Susturma alanları: "Göçmenler var ama konuşmayalım"

-
Aa
+
a
a
a

Hüsnükabul'de konuğumuz Didem Danış ile Göç Araştırmaları Derneği çatısı altında gerçekleştirdiği son araştırmayı ve Türkiye'de göçmenleri etkileyen makro ve mikro politikaları konuşuyoruz.

""
Susturma alanları: "Göçmenler var ama konuşmayalım"
 

Susturma alanları: "Göçmenler var ama konuşmayalım"

podcast servisi: iTunes / RSS

Ferhat Kentel: Merhabalar, günaydın herkese. Burası Açık Radyo 95.0, bugün benimle -Ferhat Kentel- birliktesiniz. Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Didem Danış ike birlikteyiz bugün. Didem hoş geldin, merhaba. Geldiğin için çok teşekkür ederiz.

Didem Danış: Hoş bulduk.

F. K: Didem hakkında bilmeyenler için kısa bir hatırlatma, bir bilgi vereyim. Özellikle Türkiye'de mülteciler ve göç meseleleri üzerine çalışıyor. Geçen haftalarda da onun yapmış olduğu bazı çalışmalardan bahsetmiştik. Özellikle Göçü Yerelden Yönetmek diye belediyeler düzeyindeki göç politikalarından, mültecilik politikalarından bahsetmiştik. Belediyelerin farklı tavırlarından söz etmiştik; tamamen göçe karşı olanlar, ilgisi olanlar, sınırlı yardım yapanlar ve biraz daha etkili olanlar olarak.

Yerel seçimlerden sonra bu mesele biraz daha belirginleşti. Özellikle biraz umut veren, muhalefeti temsil eden bir tarz olarak işte CHP'nin demokratik söylemleri ve diğer yandan ırkçılığı ya da mülteci karşıtlığını içeren birtakım diller de daha bariz bir şekilde ortaya çıktı. Onları da konuşacağız.

Ama bugün Didem'le yaptıkları yeni bir araştırmadan bahsedeceğiz özellikle. İstanbul'da göç konulu bir araştırma yaptınız Didem, biraz ondan bahsedelim. Bu araştırmadan ne çıktı? Türkiye, aslında Anadolu diyelim, göçe çok sahne olan topraklar. Türkiye kuruluşundan itibaren mübadelelerle, Osmanlı'nın parçalanmasıyla gelen göçlerle, öncesinde belki Bolşevik Devrimi sonrasında olanlarla göçün hiç bitmediği bir yer. Ama son dönemin özel bir yeri var galiba, biraz oradan başlayalım istersen. Türkiye'nin ve İstanbul'un göç konusundaki özel yerinden. 

D.D: Çok teşekkür ediyorum tekrar programınızla ilgili. Zaten dinliyorum, podcast olarak radyoya yetişemesem de. O yüzden burada olduğum için çok mutluyum. Biz halihazırda Göç Araştırmaları Derneği'nin çatısı altında bir araştırma yaptık İstanbul'da göç dinamiklerinin en güncel halini anlamak için. Çünkü göç öyle bir konu ki, her an bir anlamda tablonun değiştiği bir resim sunabiliyor.

Tablonun değişmesi dedik. Hatırlarsanız 2023 seçimlerinde yabancı düşmanlığı ve nefret söylemi ayyuka çıkmıştı özellikle muhalefet partilerin dilinde, özellikle de CHP'nin ünlü geri göndereceğiz afişleriyle beraber. Hemen arkasından da İçişleri Bakanlığı'nın çok kapsamlı bir sıkılaştırma politikası uygulamaya başladığını gördük. O aslında önemli bir dönüşüme de işaret ediyordu. Belki bu dönüşüm biraz daha 2019'dan itibaren başlamış bir dönüşüm.

Dönüşümle şunu demek istiyorum, bugün Türkiye'de en kalabalık göçmen grubu olan Suriyelilere yönelik çok ciddi bir hüsnükabul politikası uygulanırken -sizin programınızın da ismi olan- son 3-4 yılda muhalefet partilerinin dilinde ve toplumda mülteci karşıtlığının yükselişi karşısında hükümet de bir sıkılaştırma politikasına gitti. Bizim yaptığımız bu yeni araştırmanın Kasım-Aralık aylarında sahasını yaptık. Ocak-Şubat'ta da raporlamasını tamamladık.

