuruyordu, ‘Can Hocam, burada olmanız bizim için bir kazançtır. Rektör olarak benim görevim de sizin yapmak istediğiniz çalışmaları kolaylaştırmak ve yolunuzu açmaktır’. Şimdi böyle bir yaklaşımdan geldiğimiz yere bakın. 

Geldiğimiz yer nedir? Belki onu da söylemek lazım - 2021 yılında dışarıdan bir rektör atanıyor ve o rektör altı buçuk ay dayanıyor. Ondan sonra da rektör yardımcılığını Boğaziçi Üniversitesi içinden kabul etmiş olan rektör yardımcılarından bir tanesi olan Naci İnci, görevden alınan Melih Bulu'nun yerine Cumhurbaşkanı tarafından vekaleten rektör olarak atanıyor. Tekrar Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor, herhangi bir seçim söz konusu değil ve Naci İnci'nin yaptığı ilk icraatlarından biri ne oluyor? Benim öğretim görevliliği statüsünden kaynaklanan kırılgan statüsünden yararlanarak çeşitli ve çok komik gerekçelerle benim kadro süremi yenilememek oluyor ve benim şu anda üçüncü kez yasamakta olduğum bir döngü başlıyor. Yani görev sürem uzatılmıyor, kadro sürem uzatılmıyor, görevden alınıyorum, mahkemeye veriyorum, mahkeme yapılan işlemin haksız ve hukuksuz olduğunu tespit ediyor ve tekrar göreve iadem gerçekleşiyor, bütün o verilmeyen maaşlar faiziyle veriliyor. Sonra bir sene sonra öğretim görevlisi kadrosunda olduğum için tekrar kadro yenileme zamanı geliyor ve tekrar kadro sürem yenilenmiyor, bir daha görevime son veriliyor, tekrar davalar açılıyor, tekrar mahkemeden yapılan işlem haksız ve hukuksuzdur diye lehime karar veriliyor ve ondan sonra da tekrar göreve iade ediliyorum, geçen yaza geliyoruz yani Temmuz 2023'e. Aynı şey üçüncü kez gerçekleşiyor; tekrar dava açıyorum. Şimdi Temmuz 2023’ten bugüne kadar dava süreci devam ediyor bu kadar sene hizmet verdiğim üniversiteye tekrar geri dönebilmek için.

U.P.: Hocam, şimdi şöyle bir şey yani burada da rektör aslında devleti zarara uğratıyor. Yani size haksız bir karar veriyor, devlet de size faiziyle maaş ödüyor.

C.C.: Tabi tabi. Devlet dediğimiz de siz, biz yani - bizlerin vergilerinden.

U.P.: Bizim vergilerimizle toplanan paradan size fazla maaş ödeniyor. Sonuç hukuksal olarak yanlış olan bir şey sürekli dönüp dönüp geliyor. Şimdi bunu yapmanın mantığı ne o zaman?

C.C.: Hatta sadece o değil, bütün bu davalardaki bütün hukuki masrafları yine Boğaziçi Üniversitesi ödüyor.

U.P.: Onu diyorum.

C.C.: Yani aynı zamanda sadece bana verilen faiz değil yani asıl masraf bu hukuki süreçlerdeki masraflar. Yani bütün bu davalarda aleyhine karar verildiği için Boğaziçi Üniversitesi, kamu kaynaklarını bu şekilde boşa harcıyor dediğiniz gibi ve bu korkunç bir şey.

U.P.: Hadi bu sefer yanlış yaptınız ve yanlış hukuktan döndü, bir daha bu yanlışı tekrarlamazsınız.  O zaman size karşı yapılmış bireysel olarak; buradan git gibi. Tabi ki yıldırma başka bir şey ama bu arada devlete de yani bizlere de vergilerimizle de zarar verilmiş oluyor yani bu kabul edilebilir bir şey değil. Ekonomik sıkıntı çeken bir ülkede bu nedir Allah aşkına?

C.C.: Tabii ki ama şimdi bunlar aslında solda sıfır gibi düşünebiliriz çünkü bu bana yapılan bir şey ama asıl yapılan zarar, asıl verilen zarar müthiş bir hasar. Türkiye'nin en iyi kamu üniversitelerinden bir tanesinde ücretsiz, belli bir standartta, kalitede yüksek öğrenim görme hakkı yüzlerce, binlerce öğrencinin elinden alınıyor - asıl sıkıntı burada. Yani benim üzerimden yapılan kamu zararları bir ise bu bahsettiğim kamu zararı bin, belki daha da fazla.

U.P.: Ve siz boşa vakit harcıyorsunuz, hukukla uğraşıyorsunuz, avukatlarla uğraşıyorsunuz, davayla uğraşıyoruz. Bu olacak iş değil.

