Görünmez çizgiler, görünmez insanlar, görünmez eylemler

-
Aa
+
a
a
a

Hüsnükabul'de, göç ve savaşın karmaşıklığına ve devletlerin bu konulardaki politikalarının insan haklarına etkilerine dikkat çekiyor ve görünmez çizgiler olarak adlandırılan bu olguları, çeşitli ülkelerdeki politikaları, medya manipülasyonu ve toplumsal algıları şekillendirme sürecinde nasıl rol oynadığını tartışıyoruz.

Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba, günaydın herkese, Burası Açık Radyo 95.0. Ferhat Kentel ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz.

Ferhat Kentel: Merhabalar, günaydın.

Ömer Madra: Merhaba, selamlar.

Özdeş Özbay: Selamlar.

W.A.S: Öldürme alanları ilan ediliyor. İnsanlıkla alay eden ahlaki çürümenin başka bir boyutuna tanık oluyoruz. İsrail, Gazze'de öldürme alanları oluşturuyor. Bu alanlara giren herkese vuruluyor.

İsrail ordusu, Gazze Savaşı'nın başlamasında bu yana 9 bin teröristin öldürüldüğünü söylüyor. Ancak savunma yetkilileri ve askerleri, HaaretzGazetesi'nin ifadesiyle, bu kişilerin tek suçu İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) tarafından çizilen görünmez çizgiyi geçmek olan siviller olduğunu söylüyor.

Bu görünmez çizgiler üzerinde biraz daha yakından durursak; bu görünmez çizgiler konusunun bir başka yüzü susturma alanları (silencing zone) olarak gözüküyor.

Önemli bir sosyolog olan Didem Danış'ın -şu an Galatasaray Üniversitesi'nde öğretim üyesi- bu konuda yazdığı iki makale var; “Türkiye'deki Suriyelileri Çerçevelemek, Devlet Kontrolü ve Krize Hayır Söylemi” ve ikincisi “Göçü Yerelden Yönetmek: Belediyeler”. Bu iki makalede susturma alanlarının veya eyleminin nasıl oluşturulduğunu anlatıyor. 

Didem Danış şöyle diyor; 

Suriyeli mültecilerin kitlesel gelişi ve varlıklarının devam etmesi, açık kapı politikasının bir sonucu olarak dünyanın en fazla mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye'sinde göç konusunda birçok yeni tartışmayı tetikledi. Ancak siyasi kurumların ve aktörlerin göçü nasıl çerçevelediklerini araştırdığımızda, Avrupa söylemlerinden farklı olarak 'kriz' kelimesinin tamamen yokluğunu görüyoruz. Politikacıların kamuoyuna yaptığı açıklamalarda 'kontrol' (örtük de olsa) yinelenen bir tema olarak ortaya çıkıyor.

Burada mülteci sorununun yönetimi çeşitli mekanizmalar aracıyla uygulanan devlet gücünün bir göstergesi haline geliyor. Devletin Türk medyasındaki Suriyelilere yönelik söylemini analiz ettiğimizde -Türk medyasından bahsettiğimizde özellikle yerleşik medya, yani ana akım medyadan, devletin elinde olan bir medyadan bahsediyor- kriz çerçevelenmesinden kasıtlı olarak kaçınıldığını görüyoruz. Bunun medya kontrolü yoluyla örtülü bir susturmanın işareti olduğunu ileri sürüyor.

Bu söylem seçimi mültecilerin kitlesel gelişine yönelik toplumsal tepkileri yönetmeye yönelik açık bir politikayı yansıtıyor.

Bu susturma eylemiyle ilgili ister istemez çok yakında gerçekleşen, geçtiğimiz iki günde izlediğimiz yerel seçimle ilişki kurmak, aslında biraz yerel seçime odaklamak durumunda kalıyoruz. Susturma alanını bir benzetme yaparak, öldürme alanıyla ilişkilendirmekte tabii ki bir zorluk yaşıyoruz ama yine de susturma alanı kavramı bu durum için çok değerli geliyor. Çünkü burada -şimdi sözü Ferhat'a vereceğim- çok kısaca ikinci makaleden, “Göçü Yerelden Yönetmek: Belediyeler" başlığına atıfta bulunarak söz etmek istiyorum. Aslında şöyle diyor; belediyeler ilgisizlerGöç bizim işimiz değil diyorlar. Böylece bir tür göçmen karşıtı belediye oluşuyor. Burada belediyelerden aslında böyle bir beklenti yok. Aslında biz kocaman bir ölçekten bahsediyoruz. Tabii bilmiyorum Ferhat ne der bu konuda, ilgisizlik ve susturma alanları üzerine.

