Buñuelvari; barbarlaşma, kabile milliyetçiliği ve çoğunluk siyaseti

-
Aa
+
a
a
a

Hüsnükabul'de yeryüzünde artan insanlık dışı muameleler üzerinden bir "barbarlaşma" sürecinin izini sürüyor ve Homi K. Bhabha'nın "kabile milliyetçiliği" kavramıyla örtüşerek ele alıyoruz. Bhabha'nın perspektifinden, liderlerin azınlıkları hedef alması ve toplumsal yaşamın dışına itmesi; bu yeni siyasi dilin, toplumda muhalifliği suç sayma eğilimini artırdığına ve genel bir saygısızlık ortamı yarattığına dikkat çekiliyor.

The Exterminating Angel (1962)
Buñuel, The Exterminating Angel (1962)
Barbarlaşma ve yeni siyasetin onuru kırma tehlikesine doğru
 

Barbarlaşma ve yeni siyasetin onuru kırma tehlikesine doğru

podcast servisi: iTunes / RSS

Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba, günaydın herkese. Burası Açık Radyo; 95.0. Ferhat Kentel ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz.

Ferhat Kentel: Merhaba herkese, günaydın.

W.A.S: ‘Biz barbar olmaya karar verdik’ diye bir ifade kullanıldı çok yakın bir zamanda. Bu Benjamin Netanyahu'nun refah operasyonuna ilişkin ve kendi yönetiminin barbarlaşmasına ilişkin; kendi tanımı. 

Salvador Dalivari bir durum yaşıyoruz yani. Açık Gazete’de sabah da bahsettiğimiz Dalivari durumlar vardı, onlardan biri bu da.

Ömer Madra: Eksik de bıraktık aslında sabah, Luis Buñuel filmi gibi de denebilirdi. Her şeyin, bütün kavramların tepetaklak olduğu, sürrealist büyük yönetmenin filmlerine de benzetebilirdik durumu. 

F.K: Gerçekten bu gerçek ötesilik, gerçek üstülük; ya da ne derseniz, acayip bir durum işte.

W.A.S: Olağanüstü bir ilân bu aslında: “Bir Barbar olmaya karar verdik!”

Bu barbarlaşma ilânına ilişkin dün akşam yani 26 Mart 2024’te Haaretz Gazetesi’nin yayın yönetmeni Aluf Benn önemli bir metin kaleme aldı. İkinci bir Filistinli mülteci sorununun doğduğunu söyledi genel olarak:

"Netanyahu şimdi bir karar vermeli; İsrailli rehineleri evlerine teslim etmek ve kuzey Gazze sakinlerinin geri dönüşüne izin vermek -iktidar koalisyonunun çatırdaması pahasına da olsa- ya da aşırı sağa boyun eğip 'Filistinli mülteci sorunu iki'nin yaratıldığını ilân etmek."

İkinci bir Filistinli mülteci sorununun doğduğunu işaret ediyor. İsrail ile Hamas arasındaki mevcut müzakerelerin merkezinde mülteci sorunu yer alıyor. Sorun şu ki İsrail'in Filistinlilerin savaşın başında sınır dışı edildikleri Gazze Şeridi'nin kuzeyine dönmelerine izin vermesi de; bölgeyi İsrail kontrolünde bırakarak kalıcı olarak yerlerinden edilecekleri anlamına geliyor.

F.K: Açık Gazete'de muhtemelen konuştunuz ama ben kaçırmış olabilirim. "Yeni bir kooperatif var, denize nazır villalar, villa siteler, süper güzel evler yapıyoruz, haydi siz de gelin kaçırmayın" tarzı bir kampanya da var. Dün küçük bir röportaj gördüm, İsrail vatandaşları; muhtemelen radikal, aşırı sağ insanlar sabırsızlanıyorlar Gazze'de denize nazır ev almak için, hayal kuruyorlar. Bir şey vadediliyor onlara. Onlar da yok şuradan bir arsa, buradan bir ev, buraya gideceğiz evimizi yapacağız gibi gayet içleri gülerek, sevinç içinde basit, sıradan bir hikaye içindeler.

