Viktor Albukrek'in rotasıyla 'Yürüyoruz'

-
Aa
+
a
a
a

5 Ağustos 19:00’da İstanbullular’ı, Adalılar’ı, iklim aktivistlerini #yürünebiliradalar etkinliğine davet ediyoruz. Aklımız, sağlığımız, ruhumuz ve geleceğimiz için yürüyebildiğimiz kadar yürüyelim.

""
Viktor Albukrek'le "Yürünebilir Adalar" çağrısı
 

Viktor Albukrek'le "Yürünebilir Adalar" çağrısı

podcast servisi: iTunes / RSS

Derya Tolgay: Herkese merhaba. Dünya Mirası Adalar programındasınız. Ben Derya Tolgay.

Nevin Sungur: Ben Nevin Sungur.

D.T.: Bugün birlikteyiz, kavuştuk Nevin'le birbirimize. Destekçimiz Müzeyyen Aksu’ya çok teşekkür ediyoruz. Andrei Gritcu da teknik masada bizimle beraber. Ona da çok teşekkürler.

Bugünkü konuğumuz doğa ve ada aşığı, aynı zamanda da iyi bir yürüyüşçü olan Viktor Albukrek. Yürünebilir Adalar üzerinden kendisi ile yaptığımız ses kayıtlarını yayınlayacağız. Eğer vaktimiz kalırsa, Nevin'le beraber Frédéric Gros'un Yürümenin Felsefesi adlı kitabı üzerine de sohbet edeceğiz. Viktor Bey, 83 yaşında yazdığı Bir Zamanlar Büyükada adlı kitabında, 1931-1961 yılları arasında Büyükada'da yaşadıklarını, çocukluğunu anlatır bize. Bir nostalji kitabından çok öte bu kitap. Herkese tavsiye ederiz.

Albukreklerin atalarının yolculuğu 1500’lü yıllarda, adını Hindistan'ı keşfeden kaşif denizci Afonso de Albuquerque’den alan, Portekiz’in Albuquerque kasabasında başlıyor. Bu yolculuk daha sonra, Hollanda üzerinden Ankara'ya, oradan da İstanbul'a ve Büyükada'ya uzanıyor. Viktor Bey şu anda 93 yaşında. Kendisine uzun ömürler diliyoruz. Viktor Bey’le 2017 ve 2019 yıllarında iki program yapmıştık ve bizlerle aile albümünü paylaşmıştı. Çok güzel fotoğraflar var. Hepsine Dünya Mirası Adalar’ın sosyal hesaplarından ulaşabilirsiniz.

2019’daki programımızda şöyle bir temennide bulunmuştu; “Prens Adaları’nın kıyılarına dökülen tüm beton ve dolgu alanlarını, bir zamanlar olduğu gibi doğal kumsal haline geri döndürmek; dört tarafı denizle kaplı adaların her yerinden denize girmek; tehlikesizce Ada yollarında yürümek...” Aradan dört yıl geçti ve maalesef Viktor Bey’in bu dilekleri gerçekleşmedi. Gerçekleşmediği gibi Adalarda denize girmek için bir karış koy ve kıyı kalmadı. Ada yollarında yürümek artık mümkün değil. Ama bu durum Viktor Albukrek’i 93 yaşında iklim aktivisti yaptı.

Geçen programda ‘Yaya Bölgesi Adalar’da kaçak arabalardan dolayı yürüyemediğimiz için Adalar Emniyet Müdürlüğü’ne verilen dilekçe ile ilgili, iki genç Adalı aktivist ile konuşmuştuk. Bu arada hatırlatalım; dilekçe sayısı 150’yi geçti. Hala dilekçe vermek isteyenler Adalar Emniyet Müdürlüğü ve CİMER üzerinden verebilirler.

