Hüsnükabul'de Waseem Ahmad Siddiqui, Ferhat Kentel ve Ömer Madra, Judith Butler'ın Hannah Arendt okuması üzerinden kötülüğün kapitalizmin mekansal gerçekliğiyle de kesişen sıradanlığını ve günlük hayatın içinde görünmezleşen kötülüğe tanıklığın imkansızlığını ele alıyor.
Hüsnükabul'de bu hafta Judith Butler'ın Hannah Arendt'in kötülülüğün sıradanlığın okumasını yeniden yapıyoruz. Butler, kötülüğün sıradanlığını ve kötülüğü yapanların bile farkında olmadıklarını vurguluyor. Ayrıca, facianın temsilinin imkansızlığı ve görünmez gerçekliği tartışıyor. Kapitalizmin görünmez gerçeklikteki rolünü vurgulayarak, günlük hayatın göz önünde bulundurmadığı ölümler ve felaketlerle ilgileniyor. Örneğin, Erzincan İliç maden faciası gibi olaylar, kapitalizmin mekansal gerçekliği ile ilişkilendiriliyor. Ayrıca, insanların bu gerçekleri görmezden gelmeyi tercih ettiğini ve tanıklığın imkansızlığını tartışıyoruz.
Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba, günaydın herkese. Burası Açık radyo 95. 0. Ferhat Kentel ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz.
Ferhat Kentel: Merhabalar.
Ömer Madra: Merhaba günaydın. Hoş geldiniz.
W.A.S: Hoş bulduk. Hatırlarsınız, Hannah Arendt’in kötülüğün sıradanlığını "kötülük sıradanlaştı" diye okumuştuk; yanlış okumuşuz. Judith Butler -Amerikalı post yapısalcı filozof, feminist yazar ve siyasal kuramcı- Ağustos 2011’de TheGuardian'da yayınlanan Hannah Arendt's challenge to Adolf Eichmann (Hannah Arendt'in Adolf Eichmann'a meydan okuması) yazısında Arendt’in kötülüğün sıradanlığını "kötülük sıradanlaştı" diye okumadığını söylüyor. Butler, kötülüğü yapanların farkında bile olmadıklarını söylüyor. Bir de facianın temsilinin imkansızlığı; bütün afet denilen şeyler için geçerli. Diyorduk ya, ölenlerin sesi yok. Tanıklık mümkün müdür? Hafıza Merkezi'nin sitesinde Özgür Sevgi Göral'ın Öldürme Eylemi - The Act of Killingdiye bir yazısı var. Madenlerdeki ölümler bana hep toplama kamplarını çağrıştırıyor. Bir tarafta facia oluyor, diğer tarafta rutin işleyiş devam ediyor.
Görünmeyen gerçeklik sistematik şeklinde görünmezlik kazanıyor; görünen gerçeklik ise faciaların, felaketlerin, ölümlerin, öldürme eylemlerin ardındaki gerçekliğe dönüşüyor.
Bugün, bu görünmez gerçekliğe kapitalizmin gerçekliği demek daha doğru.
Çünkü bu gerçeklik yer ile ilişkili. Burada, “yer”den kastettiklerimiz; basmak, yerle temas etmek, yerde olmak, yerli olmak, yere dokunmak... Yani gündelik hayata işaret ediyorum. Ve aslında gündelik hayatta yaşadıklarımız, paylaştıklarımız büyük bir felaket. Artık bu kelimeleri tekrarlıyoruz, her gün. Hem sesli olarak tekrarlıyoruz, hem de tanık oluyoruz. Bilmiyorum artık bu kelimeyi nereye kadar tekrarlayacağız?
Bu yere karşı, bu peyzaja karşı, bir seyir, temaşa, bir haz biçiminde; ölümler görülüyor, ölenler sayılıyor, sayılar artıyor ve biz her gün bu sayıları ile ilgili konuşmaya devam ediyoruz.
Mesela Erzincan İliç maden faciası. Bunun önemli kısmı da yer ile olan ilikisi. Mekânsal olan, yani görünmeyen gerçeklik olan kapitalizm gerçekliğidir.
Bu umutsuzluğa, bu çaresizliğe çok benzer bir diğer durum da GGM’de (Geri Gönderme Merkezleri) “çıplak aramalar yapılıyor” olması. Şu an GGM’de çıplak aramalar yapılıyor.
Erzincan'daki yatırımların kaynağı anonim şirketler diye geçiyor ama biliyoruz ki Erzincan İliç madendeki şirkete bu yatırımı yapan Anagold. Değil mi Ömer abi?
Ö.M: Evet, Anagold diye geçiyor.
W.A.S: Buradaki yatırımlar anonim şirketler tarafından iş birliğiyle, çoğu zaman da uluslararası yabancı sıfatlarıyla, burjuva fonlarıyla; yani gündelik hayattan, gündelik gerçeklikten uzak fonlarla finanse ediliyor.
