“Görünmez” bir gerçek: su krizi - Mina Guli'yle söyleşi

Açık Gazete
-
Aa
+
a
a
a

Su aktivisti Mina Guli'yle, giderek derinleşerek global ölçekte kırmızı alarm veren iklim ve su krizi karşısında "suyun karanlık odalardan çıkış yolları" üzerine söyleşi.

Mina Guli Antarktika'yı koşarak geçerken.
Açık Gazete: 01 Eylül 2022
 

Açık Gazete: 01 Eylül 2022

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Hoşgeldiniz Mina Guli. Sizi burada, radyomuzda ağırlamaktan çok memnunuz.

Mina Guli: Beni konuk ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Aranızda olmak büyük bir zevk.

Ö.M.: Evet, yaklaşık 25 yıldır küresel iklim krizinden başlayarak tüm ekolojik krizleri yakından takip etmeye çalışıyoruz. Yani, uzun bir yol ama az zaman. İsterseniz Susuzluk Vakfı’nızın web sitesinde söylediklerinizle sohbete başlayalım:

Küresel su krizini, su körlüğüne çare olmak, suyu küresel gündemin ilk sırasına koymak ve cesur, çığır açan bir eylem sunmak için birlikte çalışmak amacıyla harekete geçirilen küresel bir paydaş ekosistemi oluşturan büyük, ilham verici, ezber bozan kampanyalar oluşturarak çözüyoruz.
Şimdi dilerseniz, “su körlüğü” ile ne demek istediğinizle başlayalım.

M.G.: Evet, harika bir soru. Suyla ilgilenmeye başladığımdan beri beni gerçekten etkileyen şeylerden biri, küresel bir su krizi yaşadığımız gerçeği; ancak, ne yazık ki dünyada çoğu insan için bu “görünmez” bir gerçek. Ben gördüm ve dünyanın da görmesini istiyorum. Sadece görmelerini değil, bu sorunu çözmek için harekete geçmelerini istiyorum. Bu da hükümetlerin harekete geçmesi anlamına geliyor. Hükümetler, gündemi belirleme ve gerçek, anlamlı değişimi yönlendirme kapasitesine sahipler. Şirketlerin eylemleri yani. Şirketler doğrudan veya dolaylı olarak küresel tatlı su kullanımının neredeyse yüzde 90'ını temsil ediyorlar, ancak sonuç olarak günlük yaşamlarımızda, evlerimizde, şirketlerimizde veya günlük kararlarımızda her birimizin eylemidir bu. İstediğimiz, herkesin, her yerde “maviye koşması” (run blue) ve aklında suyun olması.

“Umut bir strateji değildir”

Buradaki zorluk, büyük çoğunluğumuzun yaşanan su krizini görmemesi. Ben iktidar koridorlarındaki ve toplantı odalarındaki doğayı veya küresel su krizinin kapsamını anlamayan liderlerin sayısı karşısında şoke oldum ve dehşete düştüm. Avustralya'da tanıştığım yerli topluluk liderlerinden birinin bana dediği gibi: Mina, liderler toprakta işlerin ne kadar farklı olduğunu anlayabilse, alacakları kararlar da daha iyi olurdu.

Ve bence, gerçek, anlamlı bir değişim sunabilmemiz için, bu tür somut taahhütler alabilmemiz için, Run Blue kampanyası boyunca yürüttüğümüz eylemlerle hükümet ve kurumsal düzeyde, su körlüğü dediğimiz şeyi, su riskinin doğası ve kapsamını anlama eksikliğini iyileştirmemiz gerekiyor. Bu, işletmeler, hükümetlerimiz, topluluklar, halklar ve tüm yaşamlarımız için risk demektir. Bunu yapabilmemiz için de Konya'dan Pamukkale'ye, Antalya'ya kadar Türkiye'de koştuğumuz inanılmaz yerlerin hikâyelerini anlatarak, sahadaki insanların, su krizinin ön saflarında yaşayan insanların, aynı zamanda bu sorunu çözmek için çalışan insanların sesini yükseltmemiz gerekiyor.

Ve umarım –yani umut bir strateji değildir– bu kampanyayla bu seslerin duyulmasına vesile olabiliriz. Suyu gündeme getireceğiz. Suyun bizim neslimizin ve gelecek nesillerin karşı karşıya olduğu en büyük risk ve hatta en büyük kriz olduğu konusundaki bu anlayış ve farkındalık eksikliğini gidereceğiz.