İklim değişikliğini en fazla tetikleyen aktörlerden biri olan arabalar, yaya yolu statüsündeki Adaları da ele geçirmeye başladı. Bir taraftan fosil yakıtla çalışan arabalar, diğer yandan da bize masum olduğu empoze edilen ama kömürle çalışan, santrallerden çıkan enerjiyle çalışan elektrikli arabaların sayıları giderek artıyor. O minicik yüzölçümlü Adalar üzerinde, 10 bini aşkın elektrikli araba dolaşıyor ve bunların çoğu da yasa dışı. Akbelen'i takip ediyorsunuz iki gündür, muazzam üzücü şeyler yaşıyoruz. Ormanlar yok ediliyor. Ne için? Linyit madeni için. Sonuçta elektriğin büyük bir kısmının kömürden geldiğini unutmayalım. Kısacası bildiğimiz, eski model, konforlu yaşamımızdan çıkmaktan başka çözümümüz yok.

Son bir hatırlatmayı yapıp Nevin'e sözü bırakmak istiyorum. 1930’lu yıllarda Atatürk, Büyükada'ya geliyor. Bu kadar küçük yüzölçümdeki bu ekosisteme hayranlık duyarak, burada arabaların olmaması gerektiğini tespit ediyor. Arabalar o tarihten itibaren Adalar’a gelmiyor. Adalar yaya statüsünde devam ediyor. Evet Nevincim, ne diyorsun?

N.S.: Çok üzücü diyorum. Bizim programın jingle’ında kullandığmız sesler Adalara özgü, Adalarda olması gereken sesler. Bizim bu sesleri kullanmamızın nedeni, bir zamanlar gerçek olan bu seslerin, bugün de devam etmesini istemekti. Ama maalesef şimdi bu seslerin yerini vızır vızır geçen akülü arabaların sesleri dolduruyor. Bunun yanı sıra demin sen de bahsettin, Adalarda, egzozlu resmi araçlar da kullanılıyor. Bir de artık bu durum, gürültünün yanı sıra can güvenliğini de tehdit eden bir hal aldı. Önemli bölümü ruhsatsız, bu kadar çok elektrikli araba, Ada sokaklarında cirit atıyor. Bunun sonucu, özellikle bu yaz kalabalığında gün geçmiyor ki bir kaza haberi gelmesin. Tabii ki bizim çağrımız bunların tamamen kaldırılmasından yana bir çağrı değil. Engelli ve yaşlı kişiler için ya da yük taşımak için kullanılacak araçların olmasına karşı değiliz. Bizim karşı olduğumuz, bu çığrından çıkan kontrolsüz araç yoğunluğu.

Bugünkü konuğumuz Viktor Bey, Büyükada'nın en güzide simalarından, kendisiyle sohbet ettiğinizde çok güzel enerjiler aldığınız çok özel insanlardan birisi. Yürümek konusunda da çok güzel düşünceleri var. Derya, istersen şimdi senin Viktor Bey’le yaptığın söyleşiyi dinleyelim. Daha sonra da sohbetimize devam ederiz.



Viktor Albukrek: Ben küçüklüğümden beri yürüdüm. Daha çocukken, beni alışverişe gönderirlerdi. Koşa koşa giderdim. Hatta koştuğum zaman rüzgarı yaratıyor zevkine kapılır ve daha da fazla koşardım. Dönüşte dahi yokuş yukarı çıkarken sıcak günlerde koşardım ki, rüzgar beni serinletsin diye. Bu koşma, yürüme o kadar ailenin içine sindi ki, evdeki alışverişlere beni gönderdikleri gibi, bir de postacı diye kullanırlardı. Hiç unutmam. Taş Mektep’in bulunduğu Kadıyoran Yokuşu’nun yukarısında babamın dostları vardı. Kanaat Kitabevi sahipleri Bayar ailesi, Kalman ailesi ve bir de Doktor Tahinci vardı. Ben onlara babamın bazı mektuplarını ya da mesajlarını götürürdüm. Koşa koşa tepeye vardıktan sonra, gene koşa koşa inerdim. Bu zevki tatmak hakikaten bambaşka bir şeydi. Hele hele gece karanlıkta ya da güneşin batışından sonra ve özellikle yemekten sonra hazım için bana, “Hadi Viktor Paşa koş, götür mektubu oraya,” derlerdi. Ben koşardım. Telefon pek çalışmazdı. Babam haftanın iki günü tatil yapardı ve o günler Hristos Tepesi’ne (İsa Tepesi) gider, orada makale yazar, çayını kahvesini içer, öğlene doğru dönerdi. Bir hastası gelirse, telefonlar çalışmadığı için, annem ona haber vermek için yine beni gönderirdi. Hristos Tepesi’ne koşa koşa giderdim. Buraya gitmek için esas yol Kadıyoran Caddesi’ydi. Ama ben kestirme olsun diye tepeye varmak için, bugünkü Yaver Bey Sokağı’nı kullanırdım. O zamanlar bu sokağa, toprak olduğu ve toprağı da kıpkırmızı olduğu için Kırmızı Yol derlerdi. Bu sokakta, aşağı yukarı 45-50 numaradan sonrasında, ancak bir merkebin geçebileceği kadar yol daralırdı. Sol tarafı ise olduğu gibi uçurumdu. İsaTepesi’ne gitmek için kayalıklara dizlerimin üzerinde tırmana tırmana çıkar, pantolonumu, dizlerimi yırta yırta tepeye varırdım. Tepeye vardıktan sonra, babam gider onun yerine ben oturur, çayını içerdim. Bu yolları karış karış biliyordum. Bazı arkadaşlar, benim oraya koşarak gitmemi bir enayilik telakki ederlerdi yani. Ya telefon varken gidilir mi? Ama telefon çalışmıyordu.



