Medeniyetin ağları: Demir-Çelik dolu bir dünya

Kopuk Bağlar
-
Aa
+
a
a
a

Kopuk Bağlar'da Fatma Genç ve Hasan Ateş, Berna Güler ile doğada, insan bedeninde bulunan ve aynı zamanda medeniyetin ağlarını ören demiri ve Cumhuriyetin yüz yıllık sürecinde demir cevherinin çeliğe dönüşümünü konuşuyor.

""
Medeniyetin ağları: Demir-Çelik dolu bir dünya
 

Medeniyetin ağları: Demir-Çelik dolu bir dünya

podcast servisi: iTunes / RSS

Hasan Ateş: Açık Radyo’dan merhabalar, Kopuk Bağlar’ın yeni programında beraberiz. Kopuk Bağlar iki haftada bir Cuma akşamları 19.30’da Açık Dergi içinde yayınlanmaktadır. Bugün Sevgili Berna Güler Hocamız konuğumuz. Hoş geldiniz.

Berna Güler: Hoş buldum.

H.A.: Berna Hocamız ile en temel element olarak demirin insan bedeninde, doğada ve ulus devlet içerisinde mallardan metalara aldığı biçimi konuşacağız. Günlük hayatımızın en önemli malı, metası, nesnesi olan demir çeliğin nasıl biçimlendiğini, Cumhuriyet tarihi içerisinde nasıl dönüşüme uğradığını konuşacağız. Belki biraz da öncesine götürerek mitolojiden edebiyata, toplumsal cinsiyetle doğayla, emekle, ulus devletle ürünün, nesnenin, metanın nasıl yol aldığını ele alacağız.

Fatma Genç: Merhaba hoş geldiniz. Teknik masada Sevgili Berke Akmeşe bizimle, yardımları için teşekkür ediyoruz. Yılın son programı, Küçük İskender’den alıntıyla herkese iyi yıllar dilemek istiyorum;

(...) üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte,

ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm

hem de çelikten toprağını dele dele hayatın! (...)

Kalkınmanın şiarı ‘üç siyahlar’dan demir-çeliği konuşacağız. Bugün radyoya gelirken etrafıma baktığımda ne kadar çok demir çelik ürünü olduğuna dikkat ettim. Demir-çelik hayatımızda çok yaygın bir nesne. Nazım Hikmet’in de, ‘Demir, kömür, şeker ve bilcümle sanayi kollarının’ diye saydığı endüstri kollarından birisidir. Samuel Smiles’ın da şöyle bir alıntısı var; “İnsan bedeninde ve doğada bulunan, üreticinin ruhu ve belki de uygarlığın temel direği.” Sidney Mintz de meta fetişizminden bahsederken demir çeliğe atıf yapar; “Ergitilmiş metal ya da daha iyisi ham demir cevherin, ustalıkla işlenmiş bir çift kelepçe ya da prangayla bir arada gördüğümde de bir giz uyanmalıydı.” Biz de o gizi konuşacağız.

‘İşleyen demir pas tutmaz’, ‘Demir nemden insan gamdan çürür’, ‘Demir tavında dövülür’, ‘Yer demir gök bakır’ kolektif sahanlıklarından yola çıkarak mitostan logosa demir cevheri insan-doğa etkileşiminin tarihsel yolculuğunda nasıl şekilleniyor?


B.G.: Teşekkür ederim. Öncelikle Açık Radyo’da Kopuk Bağlar programının içerisinde yer almaktan dolayı heyecan duyuyorum, emeği geçen herkese teşekkür ederim. Yeni bir yıla giriyoruz, yılın son programında beraberiz, yeni bir yıl dileğiyle başlamak isterim; barış, adalet, özgürlük ve neşeye dair kopan bağlarımızı mücadele azmi, cesareti ve direnci ile yeniden inşa ettiğimiz bir yıl olsun. Evet, bu inşa meselesi önemli. İnşanın kendisinde de hemen aklımıza gelen demir-çelik.