F.K: Bu başlangıç için teşekkürler Waseem. Şunu hemen söyleyeyim, Didem Danış'ı önümüzdeki programlardan birine davet edeceğiz. Muhtemelen bayramdan sonra olabilir, belki bir hafta sonrasında ama kendisinden daha ayrıntılı, daha uzun uzun dinleriz. Yerel seçimlerin hemen ertesinde olduğumuz için; belediyelerin oynadığı rolden, belediyelerin en azından mülteciler nezdinde neler yaptığına bir iki değinmek için fırsat veriyor bize Didem Danış'ın yazdıkları. Örneğin Deniz Sert'le birlikte yazdığı, senin de sözünü ettiğin makale, araştırmaya dayanan bir çalışma. 

“Göçü Yerelden Yönetmek” başlıklı bu çalışmada belediyelerin farklı tutumları var, aslında dört tane kategori var diyelim belediyeler arasında.

1) Bazıları net, çok göçmen karşıtı. Bunlar mesela Zafer Partisi'nin belediyelerdeki tezahürleri diye düşünürüz. Yani Zafer Partili olmasına gerek yok. İşte CHP'li de olabilir bunlar. Aynı zamanda propaganda çalışmalarına baktığınız zaman, kimisi alenen seçimlerin ertesi günü, kazandığımızın ertesi günü onları yollayacağız vesaire diyordu. Bolu mesela, ne yapıyor? Yardımları kesiyor. Mudanya'da mülteciler ya da göçmenler sahillere sokulmuyor. Bu birinci kategori. En net radikal olarak tepki gösterenler.

2) İkincisi senin dediğin gibi çoğunluk, aslında ilgisizler. Bu bizim işimiz değil diyorlar. Yine Didemlerin anlattığı gibi, bu 5393 numaralı belediye kanunun hemşehrilik tanımından kaynaklanıyor biraz bu. Yani bir tarafıyla herkes ikamet ettiği belediyenin hemşehrisidir diyor bu on üçüncü madde. Dolayısıyla belediyenin yapması lazım bu yardımı. Destek vermesi lazım. Meslek kuruluşları, üniversiteler, sendikalar, STK'lar da destek vermelidir. Şehrin yönetimi, şehirde yaşayan bütün insanları ciddiye alır. Ama bir de madde on dört var. Orada vatandaşlar kelimesi geçiyor. Yani belediyenin yapması gereken işler, işte hangi vatandaşlar falan gibi şey deyince onlar vatandaş değil ki diyorlar. Dolayısıyla bir tür kaçak dövüş de söz konusu olabiliyor.

3) Üçüncü kategori sınırlı ve kısmi; işte biraz dolaylı yollarla yardımlar yapanlar.

4) Bir de bayağı etkin bir şekilde yardım edenler, uyum için destek veren birtakım belediyeler var. İşte bunların en güzel örnekleri ya da tırnak içinde söyleyelim "başarılı örnekleri" bir yandan devlete, hükümete veya maddi kaynaklara da ulaşabilen belediyeler. Mesela bir tanesini işte Gaziantep Belediyesi, ötekisi benim de çok iyi bildiğim Sultanbeyli Belediyesi İstanbul'dan. Özellikle Sultanbeyli Belediyesi, mülteciler için hem dışarıdan yardım bulup hem devletin yardımlarından faydalanıp hem de yerel düzeyde çok iyi organizasyonlar yapıyor.

Bence önemli olan şu, büyük çoğunluğu o ilk iki kategoriden yani karşıt olanlar ve ilgisizlerden oluşuyor. Senin tam bu konuyu açarken söylemiş olduğun gibi, işte o susturma yani yokmuş varsaymak en önemli davranışlarından biri. Dolayısıyla bu biraz, nasıl diyeyim yani, bir şeyden de bağımsız değil aslında. Dünya çapındaki yabancı düşmanlığı, mülteci söylemleri vesaire hakkındaki bütün önyargılara bağlı olarak o havadan, bu atmosferden bu belediyeler açıkçası faydalanıyorlar. Ya da işte, belli bir susturma, görünür olmaktan uzaklaştırma, görünmez kılma var. Görünmez kılıyorsun ve görmüyorsun, yok diyorsun. Onlar zaten benim alanım içine girmiyor. Dolayısıyla burada galiba çok ciddi bir sorun var.
Belediyeler için çok radikal bir değişim yaşandı Türkiye'de. Önemli bir değişim yaşandı. Bu andan itibaren ne olacak? Onu da ayrıca biraz daha konuşuruz gerekirse.