Bu yürüme o zaman bir ihtiyaçtı. Fakat sonra bir zevke dönüştü. Bugün 93. yazımı geçiriyorum Büyükada'da ve halen yürüyorum. İstanbul'da Etiler’de oturuyorum. Çok güzel bir füniküler hattımız var. Doğrudan Bebek’e inme imkanı oluyor Etiler'den. Aşağı inerken yürüyorum yine. Haftada üç kereden fazla, bazen dört beş kere, hatta bazen güzel havalarda her gün aşağı inip, dört beş kilometre yaparım. Bir de Küçüksu'ya giden küçük gemiler, motorlar var. Onlarla karşıya geçip, Üsküdar'a kadar yürüdüğüm de olmuştur orada. Anadolu sahilleri, Avrupa sahillerinden daha hoş. Fakat kuzeye doğru yürümeye bakarsanız felaket. Bütün sahil tarafı, duvarlar tarafından kapanmış. Ben nefret ediyorum bundan. O duvarı kapatan zihniyette kızıyorum. Çünkü hadi denizi görmeyelim ama aynı zamanda havayı da kapatıyoruz. Zaten otobüsler, arabalar havayı kirletiyor, zehirliyor. Üstelik villaların, yalıların, köşklerin, sokak ile bahçeleri arasında duvar çekmeleri bence mantıksız. Çünkü bildiğim kadarıyla İmar Kanunu'na göre, bahçe içindeki inşaatın sokaktan bahçe duvarından bu kadar içeride olmasının nedeni insanın manzarasını genişletmektir. Bu yalılar cadde üzerinden değil, caddeden biraz sonra başladığına göre, o mesafe bizimdir. Toprak bizim değil ama hava bizimdir. Ben öyle düşünüyorum.

D.T.: Düşünmenin ötesinde yasalar da var.

V.A.: Yasalar var, fakat tatbik edilmiyor. Evet. Aynı durum Büyükada'da da var. Nizam yolunda, hatta Maden tarafında da var. Suni tenekelerle, çiçeklerle çirkin vaziyette kapatıyorlar. Aslında havayı kapatıyorlar. Onlar görüntüyü kapatmak istiyorlar, fakat halkın havasını kapatıyorlar.

D.T.: Şimdi de kamyonlar, arabalar... Halbuki burası Büyükada, yaya bölgesi.

V.A.: İşte çaresi var hanımefendi. Kapıyı kapatırsınız, perdeleri çekersiniz, ses gelmez. Bir de kulaklığınızı takarsınız. Bu sesi duymazsınız ki bazen yapıyorum emin olun. Kış geldi diye yürümeyi bırakmak diye bir şey yok. Yürümek sıhhattir. Bir kere yürümenin en iyi faydası, en güzel hayrı, bir kere hazım, tansiyon, damar tıkanıklığı ve bilhassa kasların devamlı olarak çalışması. Böylelikle insan 80-90 yaşına gelebiliyor. Bunu da görüyorum yani. Belki yürümeseydim şimdi burada olmayacaktım. Bunu da itiraf ediyorum. Çünkü mezun olduğum lisenin, bütün sınıf arkadaşlarım yok artık.