Bir ürün olarak demir-çeliğin, gizinin ortaya çıkartılabilmesinde Henri Lefebvre’den ödünç aldığım ifade yardımcı olacaktır: “Genel üretim rakamlarıyla düşünmeye son verildiğinde belirleyen ile belirlenen birbirinden ayrılıp belirlenen olguların önemi ve belirleyicilerle etkileşimi gözlemlediğimizde kendini gösterir.” Bizim karşımıza çıkan en temel nokta; nesnenin, ürünün, metanın emek ürünleri olarak ve bu emek ürünlerinin de toplumsal bir ilişki biçimi almasıyla belirlenmiş olmasıdır. Geçen programlarınızda da ortaya konulduğu gibi nesnenin, ürünün, metanın üç koşulda var olan değişimi ile belirlenmektedir. Bunlardan biri biçimsel değişim, formun kendisinin farklı olarak şekillendirilmesi; ikincisi şekillenmelerin sonucunda bir mana olarak ifade bulması, bu duruma sembolik değişim diyebiliriz. Üçüncüsü ise endüstrileşme ile birlikte hem bir emek ürünü olan teknolojinin, hem de emek gücünün dahil olmasıyla biçim kazanan meta haline gelişi, dolaşım mekanizmasının açığa çıkarılışı yani değer değişimidir.

Bu durumun belirlenişi son derece karmaşık bir içeriğe sahiptir. Ancak açılış yaptığınız ilk programda da belirttiğiniz gibi, ürünün peşinden gidip de tam da makaranın ucunu takip etmeye başladığımızda her şey daha da netleşiyor. Tabii, bunun bir de tarihsel süreci var. Demir cevherinin mitostan logosa uzanan yolculuğu, çok da heyecan verici.

Demir cevherine ilişkin ilk bilgiler, M.Ö.3000ile 5000 yılları arasında ve bu coğrafyanın içerisinde ortaya çıkar ve bu bilgiler mitosla bezenir. Demir cevherine Mısırlılar ‘göğün armağanı’, Sümerliler ise ‘göğün madeni’ olarak ifade ediyorlar. Günümüzde yapılan arkeolojik kazılarda demir cevherinin ilk bulgularının meteor kaynaklı olduğu belirlenmiştir. Daha sonra da dağların delinmesiyle birlikte demir cevherine ulaşılmaya çalışılıyor ve bu çok meşakkatli bir iş olmaya başlıyor. Yunancada ‘aramak’ fiili metal anlamına da geliyor. Bütün bu süreçte demir cevherinin değişiminin, biçiminin ya da formunun değişim halini içermesi ateşle birlikte oluyor. Ateşin de ehlileştirilmesi, evcilleştirilmesi ardılı, demir ile ateşin hemhâlı karbonlaşmanın açığa çıkması, su ile temasa geçirilmesi ‘soğutma’ ya da ‘ürkütme’ adı verilen işlemle daha da sertleşmesiyle çelikleşme gerçekleştiriliyor.

Demir cevherinden biçim değişimiyle çelik ürünler ortaya çıkışı, mana ya da sembolik dünyada ikili bir hal alıyor. Misal, çelikten ürünler savaş kötülüğün timsali aynı zamanda iyilik bir tür kutsiyetin de içermesidir. Çelikten ürünler savaş aletlerini kutsama, ev eşyalarını kutsiyet kazandırmak, koruyucu dilekler ve aynı zamanda savaşın ve kötülüğün bir aracı olarak düalist bir durumun içinde gelişir. Bu değişim sürecini bir tür adlandırma, tariflendirme yapılmasını insana dair cinsiyet temelli bir kavramlar üretilirken, cinsel imgelemeler kullanılmaktadır. Eritme fırınlarının toprak ana rolünü üstlenmesi, eritme işleminde eril ve dişil olarak adlandırılan cevherlerin birbiriyle karıştırılması, erime fenomeninin ‘metallerin düğünü’ olarak tanımlanırken ve zanaatkârın görevi de ebelikle eşdeğer tutulur. Bugün de tıbbi anlamda erkek sembolü ve kadın sembolünün kullanımı hala o dönemle ilişkilendirilerek karşımıza çıkması hayli ilginçtir. Metallerin içinde demir sembolü erkek, bakır sembolü ise kadını temsil eder. Demir sağlam, güçlü erkeği temsil ediyor, bakır ise demire göre daha az sert ve yumuşak olduğu için kadını temsil ediyor.