Burada aslında biz şunu görüyoruz; sıkılaştırma politikaları, denetlemelerin artması İstanbul'da göçmenlerin çok ciddi anlamda görünmezleşmesine neden oluyor.

Bu ne demek? Aslında bence illa ki sayının azaldığı anlamına gelmiyor ama hemen her köşe başında, kamusal alanlarda kimlik kontrolleri yapılması ve benzeri çeşitli denetleme politikalarıyla göçmenler artık sokakta veya kamusal alanda olmaya çekiniyorlar. Giderek daha içe kapanmacı, daha evlerinden dışarıya çıkmayan bir yapıya geçiyorlar. Bir anlamda, bizim ifademizle görünmezleşiyorlar.

Bu aslında çok ilginç çünkü bir tür sessizleştirme politikasından sonra artık ikinci aşama diyebiliriz buna. Göçmenleri tümüyle ülkeden belki göndermiyor ama onları toplumsal tepkiyi yönetmek için görünmez kılmaya çalışıyor.

Sorunun başına siz şey dediniz, son 10 senede ne değişti, ne tür bir farklılık var? Evet, İstanbul tam bir göç kenti. Osmanlı'dan başlayarak hatta daha öncesinden de hep bir cazibe merkezi, göç çekiyor. Ama son 10 senede bence ilk olarak köken yerlerindeki çeşitlilik açısından, ikincisi yasal statülerdeki farklılıklar açısından ve üçüncüsü de sınıfsal konumlardaki farklılıklar açısından çok ilginç bir tablo çıkıyor karşımıza. Evet, belki bizim daha önce Balkanlardan göç alma durumumuz vardı ama bugün Siyah Afrika'dan, en uzak Bangladeş'ten, Güney Amerika'dan bile göçmenlerin geldiği, gerçekten de o köken yeri anlamında çeşitliliğinin çok arttığı bir tabloyla karşı karşıyayız. Daha da ilginci, bu gelenlerin yasal statüleri çok farklı.

Biliyorsunuz en kalabalık grup Suriyeli, geçici koruma statüsündekiler. İstanbul'da yarım milyon kadar bu statüde Suriyeli var. Ama bir yarım milyon kadar da İstanbul'da ikamet izniyle oturan yabancı var. Tahminlere göre de 1 milyon kadar da düzensiz, yani hiçbir yasallığı olmayan göçmen var. Dolayısıyla burada bir kere bir çeşitlik var. Ama bir üçüncü öğe var ki bence o da çok önemli, sınıfsal mesele. Biz İstanbul'a baktığımızda bugün sadece yoksul, gariban, dışlanmış, eğitimsiz vesaire göçmenleri görmüyoruz. İstanbul bir küresel metropol olarak. Çok ciddi anlamda yüksek nitelikli, elit, ekonomik sermayesi yüksek bir kesimi de çekiyor. Bunu mesela en çok nereden görüyoruz? İşte en çok yabancıya konut satışı yapılan illerden bir tanesi, birincisi İstanbul. Dolayısıyla İstanbul çok varsıl bir göçü de çekiyor. Dolayısıyla bütün bunu tabloya baktığımızda bu çeşitlilik içinde toplumun, yani İstanbul'daki yerleşik nüfusun yeni gelenlerle kurduğu ilişkide farklı bir tablo ortaya çıkarabiliyor.

F.K:  Didem, çok teşekkürler. Bu arada Waseem de katıldı aramıza. Merhaba, koştura koştura, hoş geldin.

W.A.S: Herkese günaydın.

D.D: Evet, şeyden bahsettim, sessizleştirilme, görünmezleştirilme politikaları, yapılan birtakım kontrollerle falan olan bir şey ama geri gönderme, bu programda da konuştuk, bu geri gönderme merkezlerindeki felaket boyutuna varan uygulamalardan dışarı sızan bilgilerden anlıyoruz ki geri gönderme gibi bir şeyler de var.