D.T.: En çok nerede yürümeyi seviyorsunuz?

V.A.: Büyükada’da. Ben en çok toprak üzerinde yürümeyi seviyorum. Büyükada'da toprak olarak kalan yer tavsiye ederim, mutlaka gidin. Lunapark'a kadar asfaltta yürüyün. Sakın arabaya binmeyin. Çünkü zaten arabalardan yer bulamazsınız, güneş altında kuyruk beklemek var. Dolayısıyla Nizam’a vardıktan sonra, köprüden aşağı inin. Yorulduysanız yokuşu çıkmadan evvel, köprünün altında dinlenirsiniz. Orada bekleme kanepeleri var, caminin karşısında. Ondan sonra iki yol var. Dil Burnu’ndan çıkarsanız size bir eğlence önereyim. Dil Burnu’na vardıktan sonra sola dönmeyin. Direkt Yörük Ali’ye inin ve denizin ucuna kadar gidin. Orada ‘özel olarak girmek yasaktır’ deseler de siz rica ederseniz bırakıyorlar. Ucuna kadar gidersiniz. Bir nefes alırsınız. Martıları seyredersiniz. Ondan sonra eski ahırların yokuşundan Lunapark’a varırsınız. Bugün Birlik Meydanı diyoruz oraya. Lunapark’tan sonra ya büyük tur yaparsınız ya da daha zevkli olan sol taraftan eski Rum Yetimhanesi’nin yolunu tutarsınız bir müddet sonra. Bu tarafta toprak yola girersiniz ve bu toprak yol sizi Türkoğlu Caddesi'ne kadar çıkarır. O yol müthiş bir yol. O toprak yolda yürümek kadar zevkli bir şey yok. O toprakta yürüdüğünüz zaman, karşınıza köpekli beyefendiler, köpekli zarif hanımlar çıkabilir. Muhabbet edersiniz. Sağ taraf ormanlık, sol taraf ise sonsuza kadar deniz, ufukta gözükür. Arada bir Yassıada, Sivri Ada, Heybeliada... Eğer güneş batışına kadar beklerseniz, orada üç kanape var. Bir tanesi galiba çalınmak istendi, çimentosuyla sökülmüş yerinden, sonra geri kondu. Onu tavsiye ederim. Biraz yüksek olduğu için dinlenirsiniz. Diğer ikisinin ayakları toprak gömülmüş olduğu için, dinlenmekten ziyade yorulursunuz. Fakat en çok nefret ettiğim, etrafa baktığınızda, o üç kanepenin etrafı sigara izmaritiyle dolu olması. Felaket bir durum. Eğer yürümeye geldiysen ciğerini niye zehirliyorsun? Ha yürümeye geldiysen, ormanı niye yakmaya sebep olabiliyorsun? İkinci ciddi tehlike de bu. Yani hakikaten insanın ormana gidip sigara içmesine hiçbir mana veremiyorum.

Yine güzel bir manzara köşesi olarak eğer toprak yolu seçmeden yetimhaneye doğru devam ederseniz, İsa Tepesi'nin en uç tepe noktasına vardıktan sonra sağ tarafta meşhur İgor’un çayhanesini görürsünüz. Sol tarafa saparsanız esas manastırın sol tarafından aşağı yukarı 200 metre sonra enfes bir Dil Burnu manzarası var. O manzaradan sonra eğer cesaretiniz varsa, çalılıklar arasından tekrar manastırın alt mezarlığına kadar gidersiniz. Fakat orası tehlikeli. Çünkü keçi yolu ve maalesef keçi kalmadığı için keçi yolu kapandı. Bu sefer dizleriniz, pantolonunuz yırtılabilir. Geçtiniz mi oradan?

D.T.: Evet.

V.A.: Çalılar o kadar büyüdü ki. Halbuki keçi yoluydu eskiden. Şimdi keçi yok, kuzu yok. Üç beş tane danamız var. Onu da şikayet edenler var.