C.C.: Tabi. Yani düşünsenize, biz şimdi üniversiteyi konuşuyoruz değil mi? Şimdi üniversite ile bu konuştuklarımızın ne alakası var? Hiç bir alakası olmaması gerekiyor. Bizim şu anda akademik özgürlükleri konuşmamız gerekiyor, öğrencilerimiz için nasıl bir üniversite kurmalıyız bunları konuşmamız gerekiyor öyle değil mi? Üniversitenin tanımı nedir örneğin? Buna kafa yormamız gerekiyor. 

Üniversite, öğrencilerin kendilerini güvende hissettiği, sadece öğrencilerin değil, bütün üniversite bileşenlerinin kendilerini güvende hissettiği bir yerdir. Üniversitenin tanımlarından biri bu ama şimdi olaya bakın. Yani Boğaziçi öğrencilerine, mezunlarına, çalışanlarına, akademisyenlere yüzlerce soruşturma açılmış durumda. Bu üniversitenin kapısından özgürce giremiyorsunuz. Ben, Ekim 2021’den bu yana 14 sene boyunca emek verdiğim üniversitemin kapısından giremiyorum özgürce. Mezunlar giremiyor, keza hapis cezası bile alan öğrenciler oldu, hapiste kalan öğrencilerimiz oldu. 2021'in başından bu yana uzaklaştırılan öğrencilerin sayısını artık tutamıyorum bile. Soruşturmalar, soruşturmalar, soruşturmalar, soruşturmalar... Üniversite denen şeyden o kadar ayrı gayrı bir şey ki bu, olmaması gereken bir şey. Yani dolayısıyla maalesef bu dönemde bunlarla uğraşmak zorunda kalıyoruz. 

Bir de bunların yanında ders verebilen akademisyen arkadaşlar derslerine devam etmeye çalışıyor, araştırma yapmaya çalışan arkadaşlar araştırmalarına devam etmeye çalışıyor ama bu mümkün mü sizce? Yani güvenin verilmediği, özgürlüklerin yaşanmadığı bir ortamda bilim yapmak, efektif ve verimli bir şekilde ders verebilmek ya da ders alabilmek yani bir üniversitenin verimli bir şekilde işleyebilmesi mümkün mü? Tabii ki değil. 

Türkiye'deki üniversite tarihini düşünürsek bu, üniversite tarihine çok çok kara sayfalar şeklinde geçiyor bu dönem maalesef. 161 yıllık bir kamu eğitim kurumundan bahsediyorsunuz, 51 yıllık bir kamu üniversitesinden bahsediyorsunuz. İnce ince işlendi o bahçe ve şimdi o bahçeyi yok etmeye çalışıyorlar. Yani bu inanılmaz bir şey.

U.P.: Süre o kadar hızlı geçiyor ki hocam, şimdi çeşitli platformlarda aslında Taner Bilgiç Hocanın adı yayın öncesinde geçmişti ve Lale Hoca ile de aslında karşılaşıyoruz. Onları da ben takip etmeye çalışıyorum ve bu anlamda Boğaziçi Üniversitesi'nin yaptığı şeye çok önem veriyorum. Burada aslında yavaş yavaş sona geliyoruz ama hiç önemli değil ki programın süresini aşmak da hiç önemli değil. Bence çok önemli bir şey konuşuyoruz. Hocam, son kısımda şunu duymak istiyorum sizden ki ben de bu tanımı yapmaya çalışıyorum; üniversite nedir? Çok önemsiyorum çünkü bunu, çok teşekkür ederim.

C.C.: Tabii, ben teşekkür ederim. Bir kere üniversite tanımını oluştururken üniversite bileşenlerinden biraz bahsetmek lazım. Üniversite kimlerden oluşur ve üniversite nedir dediğimiz zaman, üniversite kendi içine karşı sorumludur çünkü akademi dediğimiz bir camia var yani hem dünya çapında uzun yıllardır akademi dediğimiz, üniversite dediğimiz bir oluşum var. Dolayısıyla hem kendi içine ve bu geniş topluluğa karşı bir sorumluluğu var, hem de kurumun kendi içine sorumluluğu var. Ama bir de tabii o toplumun içinde bulunduğu topluma ve dünyaya da karşı bence bir sorumluluğu var. Dolayısıyla bunu çift taraflı düşünmemizin önemli olduğunu düşünüyorum. 