Özdeş Özbay: Soykırımların ortak yönü herhalde bu; yağma, mala mülke el koyma, zenginleşme...

F.K: Evet evet aynen öyle. El koyuyorsun, gidiyorsun, evine el koyduğun kişinin evine oturuyorsun. 

Ö.M: Aynen öyle! Reklam da verdiler hatta. Gazze'de denize nazır villalar yapacağız, bizi takip edin, ucuza da gelecek diye. Bir ay kadar önce okumuştuk haberini. 

W.A.S: Bence bunu tekrarlamakta bir sakınca yok; yeni bir dünyanın doğduğunu ve eskisinin silindiğini gösteren bir durum aslında bu. İkinci Filistinli mülteci sorunu demek aslında böyle bir şeye, böyle bir duruma işaret ediyor. Bu noktada yeninin doğuşu ve eskinin yok oluşundan bahseden bir tanıklığı okumak istiyorum. Refahlı şair Mohammed Abu Lebda, Democracy Now!'da kendisinin derin kaygısını ve hissettiği derin belirsizliği anlatıyor. 

Abu Lebda 27 yaşında ve İsrail'in beş savaşından sağ kurtulmuş biri. Şöyle diyor; savaş bittiğinde savaştan önceki halime döneceğimden emin değilim. Değiştiğimden ve sonsuza dek değiştiğimden yüzde yüz eminim.

Ben şeyde ısrar etmek istiyorum, yeni ve eskinin nasıl bir şey olduğu konusunda. Yeninin doğuşu ve eskinin yok oluşuyla ilgili hatırlatsanız Homi K. Bhabha 2018 yılında çok kısa bir konuşma yapmıştı Reset DOC - Dialogues on Civilizations platformunda.

Şöyle yazmıştı; yeni siyasetin onuru kırma ve aşağılama tehlikesine doğru ilerliyoruz. Burada özellikle dishonor yani aşağılama kelimesi seçiliyor, ben bu aşağılamayı bir tür saygısızlık olarak okumaya çalışıyorum.

Yani yaygın bir saygısızlık var diyor bu konuşmada. Onuru kırma, aşağılanma olarak adlandırdığım sorunların sadece ayrımcılık yasalarını değiştirerek çözülmesi zordur diyor. Çünkü ayrımcılık yasaları geliştirilebilir ancak halkların aşağılanması, saygısızlığa uğraması ve onurlarının kıran söylemler kalır, bugün bir azınlığı hedef alırken yarın başka bir azınlığı hedef alabilir. Zamanla olan her milletin hapishaneye girmesi veya iç savaşa kapılması. Buna artık çok dikkat edilmeli.

Dünyanın barbarlaşmasını önlemek için elimizden geleni yapmalıyız. İster Hindistan'da, ister Türkiye'de, ister Venezuela'da, ister Amerika Birleşik Devletleri'nde, İtalya'da, İngiltere'de, Filistin'de... Herhangi bir yerde barbarlaşmanın hâlihazırda ne kadar yaygın olduğu gerçeği bizi endişelendiriyor. Aynı zamanda insanı dönüştürme yeteneğine sahip görünen insanlar ile aşağılanma ve saygısızlık alanına itilenler arasında bölünme direnmemiz gerekiyor diyor. Sahip olduğumuz her şeyle bu bölünmeye direnmeliyiz ve tam da bunun farkına varmamız gerekiyor.

Saygı ve saygısızlık derken, aşağılanma derken, çok kemikleşmiş bir kavram olsa da en sıradan olan davranıştan, saygısızlıktan bahsediyorum. Acaba çok mu ilkel bir şeyden bahsediyorum?

