Darfur meselesi Türkiye için bir fırsat mı?

-
Aa
+
a
a
a

3 Ekim 2006Zaman GazetesiHilal Elver

Kabaca, Fransa büyüklüğünde olan Batı Sudan’daki Darfur bölgesi, 2003’ten bu yana dünyanın en kötü insanlık dramına sahne olmaktadır.

Güvenilir kaynaklara göre, yapılan ölü sayısı tahminleri en az 200.000 civarındadır ve buna ek olarak evlerinden edilen 2 milyondan fazla insan kamplarda tehlike altında yaşam sürmekte ve tamamıyla uluslararası insani yardıma bağımlı olarak yaşamaktadırlar. Ayrıca, Çad’da sınır boyunca yaşayan Darfurlu mültecilerin sayısı da 208.000’dir ve yaklaşık 6 milyon nüfusa sahip olan Darfur’un neredeyse yarısı yeterince beslenememekte ve gıda temininin engellenmesi nedeniyle yakın bir açlık tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Tabiat da trajedi de kendi payına düşen katkıyı yapmış, geçtiğimiz yıllarda yağışların son derece azalması kuraklık ve çölleşmenin artmasına yol açmıştır. Bu sıkıntılar son birkaç on yıl boyunca toprağın taşıma kapasitesini aşan bir nüfus artışı ile daha da kötüleşmiştir; fakat insanların sıkıntı yaşamalarına yol açan esas sebep, savunmasız bir sivil halka yöneltilen acımasız siyasi şiddettir.

Darfur’daki siyasi gelişmeler de karmaşıktır; fakat Sudan hükümetinin iddiaları bir yana, pek de belirsiz değildir. Çatışmanın en derin sebepleri kıt olan toprak ve suyun dağıtımı ile ilgilidir ve Darfur halkı arasında yaygın olan Hartum’daki hükümet tarafından hem ekonomik gelişme hem de daha iyi memuriyetlere gelebilme konularında kendilerine âdil davranılmadığı şeklindeki şikayetle alakalıdır. 1983-84’te, o dönemde 3,1 milyon olan Darfur nüfusundan tahminen 95.000’inin ölümü ile sonuçlanan yıkıcı bir kıtlık başgöstermişti. Bu gibi zorluklara ilaveten, büyük oranda yerleşik Afrika kökenli çiftçiler ile göçmen Arap çobanlar arasında derin bir şekilde kök salmış olan ve içten içe devam eden bir gerilim mevcuttu ve bu etnik ayrım silahlı mücadeleye dönüşecektir. Her iki grup da Müslüman’dır.

Darfur’daki soykırımı dünya görmüyor...

Bu durum yerleşik topluluklar halinde yaşayan (Fur, Masalit ve Zaghawa halklarından olan) etnik Afrikalı çiftçileri Darfur’da başlangıçta Sudan Özgürlük Ordusu veya SLA olarak bilinen isyancı bir grup oluşturmaya sevk etti. Bu grup 2003 yılının ilk aylarında el-Fasher şehrinin de içinde bulunduğu merkezi hükümete ait bölgelere yönelik bir saldırı gerçekleştirdi. Buna karşılık Hartum, etnik açıdan Arap kökenli olan Baggara halkı arasındaki Arap kabilelerinden seçilen militanları organize etti, onlara finansman sağladı, silahlandırdı ve eğitim verdi, bunlar Darfur’da Janjaweed olarak tanınır hale geldiler. Bunun yanında Afrika köyleri bombalanarak korku salındı. Janjaweed, kırsal bölgeleri tahrip etmeye, kitlesel tecavüzler, sivillerin katledilmesi, köylerin yakılıp yıkılması, su kaynaklarının zehirlenmesi ve gıda stoklarının yakılması gibi eylemler gerçekleştirmeye başladı. Bu tür şiddetin ‘soykırım olarak kabul edilip edilmeyeceği meselesi çözülmüş değildir. ABD hükümeti erkenden Darfur’daki bu vahşetin bir soykırıma dönüştüğünü ilan etti. BM’nin Darfur’la ilgili komisyonu 31 Ocak 2005’te bir rapor yayınlayarak soykırım işlemenin amaçlandığına dair bir delil bulunmadığına karar verdi, bununla birlikte yapılan katliamların ‘İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar’ kapsamına girecek boyutta olduğu sonucuna vardı. Birkaç ay sonra bir BM Uzmanlar Paneli 17 kişinin uluslararası suçlamaya maruz bırakılması ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde hakim önüne çırakılması tavsiyesinde bulundu. Sanık olarak teklif edilenler arasında Sudan Savunma Bakanı ile Hartum’daki dokuz devlet görevlisinin yanında iki Janjaweed lideri ve Darfur’daki isyancıların lideri olan beş kişi de bulunuyordu. Şu ana kadar hiçbir şey yapılmadı.