F.K: Şöyle bir paradoks var galiba değil mi? Bir yandan ortalama kamuoyunda yabancı düşmanlığını körükleyen, işte biraz böyle bizim evimiz, bizim yurdumuz, bizim memleketimiz diyerek gayet ulusal kimlik kurgusuna bağlı olarak kendi kimlik kartını taşımayan çok yakın kültürlere, benzer kültürlere yakın olsa bile istenmemesi söz konusu oluyor. Bunın bir tür politik bir getirisi de var, ortalama düşünceye uygun politikalar yapmak.

Yani evet insanlar istemiyorsa o zaman buna uygun politika, işte Zafer Partisi'nin falan yapmış olduğu şeyler. Dolayısıyla devlet de sanki böyle ikili üçlü bir tac ayağı üzerinde oynuyor. Bir yandan bundan faydalanıyor ama açıkça konuşamıyor. Çünkü malum işte ensar muhacir muhabbetleri var. İşte din kardeşlerimiz meselesi var. Bir yandan bunu akılda tutarak geri gönderiyor ve bir yandan da biraz bu yoksulluk mantığıyla düşündüğümüz zaman da, ekonomide çok ciddi bir katkısı var bütün mültecilerin ucuza iş gücü sağlanması bakımından yani hem ekonomik hem politik hem birtakım uluslararası politikalar bakımından geri göndermek veya işte tutmak arasında bir gerilim var. Çok yönlü bir gerilim bu. Devletin, hükümetin, siyasi erkin uyguladığı politikalar hakkında ne dersin?

D.D: Aslında bu son dönemdeki yenilik biraz da bu. Hükümet bence çok çelişkili bir durumda, sıkışmış durumda. Dediğiniz gibi işte Suriye'deki önce ayaklanmanın ardından da şiddetle Bir savaşa dönüşen ortamın hemen arkasından hükümet bir açık kapı politikası uyguladı, bir hüsnükabul politikası yürüttü. Bu çok önemliydi gerçekten.

Diğer sınır komşusu ülkelere göre biz tek açık sınır politikası izleyendik. Fakat bu politikanın çok hızlı bir şekilde dönüştüğünü de gördük. Özellikle burada bir tane kritik nokta 2016 Avrupa Birliği-Türkiye Anlaşması, bence ondan bir bahsetmek lazım. Oradan itibaren aslında devlet ilk başta geçici olacağını düşündüğü, misafir ifadesiyle tanımladığı grubun geri dönmeyeceğini kavradı. Peyderpey bunu kavradı. Zaten sorun biraz oradan çıkmaya başladı. Çünkü ensar muhacir gibi toplumsal bir anlamda barışı sağlayan söylemsel araçlar artık işe yaramaz hale geldi. Bugün geldiğimiz noktada yapılan başka meslektaşlarımızın yaptığı araştırmalar da bunu gösteriyor. Artık bu söylem taşıyıcı, ikna edici rolünü oynayamıyor.

Ama öte yandan Türkiye ekonomisinin özelliğine baktığımız zaman her zaman ucuz iş gücüne ihtiyaç duyan fason üretim yaptığını, yani yüksek katma değerli üretim yapamadığını düşündüğümüzde, artı Türkiye toplumunun da artık inşaat gibi, imalat gibi, konfeksiyon gibi sektörlerde ucuz iş gücü olarak çalışmak istemediğini düşündüğümüzde, Aslında göçmenler tam da o ihtiyaç duyulan önemli ucuz iş gücünü sağlıyorlar. Dolayısıyla aslında hükümetin bence şu anda tam anlamıyla vazgeçememesinin sebeplerinden bir tanesi bu. Dolayısıyla hükümetin benim gördüğüm kadarıyla şu anda uyguladığı politika bir yandan toplumdaki tepkileri biraz dindirebilmek için görünür bir şekilde kontrol politikasını arttırmak. Yani bakın mesela muhakkak hepiniz karşılaşmışsınızdır İstanbul'da yaşayanlar. Mobil denetim araçları var. Bunlar minibüs şeklinde üzerinde göç idaresinin logosu ve mobil denetim aracı yazıyor. Bütün büyük meydanlarda, kentsel alanlarda duruyor ve sürekli kimlik kontrolü yapıyor. Burada tabii çok büyük sayılar, İçişleri Bakanlığı bu sayıları açıklıyor. Çok büyük sayıda insan kimlik kontrolüne uğruyor ve arkasından bir kısmı 80 bin kadar kişi alınıp geri gönderme merkezlerine götürülüyor. Bir kısmı da sınır dışı ediliyor.