Maria Mies’in Ataerki ve Birikim kitabında da çok net bir şekilde ortaya koyduğu üzere ‘biyolojinin sirayet ettiği doğa kavramının tahakküm ve sömürü ilişkisini gizemli bir havaya soktuğunu, böylesi bir açıklamanın (erkek) insanoğlunun, (dişi) doğa üzerinde tahakkümünü yaratmış olduğunu, tarihsel kavramsal açıklamalarda bu tahakküm ilişkisinin dolaylı olarak bulunmaktadır’.

Erken Cumhuriyet dönemine geldiğimizde de 1939’da kurulan Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın fırının isminin ‘Fatma’ olması, 1960’da Ereğli Demir Çelik Fabrikası’nın fırının isminin ‘Ayşe’ olması, daha sonra 2006’da özelleştirme sonrası Ereğli Demir Çelik Fabrikası’nın satın alan Oyak Grubu’nun ikinci fırınına verdiği isim ‘Ayşe’dir.

Kolektif bilinçaltına yerleştirdiğimiz birçok durumun kendisiyle birlikte açığa çıktığını da görmek mümkün. Tüm bu süreçler yanı sıra demir-çelik ürününün tarihsel serüveninde Mircea Eliade’nin Demirciler ve Simyacılar kitabında bize şunu söyler, “İnsanın yer altındaki yavaş olgunlaşma sürecini değiştirip hızlandırmasıyla artık insan zamanın yerine geçmiştir.” Doğayı dönüştürmek için tahakkümü mümkün kılacak çekip çıkarma süreçlerini çabuklaştırma gayreti hâkim olmaya başlar. Eliade 18. yüzyıldan Jean Reynand’dan bir aktarma yapıyor ve diyor ki, “Ekmeği nasıl yapıyorsak madenleri de yapabiliriz. Biz olmasak ekinler tarlada olgunlaşamaz, değirmen olmasa buğday una dönüşmez, un ise mayalanma ve pişirme yoluyla ekmeğe dönüşmez. Nasıl tarımda iş birliği yapıyorsak maden içinde de doğayla işbirliği yapalım. İşte o zaman önümüzde hazineler serilecektir.”

1840'larda Yukarı Silezia'da Laurahütte demir tesisleri

1923’te Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği yer üstündeki zenginlik ve yer altındaki zenginliğin çıkarılmasıyla en etkin biçimde kullanılmasının gerekliliğini vurgularken, endüstrileşmenin, kapitalistleşmenin gerçekleşmesi için madenler meselesi çok elzem bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

F.G.:
Türkiye sürecine geçmeden, bu güzel girizgahın ardından bir şarkı çalalım. Hem müzisyen, hem de demir işçisi olan Dewain Olby tarafından 1965 yılında Wisconsin kırsalında bir garajda kayda alınan Ironworker Blues’u dinleyelim. Demir çelik çalışma seslerinin de eşlik ettiği şarkının sözleri de ilginç; “Gözyüzünde oturuyorsun. Kuşların uçuşunu izliyorsun. Sonra merak edersin ve demir işçisinin hüznünü yaşarsın.”