F.K: İlkel bir şey tabii ki değil. Sadece belki insanın bütünlüğü diye düşünmek lazım. Yani işte ben bir insanım, bu insan olma özelliğim. Aklım, duygum, sevgim, çatının altında olmak, karnımı doyurmak, sevmek... Ne bileyim, aklınıza gelebilecek her şey. Dilim, inançlarım, düşüncelerim... Bunlar bütünlüklü. Zaten kimlik savaşları nereden çıkıyor? Çoğunlukla bu bütünlüğümü bozan, bu bütünlüğüme saygı duymayan, beni tek bir parçaya indiren, bütün bu çoğunluğumun içinde beni tek parçaya indiren hor görmelerle, aşağılanmalarla çıkıyor. Benim bütünlüğüme saygı gösterilmemesinden kaynaklanıyor. Saygı lafı tam da böyle bir şeyi kast ediyor. Ben bir bütünüm. Bu bütüne, bu bütünlük duyguma, haysiyetime saygı duymayan bir hal karşısında ben de mecburen bir özelliğimi ön plana çıkarıyorum. Ama zaten karşımdakiyle beraber, ortaklaşa yapıyoruz bunu. Kimlik karşılıklı oluşuyor.

Birisi senin rengin siyah diyor, ben de rengim siyah diyorum. Yani rengimin siyahlığının kabul edilmesi gerektiğini söylüyorum. Hâlbuki benim sadece rengim siyah değil. Aynı zamanda kadınım, erkeğim, işçiyim, bilmem neyim, fakirim, zenginim. Bir sürü özelliğim olmasına rağmen derimin rengi tek bir mesele haline geliyor. Orada da şöyle bir şey var; belki her zaman vardı tabii ki böyle bir şey. O modern anlamda ırkçılık tabii ki farklı boyutlar kazandı. Ama her zaman vardı. Bu küreselleşme eğilimleriyle çok boğuluyordu, küreselleşiyoruz, işte dünya barışı falan. Bütün bu vaatler yerine ya da bunlar bir yandan olurken belki de biz Amazın'daki bir yerlerle de işbirliği yaparken bir yandan da çok korkmaya başladık. Yani bu dünyanın ulus devletlerin o standartlarının ötesine geçen, o bir yerde var olan ama ulaşamadığımız zenginlik hissiyle, işte bir yerlerde birileri top, tüfek, silahla... Acaba bana da gelir mi diyebileceğim bir sürü risk, korku, güvensizlik...

Biz galiba tam da o benden farklı olan, bir özelliği farklı olan insanları biraz böyle kirle, kirlilikle özdeşleştiriyoruz. Yani kirle ne yaparsınız? Yıkarsınız, temizlersiniz, atarsınız ya da böcekler olarak görürsünüz. Ona deterjan, çamaşır suyu, böcek ilacı sıkarsanız öldürürsünüz. Yani insanları bu kadar kategorize edip, bu güvensizlikle kategorize edip kenara sıkıştırdığınız zaman -galiba Homi K. Bhabha'nın dediği de bu- bu korkular eşliğinde biz başkalarını köle de yapabiliriz, yerinden de sürebiliriz, topraklarına da el koyarız gibi bir manzara çıkıyor ortaya.

W.A.S: Majörün, majöritenin dilinin, fazlalığın işte majöritenin dilinde yüklü gibi görünen -aslında maddi karşılığı da olan- son derece gelişmiş teknolojiler kullanan füzeler, bombalar... Trump da kullanmıştı bu dili kendi seçim sürecinde. Majör'ün siyaseti bu, ne kadar farkında insanlar görebiliyor mu bunu? Tanıklık ediyor en azından, evet. Konu yine tanıklık kısmına geldi. Bu duyguların bir dili var.

F.K: Bu aslında kendilerinin çoğunluk olduğunu iddia eden ama çoğunluk olmanın da garanti bir durum olmadığı bir halde ortaya çıkıyor. Çoğumuz Türk, çoğumuz Müslüman, çoğumuz Hristiyan, çoğumuz bir şey. Dolayısıyla birileri azınlık. Ama her zaman senden daha çok olabileceği, artabileceği gibi sürekli bir risk var. Yani çoğunluğun gözünde böyle bir risk var.

Fransız bir sosyolog, din sosyoloğu, Patrick Michel'in söylediği bir laftı yanlış hatırlamıyorsam, biz hepimiz azınlığız aslında. Yani hepimiz şu veya bu şekilde azınlığız. Mesela erkeklerle kadınların nüfusu eşit değil mi? Ama erkekler sürekli olarak -ya da erkeklik ideolojisini içinde yüzen erkekler sürekli altta kalmaktan, aşağılanmaktan, kadınların üstün gelmesinden korkuyorlar.