Sınır dışı etmek tabii en zor, en son aşama. Ama bu neyi sağlıyor? Toplumda bir rahatlama hissi yaratıyor. Çünkü hepimiz biliyoruz, çok kuvvetli bir yabancı düşmanlığı var. Siyasi parti ayrımı gözetmeksizin toplumu birleştiren neredeyse tek konu bu. Herkes mültecilerin, göçmenlerin gitmesini istiyor. Bu tepkiyi de bence ayrıca konuşmamız lazım. Bu tepkinin dönüşümünü vs. Ama burada hükümet sonuçta görünür bir şekilde bu öfkeyi yönetmiş oluyor. Fakat bir yandan baktığımızda ise hala o emek olarak bu iş gücüne ihtiyaç duyduğu için de tam anlamıyla da engellemiyor aslında bence. Yani çelişkili durum bu. Hem onlar olsun ama nasıl olsun işte görünmezleşmeyi o yüzden vurguluyorum.

Uysal işçiler olarak ve görünmeyen işçiler olarak devam etsinler ama Türk toplumunun düzenini, nizamını, huzurunu tırnak içinde kullanın, bozmasınlar. Bu yani böyle bir deney yürütmeye çalışıyor. Biraz aslında şunu gördük biz son yerel seçimde. Kısmen 2023'deki kadar yüksek bir nefret söyleminin hayata geçmediğini seçim sürecinde söyleyebiliyorum ben. Burada da bence bu sıkılaşan kontrol politikalarının bir etkisi oldu. Biz araştırmamızda da bunu gördük.

F.K: Geçmediğini, nefret söyleminin bu seçimlerde çok fazla söz konusu olmadığını söylüyorsun.

D.D: Aynen. Ben bunu kesinlikle 2023 seçimleriyle karşılaştırdığım zaman, sizin programları da dinlediğim kadarıyla size ters düştüğüm yer burası, bu son 2024 seçimlerinde bir öncekine göre çok daha yumuşak ilerlediğini görüyorum. Nefret söyleminin ve bu yabancı karşıtlığının en büyük taşıyıcısı kimlerdi? Muhalifet partileriydi. En başta CHP, Zafer Partisi gibi. Bu iki partinin de aslında CHP'nin söylemi çok değişti, bunu gündeme getirmiyor. İkincisi de Zafer Partisi zaten bu süreçte gölgede kaldı. Yani o bu söylemi yapıyorsa bile eskisi kadar ön planda değil.

Burada tabii bence toplumda da biraz farkındalığın artmasının da etkisi var. Mesela 2023'te topluma sorduğumuz zaman en büyük sorunlar nedir Türkiye'nin önündekinden değil de göçmen meselesi en ön sıralarda çıkıyordu. Şimdi bir nebze ekonominin arkasında yer alıyor.

F.K:  Görelileşmiş bir şey bu o zaman yani. Başka şeyler öne çıktığı için galiba. Bir de aslında bu seçimler vasıtasıyla toplumun gazı da alınmış oldu. Arkasından gelen tabela, yabancı dil vs. uygulamalarda alınan önlemler, özellikle Bolu Belediyesi galiba bayağı sembol oldu.