2004’ten bu yana Darfur’da bulunan 7.000 kişilik Afrika Birliği barış gücü iyi niyetli bir girişim olarak görülmekle birlikte, yeterli mali kaynağa sahip olmadığı gibi, çok küçüktür ve yeterince eğitilmemiştir; tehdit altında bulunan sivil halkı koruma konusunda büyük oranda etkisiz kalmaktadır. 5 Mart 2006’da bir Darfur Barış Anlaşması sonuçlandırıldığında geçici bir ümit oluşmuştu; fakat bu anlaşma etnik Afrikalı muhalefetin farklı fraksiyonları tarafından imzalanmadığı ve Janjaweed’in silahsızlandırılması düşünülmediği için hiçbir zaman fazla ümit verici olmadı. Hiçbir hadisede şartları uygulanmadı ve Janjaweed ile Hartum’un Darfur’daki Afrikalı topluluklara yönelik yeni şiddeti Darfur açısından artan bir kriz hissine katkıda bulundu. Durum, belki de en iyi şekilde Amerika Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından eylül ortalarında BM Güvenlik Konseyi’nde yapılan özel bir görüşmede şu şekilde özetlenmiştir: “Zaman geçiyor. Darfur’daki şiddet daha da kötüleşiyor.” Darfur’da oynanan oyun büyüktür. Milyonlarca sivil, risk altındadır. Dış dünyanın zamanında harekete geçmekte başarısız olması 1994’te Ruanda’da meydana gelen soykırımın bir benzerine yol açacak gibi görünüyor. Bu durum aynı zamanda BM’nin bağımsız bir devletin sınırları içinde gerçekleşen insani bir felaket girdabına yakalanan sivil halkı “koruma sorumluluğunu” da gülünç hale sokacaktır. Ve dahası, bu tür trajedilerin Sahra Ötesi Afrika’da gerçekleşmesi halinde global bir mesele olmadığı izlenimi de pekiştirilmiş olacaktır. Şayet Darfur’da geniş çaplı ilave ölümler gerçekleşirse, bu durum Afrika Birliği, BM ve dünya siyasetinde bir liderlik rolü iddiasındaki ülkelerin prestijinin de sarsılmasına yol açacaktır.

Türkiye, sorunun çözümünü sağlayabilir...

BM Güvenlik Konseyi, 31 Ağustos 2006’da 1706 sayılı kararı kabul ederek Ocak 2007’ye kadar Darfur’daki 7.000 kişilik Afrika Birliği barış gücünün 20.000 kişilik BM gücüne dönüştürülmesi çağrısı yapmıştır. Bu inisiyatif, Çin, Rusya ve Yemen’in çekimser kalmasına karşılık Güvenlik Konseyi’nin 12 üyesi tarafından desteklenmiştir. Bu çekimserler (Cezayir ve Pakistan’ın yanında Çin ve Rusya, Sudan’da önemli petrol yatırımlarına sahiptir), özellikle Sudan’ın kendi sınırları içinde bir BM barış gücü’nün varlığına onay vermeyi reddetmesiyle birlikte bir problem işaretidir. Sudan Başkanı Ömer el-Beşir, Darfur’da bir BM varlığı oluşturulmasına yönelik çabaya “Hizbullah’ın İsrail’i mağlup ettiği gibi” karşılık vereceğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Zaman geçtikçe durumun daha da kördüğüm haline geldiği görülmektedir. Tavrını değiştirmediği takdirde cezalandırmaya yönelik belirli yaptırımların konuşulması, Darfur’daki durumun aciliyeti dikkate alındığında anlamsız görünmektedir. Türkiye’nin yaratıcı bir şekilde ve hızlıca harekete geçtiği takdirde bir değişiklik yapacak olağanüstü bir diplomatik imkana sahip olması bizleri etkilemektedir. Uluslararası imajı yükselen belli başlı bir İslâm ülkesi olarak Türkiye’nin başlatacağı bir inisiyatif iki ana istikamette ilerleyebilir: Gizli olmasa da sessiz bir diplomasi yürütülerek Başkan Beşir, Darfur’daki durumun aciliyeti bahane edilerek bir uluslararası barış gücünün varlığını kabul etmesinin önemine ikna edilebilir ve sınırlı rolü ile uzlaşmaya gidilmesini taahhüt etmekle birlikte böyle bir gücün önemli bir kısmını sağlayabilir. Türkiye’nin son Lübnan ateşkesinde gözlemci olarak rol almasının istenmesinden farklı olarak, bu seferki Ankara’dan kaynaklanan bir inisiyatif olacaktır ve dünyanın geri kalanının önünün kesildiği bir durumda mevcut ilgisizlikten çıkış yolı göstermeyi hedefleyecektir. Bu, Türkiye’nin dış politika ve diplomaside yaratıcılığının arttığı şeklindeki izlenimi kuvvetlendirecek ve Arap dünyasının Sudan’daki etnik kardeşlerinin kaderine karşı ilgisiz görünmelerinden kaynaklanan moral boşluğunu dolduracaktır.

Bu aynı zamanda, insani girişimlerin ve global vicdanın sadece Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerini ilgilendiren meseleler olmadığını da gösterecektir. Böyle bir teşebbüsün başarısının çok büyük olmayacağının kabul edilmesi gerekir, fakat bu tür bir çabaya girilmesi, Darfur’daki durumun gerçekleri dikkate alındığında Türkiye’nin bölgesel ve dünya vatandaşlığı hissiyatını sergileyecek ve aynı zamanda insanların dayanışmasının görünür bir şekilde ortaya konulmasını temsil edecektir. Bu aynı zamanda, (AB ve ABD açısından, Arap dünyası ile Afrika arasında ve ulusal, bölgesel ve dünya çapındaki ilgilerinin dengesi ile alakalı olarak) eşit mesafeli bir diplomasi ile ilgili faydalar ve ihtimallerin de güçlü bir şekilde sergilenmesi olacaktır. Ve kim bilir, bu belki başarılı bile olabilir!

(*) Bu yazıyı Zaman için kaleme alan Princeton Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Falk, dünyaca ünlü uluslararası ilişkiler hocasıdır.