W.A.S: Burada görünmez çizgiden bahsederken, tam da bu alandan ilişki bulunmaya çalışıyorum, bir susturma alanı olarak ya da sessiz kalma alanı olarak. Çünkü burada belediyelerin rolü işlenemez hale geliyor aslında.

Çünkü yine büyük ölçülerden bahsediyoruz. Öyle bir beklentimiz yok aslında. Belediyelerin olmadığını düşünsek...

Bir anda bütün bu kavramları tek tek düşündüğümüzde; hemşehri olmak, vatandaş olmak, yeryüzünde bir ortak bir şemsiyenin altında toplamak gibi bir kavramlar kullanılıyor bu belediyeler tarafından. Ama ben öyle bir umudun yeşeremeyeceğini hissediyorum açıkçası. O ölçeği biraz daha küçülterek ne kadar düşünebiliriz? Belediyelerin olmadığını düşünmek ne kadar mümkün? Bunu da soruyorum kendi kendime şu an. Ne dersin Ferhat? Burada çünkü tam Sivil Toplum Kuruluşları devreye giriyor.

F.K: Şöyle düşünmek lazım mesela; şimdi içinde bulunduğumuz bağlamı düşünelim. Bir seçim geçirdik ve bu seçimde tabii ki, bu şey analizleri yapılıyor ya, seçmen ne mesaj verdi, seçmen ne demek istedi? Valla seçmen diye bir tane insan yok, öyle homojen bir insan yok. Ama en daha bariz, daha gerinir olan birtakım tutumlar ve davranışlar var. Bir partiye verilen oyların nitelikleri var. Yani oy veren insanların hepsi aynı şekilde vermiyor. Çok karmaşık, çoğul bir durum.

Bir-iki tane söylenen ana hat, ana tema çıkarabiliriz yine de. Öyle gözüküyor ki, biraz kutuplaştırıcı dilin, otoriter dilin, kibirli dilin, işte hakaret dilinin vesaire diye adlandırabileceğimiz ve biraz devletle ve yöneten partiyle özdeşleşmiş olan bu dilin; artık bu dile karşı yeter diyen bir seçim sonucu oldu. Bir tarafıyla bu artık boğuşma, artık kavga etme ve kavga etmeyelim demek. Çok zor bir şey aslında düşünsenize. Gündelik hayatın içinde sürekli mesajlar yayıyor sana ve sen sonuç olarak kafanı başını örtüp aman Allah'ım duymak istemiyorum diyorsun. Yani kapanıyorsun içine. Dolayısıyla ne yapıyorsun? Çekiliyorsun, o siyaset alanlarından çekiliyorsun. İlginç bir şekilde belki. Türkiye'de bu da yaşanmış oldu. O kadar çok köşeye sıkışmış olup iyice içe kapanmak yerine, son bir gayretli ses daha çıktı. Yani olumlu anlamda. Daha iyi, daha iyimser, daha tırnak içine söylüyorum işte "hoşgörüyü" besleyen bir dil çıktı ortaya, kapanmak yerine.

Kapanmak deyince de aklıma şey geliyor, totaliter ülkelerde birtakım direniş yöntemleri olarak çok sık verilen örneklerdir. 1980'lerde Polonya'da askeri darbeden sonra Jaruzelski yönetimine karşı Solidarność Dayanışma Sendikası'nın taraftarlığının yöntemlerinden biriydi. Akşam haberler saatinde bütün televizyonlar sokağa çeviriliyor. Ben evde dinlemiyorum onu, alın siz sokak dinlesin gibi. Dolayısıyla reddediyorsun. Kendine başka bir alan yaratıyorsun. Ama bu tür sivil bir şeyler yapabilirsin. O en son hal aslında. En son kapanma hali. O da sonuç yaratıyor. Solidarność gibi çok ciddi bir hareket çıkıyor buradan. Topluluk hareketi çıkıyor. Türkiye'de olan galiba, bu içe kapanmanın bir önceki aşamasında bir ses çıkarmak gibi oldu. Bu da sonuçta belediyelerin o sivil düzeye, yatay düzeye, toplumsal gündelik hayata en yakından değen bir yerinden gerçekleşti.