D.D: Zafer Partisi'nin ilk yaptığı işlem tabelalarla ilgili aldığı karar oldu. Şimdi bu tabela konusu bence çok ilginç. Demin söylediğim, tamam buradasınız, tamam memnun değiliz ama kabulleniyoruz ama gözümüze gözükmeyin tavrının bence ete kemiğe büründüğü zaman. Yani bir tür görünmezleştirme diyorum ya, bunun ısrarla belki fazla altını çiziyorum ama tamam bu ülkede devam edeceksiniz. Belki hepinizi atamıyoruz, yani o hakim söylemle söyleyeyim. Ama gözümüze gözükmeyin. Tabelanız vesaire ortada olmasın. Sokakta serbestçe dolaşmayın.

Biz bunu mesela en son bayramda çok net gördük değil mi? Her bayramda ne olurdu? İşte Afganlar sokakta. Bununla ilgili çok fazla sosyal medya ve medya yayını olurdu. Bu sefer çıkamadılar çünkü kontroller o kadar sıkıydı ki ve geri gönderilme riski o kadar büyüttü ki hiç çıkmamayı, yani görünmemeyi bir anlamda tercih etmek zorunda kaldılar.

Ömer Madra: Ben de bir ufak soru araya sokayım izninizle. Bu görünmezleştirme ya da görünmezleşme ya da sessizleştirme politikaları açısından bakıldığında Türkiye'nin durumu dünyada mesela Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde de çok kuvvetli bir göçmen düşmanlığı filan da görülüyor. Nasıl bir yerde duruyor Türkiye?  Bir kıyaslama yapılabilecekse?

D.D: Batı dünyasıyla aslında çok önemli bir farkımız var, o da hükümetin Avrupa'da veya Kuzey Amerika'da olduğundan farklı olarak; açık bir şekilde göçmen karşıtı olmaması. Türkiye bazen diğer otoriter ülkelerle karşılaştırılıyor ya, Macaristan, Hindistan gibi veya Batı Avrupa ülkeleriyle de düşünürsek, bunların hepsinin iktidarındaki partiler, açıkça göçmen karşıtı bir söylem ve politika benimsiyorlar. Bizim başta Cumhurbaşkanı olmak üzere AK Parti'nin temsilcilerinde, kamusal söylemde açıkça bir göçmen ve mülteci karşıtı söylemi yok. Bunun altını çizmek lazım. Evet, önceki yıllara göre kucaklayıcı söylem mi de duyamıyoruz artık. Çok daha az duyulur oldu. Çünkü ilk yıllarda hatırlayacak olursanız, İlk 5-6-7 yılda çok daha kuvvetli bir şekilde kucak açma söylemini duyuyorduk. Artık o yok ama bir nefret de üretmiyor. Oysa ki, işte demin dedim Orban'a en uç örneklerden biri olarak işte daha önce Bolsanaro... O anlamda Türkiye gerçekten çok istisnai bir örnek dünya tablosunda.

Ama Türkiye'de de toplumsal tepki çok yüksek. Özellikle Batı dünyasıyla karşılaştırdığımızda güçlü bir göçmenlerin haklarını savunan sivil toplum hareketinin olmaması önemli bir fark. Yani mesela Avrupa'da evet, devlet ve hükümet göçmen karşıtı bir politika uyguluyor ama aynı zamanda da çok kuvvetli insan hakları, mülteci hakları, göçmen haklarını savunan örgütler var veya inisiyatifler var. Bizdeki sıkıntı o. Bizde sivil alandan göçmenlerin haklarını savunan aktörler maalesef yeterince güçlü değil.

F.K: Aslında genel siyasi baskı ortamı bütün sivil toplum hareketlerinde ciddi bir gerilemeye yol açtığı için burada da belki o da görünmez oluyor. Yani görünmezleştirme formülün gerçekten çok acıklayıcı. Yani bir yandan mültecileri görünmez kılıyorsun, siyaset alanı ya da hükümet alanı bu konuda zaten sessizlik kendisini de sessizleştiriyor ve sivil toplumda sessizleşiyor aslında. Çok o anlamda gayet total bir politika pratikte işliyor gibi gözüküyor.