Ö.M.: Evet, sadece insanların değil tüm canlıların yaşayabilmesinin tek nedeni su. Su olmasaydı yeryüzünde yaşam olmazdı. Ayrıca, web sitenizde 190'dan fazla ülke ve bölgede günlük su şampiyonlarından oluşan bir topluluk oluşturduğunuzu belirtiyorsunuz. Peki “su şampiyonları” ile ne demek istiyorsunuz?

M.G.: Evet, bu yolculuğa çıktığımda, suyla ilgili bilgi birikimim yoktu. Aslında iklim değişikliği konusunda da yoktu. Finansla, hukukla ilgileniyordum. Birkaç yıl avukatlık yaptım. Kendi yatırım fonumu yönettim ve günün birinde su hakkında bir sohbete katılmam istendi. Avustralya'da yoğun bir kuraklık döneminde büyüdüm ben. Bu süre zarfında küçük çocuklar olarak muslukların altına büyük kovalar koyar ve duştan artan suyu alıp bahçede kullanırdık. Alışveriş merkezlerindeki çeşmelerin de yerlerini plastik bitkilere bırakmasını izledik.

Bu yüzden suyun önemini, yaşam için kritik olduğunu biliyordum. Baraj seviyelerini her gün gazetelerin ön sayfasında görüyor ve bunun gibi forumlarda konuşulduğunu duyuyorsunuz. Suyun sadece bir risk olmadığını, aynı zamanda hepimizi etkileyen bir şey olduğunu anlamadan edemezsiniz.

O zamanlar tam olarak anlayamadığım ama şimdi anladığım şey, suyun sadece tuvaletler, musluklar ve altyapıyla ilgili olmadığı. Su bütün bir ekosistemle ilgilidir. Çünkü su musluktan gelmez. Su, sadece temiz tuvaletler ve temiz su dağıtım hizmetleri inşa etmek için değil, her yerde hepimizin çalışmasını gerektiren sağlıklı bir ekosistemden gelir. Nehirlerimizi ve yeraltı su sistemlerimizi nasıl koruyacağımıza ve muhafaza edeceğimize, bunu yapan insanların seslerini nasıl yükselteceğimize odaklanmamız gerekiyor. Bu süreçte sadece evlerimizde değil, şirketlerimizde ve işletmelerimizde büyük bir sistemik su riskimiz olduğunu anladım. Kullandığımız her şeyde su var. Her gün su satın alıyor ve tüketiyoruz. Sadece üzerinizdeki kıyafeti üretmek için bile –dinleyicilerimiz göremese de çok şık göründüğünüzü söyleyebilirim– 40 yaşınıza gelmeden önce içtiğiniz tüm sudan daha fazla su tüketildi. Bu sadece giyim kısmı. Su, bugün iletişim kurduğumuz cihazları şarj etmek için kullanılan enerjide de, yediğimiz yemeğin içinde de mevcut. Kelimenin tam anlamıyla her gün etkileşim içinde bulunduğumuz su olmadan yapılabilecek hiçbir şey yok.

Kurumuş bir göl görüntüsü

“Suyu küresel gündeme, arka odalardan ön saflara taşımamız gerekiyor”

Bunu fark ettiğimde, bunun tamamen delilik olduğunu düşündüm. Öyle büyük bir su riskimiz var ki uzmanlar 2030 yılına kadar su talebi ile mevcut su arzı arasında yüzde 40'lık bir uçurum olacağını tahmin ediyor. Bunun konuşulmaması delilik. Liderlerimizin bu konulara kör olması delilik. Suyu arka odalardan ön saflara taşımamız gerekiyor. Suyu küresel gündeme taşımamız ve dünya çapında medyanın ve tartışmaların merkezine koymamız gerekiyor.

