Bir ülkenin gücü ne demek?

-
Aa
+
a
a
a

27 Eylül 2010Referans Gazetesi

Bir süredir "Artık Türkiye bir bölgesel güç olmuştur" benzeri ifadeleri sıkça görmeye başladık. Demek bir ülkenin gücü varmış. "Bölgesel" diye bir nitelendirme kullanıldığına göre, "yerel" ve "küresel" ölçekte güçlü ülkeler olabiliyormuş. Peki, bir ülkenin gücü nedir acaba? Nasıl ölçülür?

Günlük konuşmalarımızda, genelde, gücün ne olduğunu tanımlamak yerine gücün arkasında yer aldığını düşündüğümüz bazı etmenleri gösterge olarak kullanırız: "Falan ülkenin şu kadar tankı topu, uçağı var" deriz. Böylece söz konusu silahların o ülkeye güç kazandırdığını varsaymış oluruz. Ya da "filan ülkenin sanayii çok gelişmiş" olduğu için güçlü olduğunu varsayarız. Bir ülkenin askeri olanakları fazlaysa, bu kendisini bir saldırıya karşı iyi koruyabileceği ve/veya bir başka ülkeye saldırabileceğini gösterir.
Oysa sanayisi gelişmiş bir ülkeden söz ettiğimizde bambaşka bir özellikten söz ediyoruz. Bunun saldırmak ya da savunmakla bir ilgisi yok. Olsa olsa bir başka ülkeye daha çok ve çeşitli mal ihraç edebilme yeteneği ile ilgisi olabilir. Peki ülkenin gücü dediğimizde bunlardan hangisini anlayacağız? Listeyi uzatmak da olanaklı: Ülkenin beşeri sermaye birikimi, doğal kaynak donanımı, yüksek buluş (invention) ve yenileşim (innovation) kapasitesi, ülkede siyasal istikrarın sürekliliği hep akla gelebilecek etmenler.
Gücün arkasında olduğunu düşündüğümüz etmenler listesinin kabarıklığı ve çeşitliliği, bunlara bakarak gücü tanımlayamayacağımızı gösteriyor. Bu üç harfli kelimenin içerdiği boyut sayısı çok fazla. Bu boyutlardan birisine ilişkin bir etmen güç kelimesini tanımlamakta yetersiz kalıyor. Bu yetersizlik bilinmeyen bir şey değil. Robert Dahl, 53 yıl önce yayımlanan bir makalesinde güç kavramının bulanıklığını vurgulamış. Aradan geçen süre içinde ise güç kavramı çok daha yaygın olarak kullanılmaya başlanmış. Ancak toplumsal bilimler alanında gücün tanımı konusunda bir uzlaşamaya varılmış olduğu söylenemez. Bu kavramın büyük önem taşıması gerektiğini düşünebileceğimiz iktisatta da durum aynı. Belki de, bu dönemde, iktisatçıların büyük çoğunluğunun, tanım gereği, her oyuncunun gücünün sıfır olarak kabul edildiği, dolayısıyla güç kavramının hiçbir rol oynamadığı tam rekabetçi ekonomi modeli ile meşgul olmaları bunda etkili olmuştur.
Yine de gücün nasıl tanımlanacağı konusu üzerinde düşünen iktisatçılar var. İki ABD'li iktisatçı, Samuel Bowles ve Herbert Gintis, 1992'de yayımlanan bir yazılarında güç kullanımı için yeterli koşulun ne olacağını soruşturmuşlar. Ulaştıkları sonuç şu: A'nın B üzerine gücü olması için, A, B'ye yaptırım uygulayarak ya da uygulama tehdidinde bulunarak B'nin davranışlarını A'nın çıkarını artıracak biçimde değiştirebilmesi, buna karşılık B'nin böyle bir kapasitesi olmaması yeterlidir.
Burada önemli bir nokta, gücün kullanılmasının mutlaka karşı tarafa zarar vermesinin gerekmemesidir. Güçlü olan, pekala diğer oyuncunun (ya da oyuncuların) da yararına olan bir çözümü zorlayabilir. Böylelikle, kendisinin zararına olabilecek bir başka oluşumu engelleyebilir. İktisattaki teknik değimiyle "Pareto iyileştirici zorlama" yapmak bu tanıma göre olanaklıdır.
Bu açıdan bakıldığında II. Dünya Savaşı'ndan sonra ABD'nin Avrupa ülkelerini NATO'ya katılmasını sağlaması bu ülkenin gücünü gösteren bir örnek. Ancak, söz konusu ülkelerin algıladıkları Sovyet tehdidi göz önüne alındığında bunun Pareto iyileştirici olduğu sonucuna da varılabilir. Buna karşılık, Birleşmiş Milletlerin İran'a yaptırımlar uygulaması ve İran'ın buna karşı bir şey yapabilecek durumda olmaması bu örgütün gücünü gösteriyor. Öte yandan, İran yönetimi ne kadar inkâr ederse etsin, bu yaptırımların İran'a zarar verdiği de açık. Dolayısıyla bu Pareto iyileştirici bir zorlama değil. İktisatçı olduğum bu tanım bana yakın geliyor. Gelecek yazımda bu tanım çerçevesinde Türkiye'nin bölgesel gücünün ne olduğu sorusuna yanıt aramaya çalışacağım.