Bir örnek anlatayım. Mesela ben yıllar önce AKP'nin birtakım ilçelerine gidip, bu açılım politikası ile ilgili dersler veriyordum. Adalarda bir ders yaptım. Adalar bildiğiniz gibi İstanbul'da gayrimüslimlerin daha ortalamaya kıyasla nispeten çoğunlukta olduğu bir yer. Dolayısıyla birkaç tane daha Ermeni veya Rum var diye düşünebilirsiniz. Oradaki insanların, Türklerin, Müslümanların bu gerçeği biliyor olması lazım değil mi? Yani onlar azınlık gerçekten ve beraber yaşıyorsunuz. Bu açılım politikalarıyla, azınlıklara verilmesi gereken haklar falan konuşurken genç bir çocuk şey demişti, ya hocam bunları iyi güzel anlatıyorsun da bir gün onlar çoğunluk olursa ne yapacağız biz? demişti. Yani azınlık olan birisinin, aslında azınlık olarak kalmıyor, o azınlık sürekli olarak bu ortalama güvensiz insan kafasında sürekli olarak bir tehdit oluşturuyor aslında.

Doğrusu işte bu Filistinlilerin çocuklarını da böyle görüp, ileride bunların bize ne tür işler açabileceği gibi sürekli bitmeyen bir riskle besleniyor aslında bu çoğunluk duygusu. Sürekli düşman üretiyor. Dışarıda düşman, içeride düşman, ihanetler vs. O çoğunluk hiç de öyle garantili bir şey değil. Yani o çoğunluk dediğin...

Ö.Ö: Fazlalık diyor Waseem, çoğunluk değil de. Başka türlü çeviriyor (gülüyorlar).

F.K: Waseem'in çevirisi de aslında hoş bir şey oluyor tabii. Fazla olmak bir şey ama o işte çok korkunç bir özgüvensiz bir durum da var aslında. O özgüvensiz bir durumun yarattığı bir şey.

W.A.S: Evet, evet. Bu özgüvensizlik Ferhat gerçekten bu. Omuzlarımızdaki kaldırılamayacak bir yük aslında o özgüvensizlik. Gündelik hayatımızı etkileyen bir şey bu özgüvensizlik. Burada yine Homi K. Bhabha'ya dönüyorum. Bu majör dilin kırılması gerektiğini düşünüyor. Ve şöyle diyor; ayrımcılık artık tek bir tehlike değil diyor. Ayrımcılığa karşı yasal bir çözüm yolu olduğu düşünülebilir, yani evet yapılabilir ama bu ayrımcılık kavramına paralel olarak artık yeni bir siyasi söylemimiz var. Yeni bir siyasi söylemimiz var. Yeni bir dünya doğuyor. Yeni bir siyaset biçimi doğuyor. Belki o kadar da yeni değil diyor. Ama güçlü bir entegrasyon siyasi söylemi. Yani insanların onurunun kırılması meselesi.

1930'lardaki Hannah Arendt'in gözlemlerinden bahsedebiliriz. Özellikle Şiddet Üzerine kitabından. Liderlerin genellikle güçlü figürler olduğunu söylüyor. Kendilerini çoğunlukçu mülksüzleştirilmiş halkın savuncusu olarak gören, ülkede yabancılara karşı olan ve yabancılara karşı misafirperverliğe karşı çıkan, kendilerini ulusal mitin bir parçası olarak gören kişiler bunlar. Çoğunluk ya da fazlalığa karşı aslında azınlıklar tarafından hissedilen bir tehdit, bir güvensizlik...

Ö.M.: Sürrealizmin en büyük sesi olan Salvador Dali'den bahsettik bunları açıklamak için ama asıl belki de Luis Buñuel'den söz etmeli. Sinemacı, gerçeküstücü, sinemacı, deha niteliğinde olan birisi. Sadece filmlerinin adına, birkaçının adına yer vermek günümüzü iyi anlatabilir yani. Ekmeksiz Toprak mesela, Bir Endülüs Köpeği, Arzunun O Karanlık Nesnesi,Viridiana ve Gündüz Güzeli... Yok Edici Melek, Burjuvazi'nin Gizli Çekiciliği, Özgürlük Hayaleti. Hepsi uyuyor aslında.