Buradan sonra şunu ummak gerekir diye düşünüyorum; bir kademe aşıldı. Konuşma kapasitesi, iyi olma kapasitesi gibi bir şey. En azından önü açıldı. Bundan sonra ne yapacağız? Şimdi bu ayrıntılara girmek lazım arkasından. Nerelerde hayat, kamusal hayat? Kimlerle nasıl paylaşacağız?
Paylaşmanın yollarını kurmak lazım. E tabii mülteciler ve göçmenler de buradaki bence en önemli kıstaslardan biri olacak. Sen sadece bir Türkiye Cumhuriyeti, Türk, işte bu vatandaş bu değil deyip kimlik kağıdına, kartına sahip olan birtakım insanlarla mı yapacaksın bu iyilik dilini?

Yoksa bu topraklarda yaşayan, senin hem çöp üreten, hem çöp temizleyen, atölyelerde çalışan, ayakkabı üreten, sandviç yapan ve hem bunun çöpünü hem hayatın kendisi üreten, vergileriyle vesaire hayata dahil olan insanlarla mı? İnsanları da dahil edecek misin? Galiba böyle kapsayıcı, olumlu, iyi, tırnak içinde "iyilik" üreten bir dili çoğaltmak için bizim en dışımızda gözüken Ulus Devleti'nin aslında en dışımıza ittiği ama bizden farklı olmayan insanları bu şehirde yaşamaktan ötürü zaten ortak olduğumuz insanları dahil edecek bir dili genişletmek lazım. Genişletebiliriz diye düşünüyorum. En azından bu seçimlerin bana verdiği ilhamlardan biri de bu.

Ö.M: Ben de ufak bir ilavede bulunayım izninizle yani bu sürekli öldürme alanı ya da görmezden gelme alanı diye nitelediğimiz şeyin en belirgin örnekleri tabi Gazze'de başta olmak üzere Türkiye'de de biraz önce ikinizin de sözü ettiği şeyler ama aynı zamanda Gazze'de mesela Fransız filozof sık sık adını geçirdiğimiz Edgar Moren'in korkunç bir trajedi yaşıyoruz dediği -103 yaşında ve direnişçi- ve Gazze'de yaşananlara karşı müthiş öfkeyle korkunç bir trajedi yaşıyoruz ama görmezden geliyoruz buna inanamıyorum bunca zamandır katliama uğramış olan bir halkın çocuklarının Holokosta uğramış olanların şimdi onu uyguluyor olmalarını görmezden gelmeyi çok kuvvetle reddediyor.

Muvazzaf bir asker, Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri'nde açlık grevine girdi. Bu da yeni bir şey oldu Aaron Bushnell kendini yaktıktan sonra İsrail Büyükelçiliği önünde. Şimdi yine 25 yaşında yanılmıyorsam Larry Hebert'te açıkça ben Gazze'ye devam edeceğiz, ateşkes olana kadar yemek yemeyeceğim, bir şey yemeyeceğim diyor. Çok önemli bir açıklaması vardı. Onunla da ilgili ben de bunu hatırlattım. Görmezden gelinmez alanı giderek küçültülebiliyor mu acaba?

Bu büyük bir cesarete de bağlı tabii. 

F.K: Evet yani Filistin'den binlerce kilometre uzaklıkta bu işe en uzak diye adlandırılan bir memleketin bir insanı gerçekten olayın içinde hissediyor kendini, onu görünür kılmak için; Burada da aslında belki son çaresizlik halleri bunlar.

Birisi kendisini yakıyor, ötekisi kendi bedenini ortaya koyuyor. Beden galiba en son nokta bütün bu şeylerde. Oraya keşke gelmeden aslında bütün bunları konuşabilir, görünebilir ve çözebilir hale gelmek aslında gerekiyor.