Demir çelik metalaşma sürecinden Cumhuriyetin yüzyıllık sürecinde demir çeliği konuşmak istiyoruz. Demir işinin yapıldığı, tahayyüllerimizi de aşan birçok alan var; makineler, enerji santralleri, tribünler, donanımlar, köprüler, hastaneler, okullar, gemiler, demiryolları… Erken Cumhuriyet döneminde demir çelik şeker, un, kömür fabrikaları için medeniyetin ağlarını ören ve fabrikaları kuran fabrikalardır. ‘Yurdu demir ağlarla örmek’ şiarının da arkasında yatan bir nesnedir. Bir yanıyla en çok iş cinayetinin yaşandığı, grev ve direnişlerle hareketli bir alandır da. Osmanlı’dan devralınan mirasla Cumhuriyetin yüzyılında demir çelik nasıl şekillenmiştir demir çelik dolu dünyamızda?

B.G.: Osmanlı döneminde İstanbul’un 1453 yılında kuşatılma zamanında bugünkü Kırklareli ili içinde Demirköy’de bulunan dökümhanede demirden gülleler, büyük demir zincirler, muhtelif savaş aletleri yapılmış, uzun zaman bu dökümhane savaş malzemeleri yapımına hizmet etmiştir. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde de nal, zincirler, bıçaklar, kılıçlar üretildiği bilinmektedir. Bir vesile ile gittiğim Kırklareli Demirköy’de demir işçiliği tarihsel sergilemesi yapılırken halen demircilik ustalığı sürdürülüyor, zanaatkar ustalar kendilerini şu anda sanayinin bir öznesi olmaktan imtina ediyorlar. Yani zanaatkarlığın devamlılığı konusunda da inatçı olduklarını gördüm.

Osmanlı dönemi ile devam edelim. Kömür bulunur ve çıkartılmaya başlanır: Kömür demir-çeliğin ana girdisidir.
Ancak Batı’da gelişen kapitalist üretim ilişkileri bağlamında demir-çelik dalında temel üretim aracı olan yüksek fırın ve ona bağlı teknolojiler Cumhuriyet’e kadar bu topraklarda görmüyoruz. Demir-çelik dalında en önemli gelişme, 19. yüzyılda Henry Bessemer’in aynı adla anılacak olan Bessemer yöntemi ile demir-çelik ürününün çok hızlı gerçekleştirilmesini sağlayan süreci bulmasıyla artık demiryolları için hızlı ray döşemesi yapımı hayat bulur. Böylece demir-çelik dalının baş ürün metası ‘ray’ olur. Osmanlı’da ‘gidememenin’, ‘ulaşamamanın’ getirdiği bir sonuç: Hızlı ray üretememe ve demiryollarının inşasını gerçekleştirememedir. Osmanlı, yabancı sermayeye bağımlı olarak demiryolu döşenmesiyle karşı karşıya kalır.



Süreç içerisinde savaştan çıkmış olan Genç Cumhuriyet, savaş sorunsalına çareler üretmek ve iç pazarı da geliştirmek amacıyla ilk etapta Kırıkkale Demir Çelik Fabrikası’nın kurulduğunu görüyoruz. Genç Cumhuriyet ‘gidememe’, ‘ulaşamama’ sorununu çözmek adına bu dönemden başlayarak ‘yurdu demirağlarla örmek’ mottosu önemli olur.



Konuşmamın başında da söz etmiş olduğum, Karabük Demir Çelik Fabrikası ilk defa bir entegre tesis olarak kurulur. Bu entegre tesisin iki temel girdisi vardır; b
irisi kömür - Türkiye Taş Kömürü’nden alınıyor - diğeri ise, demir cevherinin çıkarılması gerekiyor. Tam demir cevheri dışarıdan temin edilecekken içeriden bulunuyor. Divriği demir cevheri dünya standartlarında olduğu tespit edilir, eğer dünya standartlarında olmasaydı dışarıdan satın alınacaktır.