W.A.S: Aslında bu özellikle Arzu'nun, ne demiştin Ferhat? Arzunun O Karanlık Nesnesi. Gerçekten şöyle bir durum var aslında, bu göçmen veya vatandaşlık üzerinde düşündüğümüzde. Nesil olarak vatandaşlık, vatandaş olma hali çok tuhaf bir yerde duruyor aslında. Bu bir anda çok önemli bir kavram. Yani tam olarak direnmemiz gereken bir kavram bir anda. Yani şöyle bir şey var. Aslında biz hepimiz bir yerden başka bir yere hareket ediyoruz.

Ve hareket ettiğimizde kendimizi daha evimizde hissettiğimiz başka yerler var. Veya başka bir yere ait olma istediğimiz yerler oluyor. Başka bir aile kuruyoruz. Ve bu tabii ki benim bıraktığım ev, yani Lahor, benim doğduğum şehir, sevmediğim anlamına gelmiyor. Yani ben Lahor'u ölene kadar seviyorum.

Ama burada olmak, Türkiye'de olmak, Türkiye'de evde hissettiğim anlamına geliyor aslında. O halde her taşındığımızda bir ulus devletin, orada aile gibi hissettiğimiz bir toplumun olduğu gerçeğine saygı duymak ne kadar mümkün? Bunu ben kendi kendimle de düşünüyorum. Ama unutmayalım, bence gidilecek en önemli yol, bu kabile aslında, kabile milliyetçiliğin, yine Hannah Arendt'ten savunuyorum, bu kabilecilikten ziyade vatandaşlık meselesini, konuşmasının ihtiyacı var. Yani bu ulusun göç meselelerinde küresel, tam Ferhat'ın dediği bu küresel eşitsizlik meselelerine açılmasını düşünmenin bir yolu var aslında burada.

Ve bu yol tam da bu geçmişi ve şimdiki zamanda düşünmek. Çoğu ulusun inşa edildiği ve burada ben John Stuart Mill'in bu anın ustası olduğunu düşünüyorum. İmparatorluklar kurulurken inşa edildiğini söylemişti John Stuart Mill. Bugün kozmopolitizmi düşündüğümüzde, misafirperverliği düşündüğümüzde, göçmenlere ve bireysel açıdan değil tabii ki aynı zamanda çağdaş ulusluk ya da ulusal kavramlarını düşündüğümüzde kurumsal açıdan da düşünmeliyiz diyor. Ve şöyle diyor, bu bana çok çarpıcı geldi: ben kendi ülkemde demokratım ama başkasının ülkesinde çaresizim. Bu bana ne yapıyor? Ya da bu bana ne yapıyor ya da neye dönüştürüyor?

Bence bu, Trump'ın sorusu, Modi'nin sorusu, kabile milliyetçiliği başlarının çoğunluğu... Bu sorunlara karşı karşıya kalanların sorusu. Bu çelişkiyi görmediğimiz sürece hiçbir yere gidemeyiz.

Ö.M: Buna, Buñuel'den iki film daha ekleyeyim izninizle. Bir tanesi Özgürlük Hayaleti. Bir de Zorba. Ama şey anlamında değil. Yunan filmindeki gibi zorba değil. Baya El Bruto. Zorbalık eden yani. Kaba.

F.K: Stuart Mill'in söylediği gibi, başka bir ülkede doğmuş olmamın gerçek anlamı nedir? Bu gerçekten de düşündürücü ve derinlemesine düşünülmesi gereken bir söz. Yani, belirli bir toprak parçasında doğmuş olmam ve o yerin nüfus kimlik kartını taşıyor olmam, orada birtakım haklara sahip olduğum anlamına gelir. Ancak insan olmanın ötesinde, o sınırları aştığımda aniden kim olduğum ve ne olacağım çok belirsiz hale gelir.

Örneğin, sokakta bir şey gördüğümde itiraz edecek miyim? Ya başıma bir şey geldiğinde ne yapacağım?