Ö.M: Evet yani şeyde demiş bir tek hükümetten ya da askeri liderlerden bir tekinin bile Aron Burschner'den bahsettiğini duymadım. Amerika Birleşik Devleti dış politikası bunca ölüme sebep oluyor. Ben bu durumda devam edemeyeceğim. Muvazzaf askerliğime diyor.

F.K: Evet saygıyla eğilmek gerekiyor galiba.

W.A.S: Evet. Gerçekten saygıyla eğilmemiz gerektiği bir yer gerçekten. Burada ben, ne kadar bunun farkındayız bilmiyorum ya da belki benim çok yeni içinde bulunduğum ve farkında olmaya çalıştığım bir yer. Bu “liberal” politikaların, aslında liberal siyasetin bir türlü yok saygı bir yer aslında.
Ben bunu dün Özdeş ile konuşurken şeyle özdeşleştirmeye çalışıyordum şu.

Yani Amerika'daki Biden ile şu an CHP'deki aslında Kılıçdaroğlu'nun ne kadar benzerlik olduğunu acaba düşünmek ne kadar mümkün? Çünkü yok sayılan ve ilgisizliğide tam olarak gömülü olduğu yer diye düşünüyorum. Öyle bir öngörü var ama belki yanılıyorum. Ne dersin Ferhat? Bu liberal politikaların aslında yok saydığı bir yer. Özellikle göçmen ya da mülteciler ya da başka tür azınlıklar düşündüğümüzde. Burada ben yine çok göçmen, mülteci diye tekrar etmek istemiyorum ama yok sayılan yerin tam da orası olduğunu söyleniyor. Postkolonyal düşünür Partha Chatterjee bundan bahsetti; Quasi-kolonyalizm ile...

F.K: Tabii, burada liberal derken neyi kastediyoruz? Neoliberal, ekonomik politikalar, siyaset anlamında liberalizm, siyasal liberalizm dediğimiz zaman kelimenin gerçek anlamıyla mutlak özgürlük, her fikrin, görüşün, insanın kendisini ifade edebilmesi gibi bir takım gayet ulvi ve güzel, romantik şeyler söyleyebiliriz.

Ama hayatta liberal, muhafazakâr, dediğimiz kesimler veya işte bir tür özgürlükçülük dili kullananların hepsinin öyle mutlak o en romantik dile yaklaştığını göremiyoruz her zaman.

W.A.S: Çok haklısın. Evet, yani aslında o kelimelerde sığamıyoruz.

F.K: Yani sonuç olarak işte buradaki şey çok daha pragmatik, çok daha tırnak içinde reel siyaset anlamında. Vallahi işte o canım onların zamanı değil. Canım onlar da işte bilmem böyle yapmasaydı falan gibi bir takım şeylerle işte bugün mesela Van Belediye Başkanı'nın elinden ya da işte kazanmış yüzde elli beş oy almış birisinin elinden mazbata salıp ondan yüz bin oy daha az oy almış birisine mazbata verirken ama canım o da bilmem ne demeseydi derken aslında işte bu da benzer bir mantık çünkü şu anda onu öyle demek o da keşke öyle o da keşke değil o da öyle demeseydi canım dediğiniz zaman aslında çünkü oradan oy kazanmayacaksınız, kazanamayacaksınız. Oy başka yerde, oy daha çok çoğunluk gibi gözüken Türk vesaire olan Batı'da söz konusu olduğu için. Dolayısıyla öbür tarafı çok rahat göz ardı edebiliyorsunuz. Dolayısıyla mülteciler de o anlamda. Yani benim en liberal diye sunduğum kendi halim ya da özgürlük diye sunduğum halin içinde mülteciler para getirmiyor bana, fayda sağlamıyor, oy getirmiyor. Dolayısıyla onlar çok rahat bir şekilde kenara itebiliyorsunuz. Onların da inşallah zamanı gelir diyorsunuz mesela bir şekilde. Yani her sayı olarak olması gerekmiyor ama en azından fikren, duygusal olarak kenara itilmiş, marjinalleştirilmiş, duygusal olarak azaltılmış, baskı altına alınmış insanlar her zaman için görünmez kılıyor.