Üniversite kimlerden oluşur? Yani tamam, bir mekandır üniversite, bir kere onu tanımlayalım çünkü öyle bir mekana ihtiyaç var. Neden öyle bir mekana ihtiyaç var? Çünkü bir takım insanların orada bir araya gelmesine ihtiyaç var ve o bir araya gelmeler sonucunda ortaya çıkan karşılaşmalara ihtiyacımız var. Yani bence üniversitenin bir tanımı, bu karşılaşmaların mümkün olduğu bir mekan. Şimdi kimler karşılaşıyor ve bileşenleri nedir? Akademisyenler, öğrenciler o üniversitede çalışan insanlardır ve o üniversitede, zamanında orada olmuş ama artık orada olmayan çoğunlukla mezunlar, emekliler vs. de var. Dolayısıyla böyle dört ayaklı bir yer olarak düşünmek mümkün üniversite dediğimiz mekanı. Şimdi orada insanlar neden bir araya geliyorlar? İki temel nedeni var bence; bir tanesi, birbirlerinden bir şeyler öğrenmek için bir araya geliyorlar yani üniversitenin tanımında bence bu olması gerekiyor. Bir grup insanın bir araya gelip birbirinden öğrendiği bir yerdir üniversite. Kim kimden öğreniyor? Şimdi tabii klasik anlamda, bir öğretici bir de öğrenen vardır yani öğretmen vardır, öğrenci vardır. Bunu böyle düşünmemek gerekiyor. Biz birlikte öğreniyoruz yani sizin uzmanlık alanınız da adı üzerinde ‘uzman’ olduğunuz için birçok kimseden daha fazla şey biliyorsunuz ve tabii ki onları daha az bilen insanlara aktaracaksınız. Ama hiçbir zaman öğrenme böyle tek yönlü bir trafik değil, hepimiz biliyoruz bunu akademisyen olarak. Aslında biz öğrencilerimizden de örneğin çok şey öğreniyoruz, bazen üniversite çalışanlarından çok şey öğreniyoruz alanımıza bağlı olarak, bazen mezunlarımızdan da çok şeyler öğrenebiliyoruz. Dolayısıyla üniversite, bu bileşenler arası öğrenme deneyiminin yaşandığı bir laboratuvar aslında çünkü o öğrenme deneyimi de sabit bir şey değil, sürekli dinamik olan ve değişen bir şey. Yani siz her dönem diyelim kuş bilimi dersi verdiğiniz zaman, bir takım öğrencilerle çalışmaya başladığınız zaman o dönem yaptığınız çalışma hiçbir zaman başka bir dönemle aynı olmuyor çünkü dinamik bir şey, öyle değil mi? Dolayısıyla dinamik bir şekilde insanların bir araya gelip öğrendiği ve belli bir seviyede öğrendiği yani yüksek öğrenim dediğimiz şey, lisans, yüksek lisans, doktora vs. farklı aşamalarda bu öğrenme deneyimlerinin gerçekleştiği bir mekan üniversite. 

İkincisi de bilimin üretildiği bir yer ya da sanatın üretildiği bir yer ya da kültürel faaliyetlerin gerçekleştirildiği bir yer üniversite. Nedir bu? Yeni bilgilerin üretilmesi, deneylerin yapılması, yeni düşüncelerin tartışılması, yazılı, çizili, görsel, işitsel ne ise üretimlerin yapılabilmesi ve böylelikle bilim dediğimiz şeyin de ilerlediği bir yer üniversite. Şimdi bütün bunların olabilmesi için üniversitenin bir kere serbest ve özgür bir yer olabilmesi gerekiyor. Düşüncelerin paylaşıldığı, ifade edildiği, tartışıldığı, farklı görüşlerden insanların bir araya geldiği, düşünsel anlamda kavga ettiği ve bütün bunlardan yeni fikirlerin ortaya çıktığı bir yer olması gerekiyor ve bu da ancak ve ancak akademik özgürlükler dediğimiz şey ile olabilir. Üniversitenin o halini korumak tabii ki çok çok önemli. Yoksa işte maalesef böyle krizlere koşarız. 

Sizin de programınız Antroposen olduğu için ve özellikle de tabii ki içinde bulunduğumuz iklim krizi, biyoçeşitlilik krizi, vs. - yani gerçek anlamda üniversiteler olsaydı bu ülkede, belki de biz biyolojik çeşitliliğin bu kadar zengin olduğu bir coğrafyada belki de dünyaya örnek şeyler yapıyor olurduk.

U.P.: Çok ço katılıyorum hocam. Hocam, çok teşekkür ediyorum! Çok güzel, çok kıymetli bir söyleşi oldu. Vakit ayırdınız, ben ne kadar teşekkür etsem azdır, ağzınıza sağlık. Ben buradan Sumru’ya da çok teşekkür etmek istiyorum. Kendisi Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden arkadaşım, size ulaşmamı sağladı. Ona da buradan selam gönderiyorum. Çok çok teşekkür ediyorum tekrardan size.

C.C.: Ben de buraya selam gönderiyorum, çok teşekkürler.

U.P.: Sağolun! Bugün Antroposen Sohbetler'in sonuna geldik. Konuğum Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Can Candan idi. Can Hoca ile üniversitelerdeki akademik özgürlüğü, üniversite kavramını konuşmaya çalıştık. Önümüzdeki haftalarda tekrar buluşmak üzere hoşça kalın, iyi akşamlar.