D.T.: Eşeğimiz yok, atımız yok...

V.A.: Yürümemin gereği ve faydalarını bilmem anlatabildim mi? Tabii bunun yanında motorize cihazların sesi olmadığı için kuşları dinlersiniz, böcekleri dinlersiniz. En güzeli kendinizi dinlersiniz. Kendinizin siz olduğunuzu ve sizin bu dünyada bir varlık olarak yaşadığınızı, Allah'ın size göz verdiğine, kulak verdiğine, zihin verdiğine, nefes verdiğini, ayak verdiğine şükredersiniz. Bu ayaklarımızı oraya kullanalım.

D.T.: Taner Öngür’ün dediği gibi, ‘Ayaklarını unutan Adalılar’. Ama ayaklarını unutan dünyalılar demek galiba daha da doğru olacak.

V.A.: Evet hepinizi yürümeye davet ediyorum. Benim tasavvurum, haftanın belirli günü Adalılar Çankaya Meydanı'nda toplansın ve toplu olarak en aşağı 50 kişi, en çok 200 kişi 'Büyük Tur’ yapalım.

D.T.: Şahane, yürüyelim. Hep beraber yürüyelim.

V.A.: Ayakkabının tabanı açılabilir. Çünkü başıma geldi bir iki defa. Ayakkabılar pek sağlam değil bugün. Yapışmayla yapılıyor. Eskiden dikiş ayakkabı vardı. Sıcaktan mıdır yahut kurumaktan mıdır bilmiyorum. Bu bez ayakkabıların tabanları patlıyor. Dolayısıyla yedek ayakkabıyla da çıksak iyi olur ve bu yürüyüşü yapalım.

D.T.: Tamam. İyi ki varsınız. Sizin peşinizden yürümeye geleceğiz.

V.A.: Tamam. O zaman kişileri siz toparlayın. Akşam saat beşte yola çıkılır, sekizde dönülür. İsterseniz Kadir'de çay içeriz ya da Mavi’de bir şey içeriz. Dönüşte eğer açıksa müzeye de uğrarız. Yahut belediyenin Beltur açıldı, orada da bir dinlenme molası veririz ve ondan sonra Maden yolundan tekrar Çankaya'ya döneriz.

D.T.: Evet. Yürürken düşünenler, üretenler listesi epey kabarık. Çoğu da uzun ömürlü ve çok üretken düşünürler birkaç müstesnanın dışında. Nietzsche, Kant, Sokrates, Platon, Jean Jacques Rousseau, Kierkegaard, Rimbaud, Whitman, Emerson, Thoreau... Kitapta bunlardan alıntılar da vardı.

N.S.: Evet. Yani güzel bir kitap gerçekten, okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Bir de Diken’de Murat Sevinç'in de bu konuyla ilgili bir yazısı var.

Victor Bey böyle tasvir ederek, her şeyi ince ince detaylarıyla çok da güzel anlatıyor. Onu dinlerken şunu düşündüm. Acaba bizi dinleyenlerin gözünde de benzer şeyler canlandı mı? Adalar’da yürümek meselesi gerçekten çok keyif verici. Dolayısıyla bunu tehdit eden şey, insanı tehdit eden şey bir taraftan da işte bu huzuru, Viktor Bey'in söylediği gibi kuş sesleriyle, martı sesleriyle bulduğu huzuru korumak çok önemli. Bizim çabamız, Viktor Bey'in bize anlattıklarının, bizlere ışık olmasını dilememiz hep bu yüzden. Bu kitapta da, bu yürüme meselesi ve insan olma meselesiyle ilgili çok güzel tasvirler var. Viktor Bey aslında bir filozof gibi konuşmuş. Onun söyledikleri aslında farklı cümlelerle bu kitabın içinde de yer alıyor. Oradan bir iki cümle söylemek istiyorum sonra sana devredeceğim.

D.T.: İki ayrı kitaptan bahsediyoruz kafa karışıklığı olmasın bu arada.