Sizin bu son yaptığınız çalışmada Bu mekansal olarak da aslında bütün bu göç-mültecilik meselesinin yansıması söz konusu. Sınıfsal, mahalleler gibi o konularda bu da bizzat belki toplumsal ilişkilerde bir rol oynuyor olabilir ya da en azından sizin araştırmalar bunu da söylüyor.

D.D: Dediğim gibi Göç Araştırmaları Derneği, GAR'ın çatısı altında yaptık. Dört tane genç arkadaşımız dört ilçede araştırmayı yürüttü. Zeytinburnu'nda Yasir Bodur, Esenyurt'ta Bir Gülçay, Kadiköy'de Ayşenur Ölmezses, Beyoğlu'nda da Çisel Karacebe. Biz bu dört ilçeyi, ikisi merkez, ikisi çeper, İkisi o dönemde AK Parti, ikisi CHP olarak seçtik aslında. Tabii gönül ister ki bütün İstanbul'da yapalım ama o kadar geniş bir kaynağımız yoktu. Ve bu araştırmada aslında tam da bahsettiğim o çeşitlilik ve farklılaşmayı çok daha net görebildik.

Yani bir, hem ilçeler arası İstanbul ölçeğinde göçmenlerin durumuna dair bir farklılık çeşitlilik görüyoruz. Hem de aynı ilçenin içinde aslında özellikle Suriyeliler ki şu anda biliyorsunuz en kalabalık grup olan o ve diğer düzensiz göçmen gruplar içinde çok önemli değişimler de görüyoruz. Çünkü aslında önemli sayıda göçmen grubun artık İstanbul'daki varlığı 5-6-7 yıldan hatta Suriyeliler durumunda neredeyse 10 yıllık bir süreye dayanıyor. Yani aslında artık ilk yerleşim sürecini tamamlamış kente ilk geldiği zamanki zorlukları aşmış, tutunma sorunlarını kısmen bir kısmı için başarmış bir adaptasyonun o ilk adamlarının atıldığı bir tabloyla karşı karşıyayız ve bunu özellikle Suriyeliler durumunda daha net görebiliyoruz. Bizim araştırmada ortaya çıkan şeylerden bir tanesi buydu aslında bir kere daha. Yasal statünün önemi. Çünkü Suriyeliler geçici koruma statüsü de olsa bu statü sayesinde çocuklarını okula gönderebiliyorlar, sağlık hizmeti alabiliyorlar. Sokakta gezerken daha rahat, demin bahsettiğim gibi sınır dışı edilme korkusu olmadan.

Dolayısıyla da artık giderek bulundukları mahallelerde sosyal ve mekansal adaptasyonlarının ciddi oranda gerçekleştirmeye başladıklarını gördük bir kesim için. Ama bir diğer kesim için de kente tutunmanın çok da kolay olmadığını ve bir anlamda o yoksulluk hiyerarşisinin en altında sıkışıp kalmakta olduklarını görüyoruz. Yani burada tabii biz birkaç tane farklı strateji tespit ettik o ilk dönemki zorlukları aşmak için. Çok fazla uzatmayayım şimdi onu raporda okumak isteyenler için

Raporumuz Göç Araştırmaları Derneği'nin web sitesinden ulaşabilecekler. Fakat henüz son bir sayfa dizgi çalışmasındayız. İki hafta içinde oradan ulaşabilecekler. Bizim de zaten sosyal medya hesaplarımızı Twitter'da özellikle takip edebilirler.

W.A.S: Umarım sesim geliyordur. İlk önce çok teşekkür ederiz Didem Hocam. Yani inanılmaz aslında, bu gelmekte olan aslında şu an tam da klişe ve çıkmazın olduğu yere aslında dokundunuz. Ferhat da aynı şekilde. Ben tam da orada durmak istiyorum. Zamanımız çok kalmadı ama şu paradoksun olduğu yerde tam da orada bir gerilim var gibi hissediyorum. Yani görünen şu ki gelmekte olan ve şu an yerel seçim bizi bir tur rahatlattı gibi bir mesaj, bir işaret verdi. Yakın zamanda Ercüment Akdeniz'in yazdığı çok kısa bir makaleye rastladım.