Bu gibi belirsizliklerle dolu bir durum haline geliyor. Sadece ulus devletin içinde inanılmaz bir kopyala-yapıştır durumu var. Ülkeden ülkeye, ulustan ulusa bir dizi kalıp öğreniyoruz ancak asıl düşünmemiz ve sorgulamamız gereken şey belki de bu. Hatta, Bhabha'nın sözlerinden esinlenerek şunu bile söyleyebilirim: Tüm bu kölelikler, sömürgecilikler, emperyalizm ve diğer tüm olumsuzluklar nasıl oldu? Rwanda'daki olaylar, çeşitli yerlerde gerçekleşen katliamlar ve Kuzey-Güney eşitsizliği gibi küresel sorunlar, bütün bu sınıf çatışmaları ve sömürülerle birlikte dünyanın altüst olduğu bir ortamda, benim Senegal, Etiyopya, Türkiye veya hangi ülkenin vatandaşı olmam bütün bunlardan bağımsız değil. Bugünkü coğrafyada ve topraklarda vatandaş olmam, belirli koşullar altında ve tarihsel olarak oluşmuş bir durumun sonucudur. Ancak bu vatandaşlık tanımı sadece kendi ülkemin anayasası mı tarafından belirlenecek? Bu dünyanın genel olarak hiçbir ilgisi yok mu? Örneğin, yarın Filistinliler buraya gelirse onlara ne diyeceğiz? "Git ülkende savaş mı?" mı diyeceğiz, örneğin Suriyelilere dediğimiz gibi?

Zaten sürekli olarak söyleniyor, ancak Filistinlilere ne olduğunu düşünüyorum; acaba benim ait olduğum toprakların yönetimlerinin bunda hiç mi suçu yok? Hiç mi o erkek egemen dilin, "ben yaparım, ederim, asarım, keserim" gibi söylemlerin hiçbir payı yok, örneğin. Dolayısıyla, bu durumda, hiç sorumluluk almamış gibi davranan kahramanlık hikayeleri anlatan kişilerin gerçekte ne düşündüğünü düşünmeleri gerekiyor. Şu anda aidiyet hissettiğim toplumun, Ulusun kuruluş nedenleri ve başarıları gibi konuları düşünmek gerekiyor sanırım.

W.A.S: Bu "bana ne yapıyor" sorusu aslında daha derin bir şeyi işaret ediyor ve gerçekten de bu zor, kelimelerle ifade etmek zor. Kelimelerin sınırları var ve ben bunu sürekli yaşıyorum, kelimelerin sınırlarını. Ancak, bu bana ne yapıyor sorusuyla ilgili aslında derin bir belirsizlik var.

Bu belirsizlik, derin bir kaygıyla birlikte gelir ama onun hemen yanı başında sürekli bir müzakere hali de vardır. Bu fikri aslında yine bir postkolonyal düşünürden alıyorum. Hayatımda önemli bir referans olarak kabul edebilirim. Sürekli bir müzakere hali var derken, aslında şöyle bir durum söz konusu: Sabah akşam, o süreklilik içinde olmak zorundayım. Tam da Stuart Mill'in başkasının ülkesinde çaresiz olduğunu söylediği durumda, aslında o kişinin evi, ülkesindeki o sürekli müzakere hali.

Yani orada bir zorunluluk var. Ancak bu zorunluluk içinde derin bir yalnızlık yatıyor. Şu anda sesli düşünüyorum ama, derin bir yalnızlık. Aslında şunu diyoruz: "Ben sana ihtiyacım var, sensiz yapamam." Ben sürekli müzakere içinde olabilirim çünkü sana ihtiyacım var. Bu durum bana neler yapıyor?

Evet, başkasına ihtiyacım var. Yani, benim yalnızca tek başıma var olmam diye bir şey yok. Bedenimin ve ruhumun sınırları aslında yok. Geçişkenlik çok daha fazla ve zaten sana... Zaten sana ihtiyacım var. Benden farklı olanla ilişki kurmaya ihtiyacım var. Bir dostluk ilişkisine bir davet aslında. Yani, aslında bir dostluk kurmaya ihtiyacı var.