Düşündüm de, peki bunu nasıl yapacağım? Ben tek başımayım ve bu büyük bir küresel sorun. Bilirsiniz, sanırım genellikle böyle hissediyoruz aslında, dışarıda bu büyük küresel sorunları gördüğümüzde, tek başımıza olduğumuzu düşünmek bizim için gerçekten kolay. Ben tek başıma ne gibi bir değişiklik yapabilirim? Bilirsiniz, büyük değişimlere, büyük zorluklar aşmaya, büyük hedeflere küçük adımlar atarak ulaşılır. Ben de yapabileceğim en iyi şeylerden birinin, insanlarla tanışmak ve susuz bir dünyada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu onlara göstermek için su krizinin ön saflarına çıkmak olduğunu fark ettim. İşte böylece koşma fikri doğdu.

Bu noktada hemen şunu söylemeliyim, ben bir koşucu değilim. Kendimi bir koşucu olarak tanımlamıyorum. Yaptığım şeyi düşününce bu çok komik, çünkü koşmayı inanılmaz zor buluyorum. Bu yayını dinleyen, azıcık bile koşmuş biri… seni hissediyorum ve duyuyorum, o da benim. Her koşu ayakkabımı giydiğimde, “Vay canına, şimdi 42,2 kilometreyi nasıl koşacağım ben?” diyorum kendi kendime. Bunu 200 kere yapmayı düşünemiyorum bile. Ama yine de her dışarı çıktığımda bir adım daha atacağımı düşünüyorum, bir adım daha ve bir adım daha…. Bir şekilde 42.2 kilometre yapmayı başardım, bir şekilde 81 koşu yaptım ve 82.’yi de yarın yapacağım.

Bu yüzden bu yolculuğa başladığımda sadece bendim: Avustralya'dan çılgın bir insan –bir zırdeli– çölün orta yerinde kendi başına koşuyordu. Sonra, su krizinin ön saflarında mücadele eden insanlara gittim ve onların hikâyelerini anlattım herkese. Medyadan çok destek gördük çünkü bu hikâyelerin tek bir yerde olmadığı ortaya çıktı. Bu hikâyeler, dünyanın her yerinde su krizinden mustarip gerçek insanlarla ilgili. Biz sesimizi yükselttikçe ve medyadan da destek gördükçe bu seslere bir platform oluşturma fırsatımız oldu. Ama henüz dünyanın dört bir yanındaki insanları harekete geçirmedik. Ve olan şu ki, yaptığım son kampanyayı yürütmek için yola çıktım. 2016'da koştum koştum ve bu beni bir yılda 200 maraton koşmaya çalışan birinden çok daha çılgın biri gibi gösteriyor. Burada kendimi gerçekten kötü bir portre olarak çiziyorum ama yine de anlatacağım. 

2016'da ilk kampanyam için 7 hafta 7 kıtada 7 çölde koştum. Atacama ve Antarktika gibi kum ve buz çöllerinde deliler gibi koştum. Güzel. Harika! Ama dondurucu soğuk vardı. Çok soğuktu, su şişem donuyordu. Ve çok sessizdi. Kendi kalp atışlarımın sesini duyabiliyordum. İnanılmazdı! Ve ertesi yıl, 6 nehirde koştum. Ardından 40 günde 40 maraton koştum. Bu da harikaydı. Ve ondan bir yıl sonra, 100 günde 100 tur koştum.

Her şey harika gitti ve çölden nehirlere, 100 maratona kadar ivme kazanmaya devam ettik çünkü bir şeyi, benim durumumda suya, yüzde yüz bağlı olmanın ne demek olduğunu göstermek istiyordum. Muhtemelen şimdi bu programı dinleyen herkes bunu göstermenin daha iyi yolları vardır diye düşünecektir ama ben o zaman bunu bilmiyordum. Açıkçası, mahallenin en zekisi ben değilmişim! 62. maratonda koşmaktan yürümeye döndüm. Bastonlarla yürümeye başladım. Bacağımda muazzam ağrılar baş gösterdi. 62. maratonun sonuna vardığımda, kelimenin tam anlamıyla yürüyemez, hatta hareket edemez oldum. 63. günde koşmaya gitmek yerine hastaneye gittik ve femurumda 15 santimetrelik bir kırık olduğu ortaya çıktı. Femur, dizle kalça arasında uzanan bir kemik ve doktorlar bana “artık yüz maraton koştuğun günler geride kaldı, geri kalan 38'i kesinlikle yapamazsın” dediler. Darmadağın oldum. Şunu söylemeliyim ki, o tekerlekli sandalyeye oturduğumdaki kadar karanlık bir yerde hiç bulunmadım – ve su konusunu, tüm su topluluğunu hayal kırıklığına uğrattığımı hissettim. Hikâyelerini henüz anlatamadığım tüm insanları yüzüstü bıraktığımı, özellikle de bu dünyayı bizden miras alacak olan gelecek nesli hayal kırıklığına uğrattığımı düşündüm.

