13 Eylül 2010Referans Gazetesi
Bu hafta biz belki hâlâ halkoylamasını konuşacağız ama dünyada IMF'nin küresel ekonominin daha da yavaşlaması öngörüsü ışığında, Basel III'ün doğumu tartışılacak. Bu hafta küresel bankacılık sisteminin işleyişini önemli ölçüde etkileyeceği düşünülen yeni kurallara son biçiminin verilmesi bekleniyor. Bunlar arasında, üzerinde en çok durulan bankaların ne kadar sermaye tutmaları gerektiğine ilişkin olanlar. Gerçi, bankaların bu kurallara hemen uymaları istenmeyecek, onlara süre verilecek. Ama bunların yayımlanmasının ertesi gününden itibaren artık ‘iyi banka' ölçütleri arasında bu yeni sermaye oranı yer alacak. Dolayısıyla yasal süre ne olursa olsun, bankalar, yeni kurallara göre sermaye açıkları varsa olabildiğince çabuk kapatmaya çalışacaklar.
Yeni düzenlemede en güvenli sermaye kategorisi olan ‘1. Sıra' (Tier-1) sermaye oranı önemli ölçüde yükseltiliyor. Mevcut durumda bu sermaye oranının yüzde 4'ün üzerinde olması öngörülmekteyse de uygulamada bankaların bu oranı yüzde 2'ye kadar çekebilmeleri olanaklıydı. Şimdi bu oran yüzde 7-8 arasına çıkarılıyor ve buna uyma koşulları sıkılaştırılıyor.
Yeni düzenleme konusunda çekincelerini açıkça ifade eden ülke Almanya oldu. Fransa Maliye Bakanı Christine Lagarde ise La Tribune gazetesinde yayımlanan söyleşisinde, bir yandan Almanya'ya destek verirken öte yandan da Almanya'nın itirazının kabul edilebilirlik sınırlarını çizdi. Bayan Lagarde'a göre sermaye oranları "İktisadi büyümeyi engelleyecek derecede yüksek olmamalıydı". Bayan Lagarde'ın kaygıları Basel Komitesi'nin uzmanlarınca da paylaşılıyor. Sermaye oranının düşük olması, bankaların bir mali şoka karşı dayanma gücünü zayıflatıyor. Ama bu oranın yüksek olması da bankaları kredi vermekten caydırıyor. Bu ikinci tehlike şimdi çok daha fazla. Çünkü Avrupa ve ABD bankaları için bitmez tükenmez bir olanak daha var: Kamu kâğıdı almak. Getirisi düşük olabilir ama güvenceli. Üstelik bu ülkelerin kamu açıklarının ve borç stokunun seyrine bakılacak olursa, bu ülkelerin bankaları daha uzun süre kamu borçlanma senetlerine yatırım yaparak idare edebilirler. Ancak Almanya'nın kaygıları bununla sınırlı değil. Almanya küçük bankalar ve özellikle kamu mülkiyetindeki tasarruf bankaları için istisna konulması için kulis yapıyordu. Bu girişimin pek başarılı olmadığı anlaşılıyor. Alman Bankalar Birliği, Alman bankacılık sisteminin, bu düzenleme nedeniyle, 105 milyar euro tutarında ek sermayeye gereksinimi olacağı biçiminde tahminini açıkladı. Tabii sermaye gereksinimi olan bankalar sadece Almanya'da değil. Yunanistan, İspanya ve Portekiz bankalarının da yakında sermaye aramaya çıkacakları tahmine diliyor. Aslında geçen hafta Yunan Ulusal Bankası, 2.8 milyar euro aradığını açıklayarak açılışı yaptı bile. Bunun Türkiye'ye Finansbank yoluyla nasıl yansıyacağı basında yer aldı.
Bunlar beklenmeyen gelişmeler değil. İktisadi krizin sadece derinleşmesi döneminde değil, toparlanma aşamasında da maliyeti var. Küreselleşme bu maliyetin dünyaya dağılımını etkiliyor. Daha önceki büyük krizlerde de oldu. Kriz, sermayeyi aşındırıyor. Toparlanma süreci sermayenin yerine konulması demek. Bu dönemde sermaye merkeze doğru çekiliyor. Burada ‘merkez' deyimini hem gelişmiş ülkeler hem de büyük şirketler/bankalar biçiminde anlamak gerek. Onlara güvenin daha fazla olması doğal.
Sermayenin merkeze yönelmesi Türkiye açısından ne anlama geliyor? Türkiye cari açık veren, dolayısıyla ekonomisini yabancı tasarruflarla çeviren bir ülke olduğu için, yurtdışındaki ortaklığa yönelik yatırımlarını artıracak önemli bir sermaye ihracı yapması söz konusu değil. Türkiye'deki yabancı sermaye, yatırımlarını azaltıp merkeze çekilir mi? Bunun da çok önemli ölçüde olacağını sanmıyorum. Çünkü bunları satın alabilecek yerli birikim sınırlı. Ancak Türkiye'ye önümüzdeki dönemde doğrudan yatırım türü sermaye ve uzun dönemli kredi girişi yakın geçmişe oranla oldukça sınırlı kalabilir. Bunun büyüme ve istihdam üzerindeki olumsuz etkileri ise malum.