Karabük Demir Çelik Fabrikası’nda G. Kessler, 1949’da yapmış olduğu bir çalışmada ’pederşahi bir devletin, himaye edici bir devletin işçileriyle kurduğu bir ilişki’ olarak ifade eder ve ücretlerin düşük olduğunun vurgusunu yapar. Erken dönem ulus devlet, artı değer yaratılmasında bir tür aracı pozisyon aldığını görebiliyoruz. Bu önemli çünkü demir-çelik ürünü bütün alt sektörlere girdi sağlıyor. Diğer yandan bir de kurulum yeri meselesi var. Fabrikasının kurulum yerinin Zonguldak limanına uzaklığının askeri amaçlı olduğunun vurgusu yapılırken, bu durumun Avrupa ülkeleriyle karşılaşma yapıldığında da hiçbir şekilde kârlı bir seçim olarak görülmez. Yanımda da sevgili Nora Şeni’nin kitabı var, sevgili Hasan getirmiş.



Nora Şeni, devletin bölge içinde işçilerin yoğunlaşması yerine daha geniş bir alana yayılmasını sağlama iradesi olduğunun altını çizer. Bunun önemli bir tespit olduğunu düşünüyorum. 1940’lı yıllardan 1950’li yıllara taşıyacak süreçte ikinci bir tesisin açılma telaşı vardır. Fakat bu tesis, bir türlü faaliyete geçirilemez. Diğer yandan aynı dönem, demir-çelik dalında uluslararası ticaret sermayesini zemin alan yerli sermayenin üretken sermayeye dönüşme evresinin olduğu bir dönemi ifade eder.

1960’lı yılların başı Ereğli Demir Çelik Fabrikası’nın kuruluşu var. Fabrika, çok geniş bir konsorsiyum ile kurulur. Burada Koç firmasının da yani Vehbi Koç’un da bir oyu olup, heyetin içerisinde olduğunu görüyoruz. Bu da bize ulus devletin müdahaleci yanının sermaye birikimi yaratılması anlamında önemli olduğunu gösteren durum olarak karşımıza çıkıyor. Bu dönemde kalkınma literatürünün fenomeni olan Hirschman’ın sanayide ileri geri bağlantılarının optimum ölçekte gerçekleştirilmesinin endüstrileşmede ivme yaratılmasının asli koşulu olarak sunulduğunu görmekteyiz.

1950’li yıllarda kırsal çözülmeyle başlayan işçileşme süreci, 1960’lı tüketim standartlarının yerleşmeye başladığı dönem olur. 1960 yılında Ereğli Demir-Çelik fabrikalarının inşasını üstlenen ABD firması olan Morrison şirketi için çalışan işçilerin kötü çalışma koşullarını ve ücretler için mücadelesini dönemin işçi gazetesi olan İşçi Postası’nda (Can Şafak (2017), Ereğli 1960-1965 Morrison’un Yapı İşçileri) izliyoruz. Ereğli havzasında işçi mücadelesi, direnişi ve örgütlenme çabalarını görüyoruz. Hocam, ışıklar içerisinde uyusun, Mübeccel Kıray Ereğli (1962) çalışmasında önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Diyor ki, “Ereğlileri …. daha fabrikanın ilk kuruluş yılında işçi hareketleri bakımından Türkiye’nin en görgülü insanları haline getirivermiştir.” Örgütlenme açısından son derece önemli bir mücadele olarak karşımıza çıkıyor. Süreç içerisinde Ereğlili emekçiler önemli kazanımlar elde eder.



1980’li yıllara gelindiğinde, sürecin değişimi esnasında ulus devletin piyasa yönelimli bir müdahalesi söz konusu ve kamuya ait yerlerin satışları da var. Bunun içinde en tipik olan OYAK’ın Ereğli Demir Çelik Fabrikalarını ve İskenderun Demir Çelik Fabrikası’nı satın almasıdır.