Orada öylece oturmuş, gözlerimden yaşlar akarken, ekibim geldi ve bana, “Mina, bu su meselesi senden ve senin taşıman gerekenden çok daha büyük bir yük. Bu yüzden bugün gidip senin için maratonu koşacağız” dediler. Bu, 63 numaralı maratondu. 64. günde, o sırada bulunduğumuz Cape Town'daki insanlar da maratona katıldı.

65. günde, dünyanın dört bir yanından insanlar su hakkındaki hikâyelerini anlatmaya, su konusunda yaşadıkları zorlukları vurgulamaya ve bu su topluluğunu destekleyip inşa etmeye başladılar. Sonraki 38 gün boyunca kendi “iç çölümde” koşum başladı: binlerce insan dünyanın dört bir yanında ortaya çıkıp, “Su konusunda harekete ihtiyacımız var. Kaybedecek zamanımız yok. Liderlerimizin bugün bizim yaptığımız gibi adım atmasına ihtiyacımız var.” demeye başlayınca, küresel bir değişim hareketi haline geldik. Bu 2019'daydı. O zamandan beri, son birkaç yılda bir dizi dijital etkinlik gerçekleştirdik. Bireysel koşular yaptık ve çölün ortasında kendi başına koşan tek bir kişi olarak başlayan eylemi, kelimenin tam anlamıyla küresel bir değişim hareketine dönüştürdük, ayağa kalkıp suyun, neslimizin kritik sorunlarından biri olduğunu söyledik. Bugün ise liderlerin harekete geçmesine ihtiyacımız var.

“Odanın ortasındaki fili artık görmezden gelemeyiz”

Ö.M.: Gerçekten çok cesursunuz hepiniz. Su körlüğünün küresel ısıtma ya da küresel ısınma körlüğü ile neredeyse paralel olduğunu, aynı sorunu yaşadığımızı ve sadece küresel iklim aktörlerinin, bir de genç neslin, bu yaklaşan trajedinin farkında olduğunu söylesem? Ama burada, tam da küresel su sorunu için söylediğin gibi, politikacılar ve büyük şirketler bunu hiç umursamıyor. Tüm sorumluluk genç neslin üzerine yıkılmış durumda. Buna katılır mısın?

M.G.: Bence biraz daha incelikli, nüanslı bir durum var. Sanırım öyleyiz, çoğumuz kendi gözlerimizle iklim değişikliğinin gezegenimiz üzerindeki etkilerini görüyoruz. Avrupa'da, Türkiye'de yaşayan herkes iklim değişikliğinin nehirlerimiz ve ekosistemlerimiz üzerindeki sonuçlarını şu anda görmezden gelemiyor. Fransa'daki Loire nehri, Tuna ve Ren gibi nehirler kuruyor. Konya gibi bir havzada yeraltı suyunun çekilmesinden dolayı yol kenarlarında devasa obrukların açıldığını ve yağmur suyunun bu obrukları yeniden doldurmaya yetmediğini görebiliyorsunuz. 

Biliyorsunuz iklim değişikliği ve akan suyun yön değiştirmesi bir kombinasyonunun sonucu, bir yıl önce su dolu olan göl o kadar kurumuş ki, tüm maratonu Tuz Gölü’nün toprak yüzeyinde koşabildim. Bunları gördüğümüzü düşünüyorum, ama iktidardakiler iklim riskinin su riski olduğunu, iklim değişikliğinin su değişimi olduğunu tam olarak anlamıyorlar. Olayın doğasını ve kapsamını ve bu krizin aciliyetinin, sadece çevreye değil, tedarik zincirlerine ve işgücü arzına bağlı olduğunu tam olarak anlamıyorlar.

Mina Guli kurumuş Tuz Gölü'nü koşarak geçerken.