N.S.: Evet evet. Ben şu anda, Fransız felsefe profesörü Frédéric Gros'un Yürümenin Felsefesi kitabından bahsediyorum. Orada diyor ki, “Basit olanın yeniden keşfedilmesidir aslında yürümek. Konfordan vazgeçerek keşfedilen bir basitlik,. İnsana iyi gelen de bu basitlik, kalabalığın her türünden sıyrılmak aslında.”

D.T.: Evet. Bir de Victor Bey'in kitabından bir bölüm seçtik; ‘Saat Ayarı’. Bunu size aktarmak istiyoruz.

SAAT AYARI

Adada uyanmak ve günlük işleri ayarlamak için şimdiki gibi pilli saat bolluğu yoktu. Fakat her şey düzenli işlerdi. Sabah ilk ikaz horozlardan gelirdi. Bir müddet sonra sarnıç ve kuyulardan, çatıdaki depolara su basan tulumbacıların başkaldırı sesleri duyulurdu. Mahallede bulunan her bir tulumbacının gıcırtı tınısı farklı olduğundan, o anda emekli güreşçilerden hangisinin hangi tulumbadan su bastığı ve saatin kaç olduğu uzaktan anlaşılırdı.

Katır ve merkep sırtındaki küfelerde satış yapan seyyar satıcılar da, her gün aynı saatte mahallemizden geçerdi. Sabah 9’da “taze enginaaar”, 10’da “kesmece karpuuuuz” seslerini işitir, saatin kaç olduğunu anlardık. Saat 11:00’de yanları çekmeceli iki tahta valizi ile koşar adım yürüyen aceleci seyyar manifaturacı Nesim Efendi’nin “Makraciiii” diye bağıran keskin sesi duyulurdu. Saat 12:00’de eskici Kiryo Haralambos’un “Paliyarıhaçiiiii”, öğle sıcağında “Muuuuuslukci”, hemen ardından “Halis Bulgar kömürüüüüü”, saat 13’te “Kalaylaçiiii”, sesleri mahallede yankılanırdı. Saat 15’te unlu mamülünü satmak için Heybeliada’dan gelen, Avramaçi’nin “Boreka kaymaaak” çığlığı ve saat 18’de Hacı Baba’nın “Akşam yoğurduuuu” boğuk sesi, günlük hayatımızı zamanlamamız için birer rehberdi.

Fakat her halükarda Adamız günün en sıcak vakti olan 14 ile 16 saatleri arasındaki bunaltıcı ve ağır havası altında, esrarengiz ve korkunç bir sessizliğe gömülürdü. Arada bir taaa uzaklardan bir merkepin uzadıkça uzayan, sonra da yavaş yavaş kaybolan hüzünlü “i haaaa…, i haaa.., i ha” anırma sesi, siestamız için bir ninni gibi gelirdi kulağımıza.

Sabırsızlıkla beklenen ve babalarımızı şehirden adaya getirmekte olan vapur, kaptanın çımacıyı iskelenin ucuna çağırmak için öttürdüğü “düüüt, düt” sesi ve akabinde duyulan at arabalarının “klak kluk, klak kluk” diye yankılanan nal sesleri, aile büyüklerimizin eve gelmek de oldukları müjdesini verirdi.

Hafta sonu sabahları Adamız bambaşka bir rehavet havasına bürünürdü. Sokaklar sakinleşir ve tenhalaşırdı. Değişik mahallelerdeki kiliselerden gelen farklı tonlardaki çan sesleriyle, seyrek geçen faytoncuların zarif “ding-dong, ding-dong” zilleri ve atların nazik “klak, kluk” seslerinden başka ses duyulmazdı.

Ve şimdilerde, Adalar’da, bugünün sesleri sadece akülü arabaların vııınlamaları…



D.T.: Evet. Programın da sonuna geldik sanırım. Victor Bey'in çağrısını yineleyelim. 5 Ağustos saat 19:00’de tüm Adalılar’ı, gelebilen İstanbullular’ı, iklim aktivistlerini ‘Yürünebilir Adalar ‘etkinliğine davet ediyoruz. Viktor Bey’in söylediği gibi, “Birlikte toprağa basarak yürüyelim, aklınız, sağlığımız, ruhumuz ve geleceğimiz için yürüyebildiğimiz kadar yürüyelim.”