OYAK, 1960 ve 1970’li yıllarda sermaye birikim donanımını güçlendirmiş, holdingleşmiş, 2000’li yıllarda demir-çelik dalında Erdemir Grup adıyla güçlü konumunu korurken, bugün de borsada hisse senetlerinin arzıyla Türkiye gündeminde önemli bir yere de oturmuştur. Bu sürecin işleyişinde işçilerin örgütlenme açısından da epey zorlu ve zahmetli bir dönem söz konusudur.

2018 yılında ‘Metal Fırtına’yı hatırlayalım. Grev dalgasında metal işçileri öncü oluyor. Dönemin hükümeti tarafından milli güvenlik gerekçesiyle grev erteleniyor, mücadele sonrasında kısmen de olsa işçiler haklarını alıyor. Ne var ki, içinden geçtiğimiz dönemde emek üzerindeki denetim ve kontrol mekanizmalarının son derece baskıcı bir şekilde gerçekleştirildiğini görüyoruz. Bunlardan bir tanesi de Tosyalı Holding’de demir-çelik fabrikasındaki çalışma rejimidir.

Ürünün izini sürdüğümüzde, yol güzergâhlarını incelediğimizde emek sürecinde sermaye birikiminin değişim ve dönüşümünü görme fırsatını da elde edebiliyoruz. Tosyalı Holding, 1952 yılında küçük ölçekli olarak kuruluyor. Boru, kazan yapımı üzerine çalışırken sonrasında önemli bir atak yapıyor ve 2000’li yıllarda çok önemli bir şeye işaret ediyor. İnternet sayfasına baktığımda diyor ki, “Üç ayrı kıtada 25 üretim tesisi, 10 binden fazla çalışan dakikada 5 bin metre boru üretiyoruz.” ‘Dakikada 5 bin metre boru’ muazzam bir çalışma temposu demektir ve çalışma ortamının en az maliyetle düzenlenme becerisinin mümkün kılınmasıdır. 8 Kasım’da dehşet bir patlama oldu, 10 yaralı ve üç ölümle sonuçlandı. Bu bir iş cinayetidir.

Demir-çelik endüstrisi hem bir taraftan çok büyüyen diğer taraftan da emek üzerinden artı değerin yaratılarak gerçekleştirildiği bir birikim olarak karşımıza çıkıyor. Etrafımızda bulunan çelikle ilgili olan her türlü şeyin, ürünün, metanın hem terle hem de acı ve yas ile birlikte işlediğini görmek demektir. Son olarak eklemem gereken bir husus var: Demir-çelik dalının ürün-metaları muazzam şekilde üretiliyor ve hem demir cevherinin çıkartılması için dağlarda büyük oyuklar ve yer altında büyük gedikler açılmakta hem de demir-çelik fabrika bacalarından çıkan yüksek karbon salınımı ile doğanın tahribatına yaşamın yok olmasına büyük tehdit oluşturmaya devam ediyor. Çetin rekabete sahne olan demir-çelik dalında uluslararası ticaret alanında iklim değişimine önlem olarak karbon salınımına ilişkin standartlar getirilmeye başlanması, bazı üreticiler için yüksek maliyet anlamını taşırken, dünya ölçeğinde, ulusal ve yerel alanda sermaye biriktiricileri için kartların yeniden karılıyor demektir.

F.G.: Bu kadar kısa sürede böylesine yaygın bir nesneyi anlattığınız için teşekkür ederiz.

H.A.: Çok teşekkür ederiz Hocam. Bir element, madde üzerinden doğa, ulus devlet, emek gücü ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiyi olağanüstü bir tarihsel aralıkta anlattınız. Önümüzdeki programda sevgili Çağın Erbek ile pamuğun Türkiye’deki serüvenini konuşacağız. Sevgili Çağın’ın doktora teziydi ve doktora tez danışmanı da Berna Güler Hocamız idi. Bunun için de size çok teşekkür ederiz. Herkese değerli bir yıl diliyorum. Hoşça kalın.