“İklim değişikliği bir köpek balığı ise su da onun dişleridir”

Ve asıl sorundan uzakta yaşadığınızda, musluğu açtığınızda ve su geldiğinde, o anda tamamen işlevsel ve çalışır durumda olan bir tedarik zinciriniz olduğunda, bu sorunları görmezden gelmenin kolay olduğunu bildiğinizi düşünüyorum. Bence yapmamız gereken, odanın ortasındaki fili artık görmezden gelemeyeceğimizi söylemek. Odadaki fil, suyla çok yakından bağlantılı, elbette iklim değişikliğine de bağlı, çünkü biri bana, “İklim değişikliği bir köpek balığı ise su da onun dişleridir” demişti. İlk ısırılacağımız yer orası yani! Ve dediğim gibi, bunu şimdi görüyoruz. Bu yüzden, bunların çevresel zorluklar olmadığını, bir şekilde bu körlük seviyesini artık iyileştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. 

Ayrıca şirketlerin kârlılığını önemli ölçüde etkileme kapasitesine sahip olan ve bir şirketin hissedarlarına önemli ve sürekli getiri sağlama yeteneğini çarpıcı biçimde etkileme kapasitesine sahip ekonomik zorluklar da var. İçeceklerini şişeleyebilmek veya bir fabrikaya sahip olabilmek için temiz su kaynağına güvenen bir içecek şirketi bağlamında düşünün meseleyi. Veya tarım ürünlerine güvenen bir şirket açısından düşünün, ister içecek olsun, ister arpa, şeker olsun, ister giydiğimiz tişörtleri ve gömlekleri üretmek için pamuk yetiştirmek olsun… Bilirsiniz işte, bir şekilde liderlerin iklimin ve suyun sadece çevresel sorunlar olmadığını, bunların aynı zamanda sosyal ve ekonomik sorunlar olduğunu anlamalarına ihtiyacımız olduğunu düşünün.

Ö.M.: Evet, bu çok doğru bir gözlem. Yazar, akademisyen ve iklim aktivisti Bill McKibben yakın zaman önce The Crucial Years [Hayati Yıllar] adlı blog’unda kaleme aldığı “Water, Water Nowhere” [Su, Su Hiçbir Yerde] başlıklı yazıda, Çin'deki yeni durumdan bahsediyordu. Belki de “Çin sendromu” demeliydim buna. Şöyle diyor McKibben, “Çin, gerçekten dikkate değer bir sıcak artışı dalgasıyla karşı karşıya. Bazı hesaplara göre, dünya iklim tarihinde bilinen en kötü sıcak hava dalgası.” Ve ekliyor: "Hava o kadar ısındığında su sadece buharlaşır. Örneğin, Siçuan bölgesinin yüzde 80'i hidroelektrik enerjisine bağımlıdır; ancak, Üç Boğaz gibi büyük barajların arkasındaki rezervuar seviyeleri neredeyse ABD’deki Mead Gölü ve Powell Gölü kadar hızlı düşüyor. Siçuan eyaletinde, Tesla ve Toyota fabrikaları ve dünya geneline otomobil parçaları tedarik eden birçok firmanın da bulunduğu bölgede günlerce elektrik kesintileri yaşandı. Elektrikli araçlar devrimi, çözmeye çalıştığı sorunun etkileriyle frene basılmış, durma halinde” diyor. Buna katılıyor musunuz? Yani, söz konusu ekonomik sorunlardan bahsettiğimizde…

M.G.: Evet, kesinlikle katılıyorum ve bunun sadece Çin’in sorunu olmadığını, küresel bir dizi zorluk olduğunu anlamamızın önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de koşmadan önce Güney Afrika'da koşuyordum ve orada Port Elizabeth adında bir kasaba vardı. Muhtemelen çoğu insanın hiç duymadığı bir yerdir, ancak otomobil üretiminin çoğunun gerçekleştiği yer burası. Yani Güney Afrika ekonomisine, GSYİH yüzdesinde önemli katkı payı bulunuyor. Ayrıca dünyanın başka yerlerine motorlu taşıt ihracatı için büyük bir kaynak. İşte bu şehrin suyu tükeniyor. Barajların kapasitesi genel olarak yüzde 18'in altına inmiş durumda!