Onları görünmez birtakım alanlara iten bir tırnak içinde reel siyaset var. Bunun adı ne olursa olsun, adı ne koyuyorsa koysun, muhafazakâr, sağcı, solcu, liberal falan fark etmiyor. Dolayısıyla galiba Biden'dan tuttum, Türkiye'deki birtakım siyasetçilere. Ak Parti mitinglerinde insanlar pankartlar açtılar İsrail'le ticarete son ver diye. Bir kere bile sözü bile etmedi. Bir dakika, bir şey diyebilirsin mesela değil mi? Kardeşim sen orada pankartı açıyorsun ama aslında biz şöyle yapıyoruz diye rasyonalize etmeye çalışıyorsun. Onu bile demedi. Yani İsrail'le yapılan ticaret görülmez aslında Ak Parti çevrelerinde mesela, devlet dilinde. Ancak böyle daha alt düzey, daha yandaş medyada falan bir takım köşe yazarlar, şunlar, bunların da işte reisin bildiği vardır ama canım zaten ticareti yapmak başka bir şeydir falan gibi bir takım kıvırtma yöntemleriyle meşrulaştırıyorlar. Ama o da görünmüyor mesela.

Çünkü onu gösterdiğin zaman Filistinlere daha başka bir gözle bakacaksınız. Gayet bu rastlanır tırnak içinde reel, pragmatik, para, pul, ekonomi dediğiniz, ulusal çıkarlar dediğiniz O örtü dilin altında gerçek insanları göreceksiniz. O gerçek insanları görmek de biraz acı bir şey aslında, çok kolay olmuyor. Orada çok daha yüzleşme gerektiren bir şey var. Yüzleşmiyorsunuz, çok daha işte politik birtakım hesaplarla oy olabilir, para olabilir, silah, külah, bir takım ticaret işleri olabilir. Dolayısıyla böyle düşünüyorum. Yani bu görünmezliğin arka planında birtakım motivasyonlar var. Siyasi çıkarlar itibariyle.

W.A.S: Partha Chatterjee, post kolonyal yazar ve düşünür de diyebiliriz. Madun çalışmaları alanında çok çalışılan bir isim. Ranajit Guha ile birlikte 1980'lerde çok çalışılan ve birlikte Hindistan'da özellikle Yeni bir tarih yazımı üzerinde çok çalıştı ve bu yeni bir tarih yazımda tam da bu yok sayılan ve görmezden gelinen bir tarih arayışı vardı. O kaygı Partha Chatterjee bahsettiği üçüncü bir kategori aslında. İlk iki kategorileri de var ama onu ben zamanımız az çok açıklamayacağım ama son kategoride Türkiye'yi de içine alarak Avrupa'yı da o kısmını da alarak, quasi kolonyalizm kavramını kullanıyor ve diyor ki; oradaki durum, göçmenler ve mülteciler olduğunda şöyle bir söylem var, doğrudan, çok berrak bir dille: Onları dışarı çıkartın. Ve eğer zaten içerideyseler, onları görmezden gelin, diye bir yok sayma var. 

F.K: Evet, çok küçük bir not da düşeyim. Aslında görünür olmak, görünmez olmak tabii ki bir mücadele alanı. Bir egemenlik, bir iktidar savaşı aslında. Ve bunun hayat hiçbir zaman aynı yerde durmuyor. Bütün bu kamplar, görmek, görmemek gibi haller aynı yerde durmuyor. İnsanlar arasındaki ideolojiler, yaklaşımlar arasındaki mücadelelerin sonuçlarına bağlı olarak değişebiliyor bu. İnsanlar tek bir şey değil. Bugün mültecileri görmek istemeyen, onları görünmez kılma çabalarına bağlı olarak görmeyen insanların hep görmeyeceklerini beklemek çok anlamlı değil. O insanlar da görecekler. Onların mültecileri görünmesi için, Filistinlileri görünmesi için galiba yürütülen çok ciddi duygusal bir çaba var. Yani o duyguların, daha önce biraz buralarda konuşmuştuk o iktidarında hiçbir insan tek bir duygudan oluşmuyor. Yeter ki insanların içindeki öteki o bastırılmış olan bir şeyleri çıkarıp görünür kılalım. Yani biz içimizdeki duyguları da görünür kılmak zorundayız. Filistinlileri ya da mültecileri görebilir hale gelmek için. 

W.A.S: Ya da bütün bu vahameti aslında aynı anda görmemiz, Burada çevreyle ilgili de, çevresel felaketleri de artık görmezden gelemeyiz.

Bugünkü yayını burada bitiriyoruz. Çok teşekkürler herkese..