Bu aşırı sağ, ve bunu parantez içinde alıyor, aşırı sağ tehlikesini bitti mi diye soruyor, böyle bir soru soruyor. Yani benim için özellikle aşırı sağ değil, oradaki tehlike kelimesi aklımda kaldı. Ne dersiniz bu paradoksu da düşünerek?

D.D: Bence Zafer Partisi gibi Türkiye'de aşırı sağ partilerin yükselmesini veya işte göçmen karşısı diyelim, sadece sağ değil aslında bu partiler ama bu aşırı fikirleri savunan partilerin yükselmesinin arka planında çok ciddi bir toplumsal rahatsızlık, endişe hali, özellikle genç kesimdeki bu partilere en çok gençlerin destek verdiğini biliyoruz. Bir gelecek kaygısı vs. görüyoruz.

Aslında bence bu tehlike diyorsak bunu, burada biz bir toplumsal rahatsızlık ve öfkenin kanalize olduğu bir mecra görüyoruz. Aslında yapılacak şey Türkiye'yi daha iyi bir yere doğru, çok kısaca söyleyeyim bunu, ekonomik, politik, demokratik haklar konusunda daha iyi bir yere doğru götürmek. Benim açımdan 2023 ve 2024 seçimleri arasındaki kısmi yumuşama diyeyim, nefret söylemindeki, yabancı düşmanlığındaki çok iyiye işaretti. Demek ki aslında politik alanın farklı şekilde biçimlenmesi, o söylemsel öfkenin başka şekiller almasını da mümkün kılabiliyor.

Şunu söyleyeyim, halihazırda demin bahsettiğim seyreltme ve süpürme politikası diyoruz biz buna. Sıkılaşan denetim politikalarının toplumdan çok ciddi bir destek gördüğünü bir kere altına çizeyim. Yani toplum bunu destekliyor Türkiye'de. Göçmenlerin kaldığını gönülsüz bir şekilde kabulleniyor Türkiye toplumu. Ve bunun ama artık kontrol altında ve mümkün mertebe gözüne görünmeyen bir şekilde olmasını istiyor. Yani aslında konfeksiyonda, inşaatta bu göçmen emeğine ihtiyaç olduğunu bence hem hükümet hem toplum çok ciddi anlamda kabullenmiş durumda. Ama tabii ki bu hiç tepki yok anlamına gelmiyor. Ama bu tepkilerin de siyasal alanda daha anlamlı bir şekilde kamuoyunda tartışılabiliyor olması gerekiyor. Yani bence biz nerede durmalıyız burada? Bunların sağlıklı bir şekilde ve şeffaf bir şekilde göçmenlerle ilgili gerçeklerin tartışılabilmesi gerekiyor. Yani bizim belki burada yapmamız gereken şey bu.Uç partilerin yaptığı gibi bunu bir nefret söylemine çevirmek değil ama bütün boyutlarıyla ve tüm aktörlerin yani yerel halkın da tepkilerini dikkate alarak tartışmayı yürütmek gerekiyor.

W.A.S: W.A.S: Yani çok derin bir ihtimam olduğu da bir işaret ediyor aslında. Ve bu tam da olarak mekânsal olduğu bir yere işaret ediyor. Ya ben çok yakın bir zamanda Gökçeada'dan geldim ve olağanüstü bir şey, peyzaj ve hafıza ile karşılaştım. Yani yüzleştim aslında. Çok hüzünlüydü. İhtimam da çok önemli bir kavram orada. Sadece onu söyleyeyim.

F.K: Didem, son söylemiş olduğun, yani o görünmeyip kabul etmek, görmeden kabul etmek aslında ne kadar klasik bir Türkiye... Nasıl diyeyim Gerçekliğini tekrarlıyoruz aslında. Kürtler var ama fazla konuşmayalım. Ermeniler var ama konuşmayalım. Şimdi de göçmenler var ama konuşmayalım. Galiba yeniden bir döngü kurduk.

Evet, Didem çok çok teşekkürler. Araştırma için hepinizin ellerinize sağlık.

Haftaya Çarşamba, yine görüşmek dileğiyle.