Peki, topluluklar ve insanlar hayatlarını zar zor sürdürebilecek durumdayken, bu şirketlere, bu üretim tesislerine nasıl güç sağlayabilir, nasıl su sağlayabilirsiniz? Çin'de de, tüm dünyadaki barajlarda ve kaynaklarda da aynı durumu görüyoruz. Suya erişim konusunda oldukça kısıtlı bir kapasiteniz varsa, ilk kesintiye uğrayan şey, dünya çapında su kullanımının yaklaşık yüzde 70'ini temsil eden tarım oluyor. Türkiye'de ise bu oran yaklaşık yüzde 72! Ardından, küresel su kullanımının yaklaşık yüzde 20'sini oluşturan üretimi azaltıyorsunuz. Oran Türkiye'de de yüzde 14 civarında!

Çünkü sağlamanız gereken şey, insanların yaşaması için su. Çünkü biz yaşayamıyorsak, elimizde sosyal istikrar ve daha binbir konuda büyük bir problem var demektir. Ve elbette su insan hakkıdır. Bill McKibben'in yazıdaki yorumlarına kesinlikle katılıyorum ve ayrıca olayı yerinde gördüm. Çin'de 10 yıldan fazla yaşadım, bizzat tanık oldum. Bu ülkenin büyümesi, inanılmaz ekonomik büyümesi, aynı zamanda ekonomik büyümenin güvenilir bir enerji kaynağına, güvenilir bir su kaynağına bütünsel olarak ne kadar bağımlı olduğunu görmek, ve bu elektrik kesintilerinin sadece Çin'de olmadığını, Amerika Birleşik Devletleri gibi birçok yerde de yaşandığını anlamak ve kabul etmek de çok önemli.

Yani ABD şu anda hem Doğu hem Batı Yakası'nda inanılmaz bir kuraklık yaşıyor ve sizin de söylediğiniz gibi sadece hidro değil aynı zamanda kömür yakmak için de, her türlü enerjiyi üretmek için de suya ihtiyacınız var. Dolayısıyla, şu anda küresel bir topluluk olarak çok tehlikeli bir durumda olduğumuzu düşünüyorum ve suyun ihtiyaç duyduğu ilgi ve maruziyetin aşılamamasından, küresel bir toplum olarak oturup ne yapmalıyız, bunu nasıl çözebiliriz diye düşünmek yerine, bu devasa makro ekonomik ve sosyal sorunları hasıraltı etmemizden dolayı dehşete kapılıyorum. Run Blue kampanyasının amacı, “su”yu karanlık odalardan çıkarıp konuya ışık tutmak ve küresel liderlerle bu tartışmaları yapabilmek için bu konuyu gündemin ön sırasına çekmek.

Önümüzdeki yıl, 22 Mart 2023'te Birleşmiş Milletler Su Konferansı var. 22 Mart Dünya Su Günü. Bu, su üzerine devasa bir Birleşmiş Milletler konferansı, neredeyse 50 yıldır ilk kez bir konferans yapıyorlar, bu da ayrıca başlı başına ürkütücü bir durum. Neyse, olan oldu, şimdi en azından konferans yapılıyor. Suyu büyük bir küresel gündem maddesi haline getirmek, dersler çıkarmak, aynı zamanda acil bir sorunumuz olduğunun bilincine varmak, ve bunu gerçekleştirip anlamlı bir eyleme dönüştürmek için katalizör bir an. Şirketlerin, hükümetlerin, ama aynı zamanda nihayetinde bireyler olarak hepimizin eylemi bu.

Ö.M.: Evet. Ve son olarak Mina, bu harika röportaj için sana çok teşekkür ederim. Yeşil Gazete'ye verdiğin röportajda, “Geç kaldık. Umut ya da her neyse onu toparlamak için zamanımız kalmadı. Dolayısıyla, artık umut var mı yok mu diye düşünmeden yola devam edebiliriz,” diyorsun. Sen gördüğümüz en büyük aktivistlerden birisin. Hayal edebildiğimiz tek yol bu; mücadele. Türkiye'den sonra şimdi çok sayıda Avrupa ülkesinde de maratonlara gideceksin, doğru mu?

“Dünya değişiyor, biz de onunla birlikte değişmeliyiz”

M.G.: Evet Ömer. Sadece işlerin daha iyi olacağına dair ümidimize bel bağlayamayacağımıza yürekten inanıyorum. Her şeyi daha iyi hale getirmek için harekete geçmeliyiz. Sadece oturup dünyanın değişeceğini, yağmurların geleceğini, yarın her şeyin daha iyi olacağını ummak yanlış bir beklentidir; çünkü hem yağmurların her zaman gelmediğini gördük; hem de yağmurlar gelse bile, iklim değişikliğinden dolayı zapt edemeyeceğimiz yerlere veya zapt edemeyeceğimiz şekillerde yağıyor. Durmadan aşırı seller, aşırı hava olayları görüyoruz.

Biliyorsun, işimiz ve çevremizdeki dünyanın değiştiğini ve bizim de onunla birlikte değişmemiz gerektiğini anlamamız gerekiyor. Bu da derhal harekete geçmemiz gerektiği anlamına geliyor. Artık işleri ebeveynlerimizin ve büyükanne ve büyükbabalarımızın bizden önce yaptığı gibi yapamayız. Değişime ihtiyacımız var ve bu değişime “şimdi” ihtiyacımız var. Bu, kaybedecek zamanımızın olmadığı bir kriz. Hemen bugün harekete geçmemiz gerekiyor.

Evet, Türkiye'den sonra, geri kalan 119 maratonu koşuyorum… Bunu ne zaman söylesem herkese çok gerçeküstü ve tamamen çılgınca geliyor ama Avrupa'da 119 maratonum var. Türkiye benim Avrupa ayağımın başlangıcı. Sonra Avrupa'dan geri dönüyoruz, Mısır üzerinden, BM İklim konusundaki Taraflar Konferansı olan COP'a gidiyoruz. İklim değişikliği ve su ile ilgili görüşmelere gidiyor ve bu görüşmelerde de suyu gündeme getiriyoruz. Ardından Latin Amerika'ya, Asya'ya ve son olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne. New York'ta, bu etkinliğin açılışında Birleşmiş Milletler'in merdivenlerinde, sadece ben değil, dünyanın her yerinden 200 şirketin su konusunda somut adımlar atmayı taahhüt etmesi ve BM üyesi her ülkenin su konusunda gerçek, anlamlı adımlar atmaya kararlı olduğunu söylemesi için suya dikkat çeken binlerce, milyonlarca insanla birlikte olacağız. 

Çünkü ihtiyaç duyulan bu değişimi sağlamak için birlikte çalışmamız gerektiğini anlayana kadar, gerekli olan sorunun seviyesini, aciliyet seviyesini ve taahhütlerin seviyesini inkâr etmeye devam edeceğiz anlaşılan. Bu yüzden, bence herkesten yapmasını isteyeceğim bir haykırış varsa, –ve bu, ister eviniz, ister şirketiniz, ister günlük kararlarınız olsun, hayatınızda hangi koşuşturma içinde olduğunuz önemli değil– lütfen bu kararları, bu şirketleri, bu eylemleri “mavi” yönetin ve aklınızın ön planına suyu yerleştirin! Bu su krizini yalnızca birlikte çalışarak, yalnızca dünyamızı maviye çevirerek gerçekten çözebiliriz.

Ö.M.: Gerçekten müthişsiniz. Sana ve arkadaşlarına hayranız. Sizin için her şeyin en iyi şekilde gitmesini diliyoruz. Açık Radyo'da bize katıldığın için de çok teşekkür ederiz. Zaten kanında bulunan o büyük gücün daha da artmasını diliyoruz. Lütfen devam et. Dünyanın neresine gidersen git, eylemlerinde seni ve arkadaşlarını takip edeceğiz. Bu yüzden umuyorum ki, yakın gelecekte tekrar konuşma şansımız olur.

M.G.: Ömer bu harika olur. Dünya çapında ilerlerken sizlerle bağlantı kurmayı ve ön cephelerden bazı hikâyeleri sizlerle paylaşmayı çok isterim. Bence Türkiye ve Türk halkının bu küresel sohbette oynayacağı çok önemli bir rol var. Ve bunu kolaylaştırabilmemin bir yolu varsa, bunu yapmaktan çok mutlu olacağım. Bu sohbete devam etmeyi dört gözle bekliyorum.

Ö.M.: Çok teşekkürler, görüşmek üzere.

 

Çeviri: Nil Sarrafoğlu