Ancak gündelik gerçeğe yakın olanları; hakarete uğrayan, aşağılanan, öldürülen, aç bırakılan çocuklar, kendini yakan insanların sayısının her geçen gün artması. Butler’in Arendt okumasında yaptığı ise; kötülüklerin rutin bir işleyiş olarak devam etmesini işaret ediyor. Naçizane ben öyle okuyorum. Masha Gessen de “Amerikalı Aaron Bushnell'in kendini yakması ne anlama geliyor?" sorusuna cevap veriyor; “Bu bir siyasi umutsuzluk eylemidir” diye yazıyor.
Az önce de dediğimiz gibi, bu umutsuzluğa, bu çaresizliğe çok benzer bir diğer durum da GGM’de (Geri Gönderme Merkezleri) “çıplak aramalar yapılıyor” olması. Şu an GGM’de çıplak aramalar yapılıyor. Bir şey diyemiyorum, tam da burada ifadesizlik araya giriyor, benim o kelimelerle olan sınırlarla ilgili sürekli bahsettiğim durum araya giriyor. Ne diyeceğimi bilmiyorum hakikaten.
F.K: O zaman bakayım, bende iki tane kelime var. Ben söyleyeyim.
W.A.S: Evet, Ferhat, lütfen.
F.K: Ben daha iyi söyleyeceğim diye demiyorum bunu sadece şöyle bir şey aslında dinleyiciler belki fark ediyordur yani bazen tekliyoruz, kelimelerimiz yetmiyor işte. Yani programdan dışarı doğru aslında bir şeyler, birtakım duygular serpiştiriyoruz falan aslında hakikaten çok zor bir konuyu. Bu yoğun bir şekilde bir konuya odaklanıyoruz ve bunu konuşulabilir kılmaya çalışıyoruz. Bu yüzden çok farklı kaynaklardan beslenmeye çalışıyoruz. Farklı örnekler veriyoruz ama şu senin konuyu açtığın yer itibariyle, bir iki tanesine değinecek olursam; bir tanesi bu işte yerli olmak, yabancı olmak, görünür olmak, görünmez olmak, kötülüğün sıradanlığı, sıradanlaşması, farkında olmak olmamak gibi sayılabilir.
Habire burnumuza, gözümüze yüzümüze çarpan dünya kadar olay var Filistin'den Erzincan'a...
W.A.S: Bir yığın olay var.
F.K: Bu kötülüğün sıradanlığı meselesinde Butler’ın Arendt okurken söylemiş olduğu "sıradanlaşmak değil de aslında kötülüğün zaten fark edilmiyor bile olması" demesi, tabii bu tür bir okuma da yapılabilir. Ama bir yandan şöyle düşünelim, yani niye bazı insanlar için bir kötülük, çok sıradan veya hiç fark edilmiyor?
Ya aslında geçen seferlerdeki programlarda da buna bir parça değinmiştik. Öncelikle şöyle bir şey var. Duygusal bir takım formasyonlardan geçiyoruz. Mesela Almanya'dan bahsedelim. Almanya nasıl oluyor da göz göre göre yani. Yahudilerden özür dilemiş bir toplum olarak, bu özürden sonra nasıl bir yere gidiyor ki? Kötülüğün bir tarafını tercih ediyor? Yani bir kötülük seçiyor. Sonuç olarak bir şeyi tercih etmeyi öğrenmiş bir Alman toplumundan en azından hakim bir kamusal alandan bahsetmek lazım.
Yani İsraillilere yaptıklarını kötü olarak, kötülük olarak görüp Filistin’e yapılanın; 10 binlerce insanın öldürülmesinin kötülük olarak görülmemesini nasıl kabul ediyor bu insanlar? Bu farkında olmama hâli nasıl gerçekleşiyor? Burada çok ciddi bir formasyon meselesi var. Bir-iki örnekle bunu anlatmaya çalışayım. Mesela yıllar önce İsrail’in Gazze’ye yaptığı saldırılardan birinde, küçük çocuklar İsrailli öğrencilere bir takım bombalar üzerine Arap çocukları göndermek üzere mesajlar yazdırmışlardı. Yani küçük İsrail’i çocuk. Havaalanına giriyor. Orada uçaklar bombalamak üzere kalkacaklar. Orada yerde füzeler, bombalar var ve çocuklar o bombaların üzerine. “Sevgili Ahmet işte bilmem malik sana bombayı gönderiyorum. Güle güle bilmem ne yap” yani küçük çocuk için, karşı tarafın öldürülmesinin ne kadar normal. Hatta bununla bir mizah yapılabileceğini bile o saatte öğreniyor. Arkadan başka bir örnek yeni saldırılardan birinde olduğunu biliyorum ama yılını hatırlamıyorum. Herhalde 2000 falan olmalı. İsrail inanılmaz korkunç silahlar denemişti gene Gazze üzerinde. Misket bombası falan denen havai fişek gibi gökten yayılarak dökülen yerde tekrar parçalara ayrılan ve sadece işte düştüğü yeri değil, düştüğü yerin dışında da bir sürü yeri paramparça eden birtakım bombalamalar vardı. Bir İsrailli sırtlarına battaniyelerini almış, ellerine şarap kadehleri almış Gazze'ye uzaktan bakan tepelerden birindendi. Herhalde gayet. Artık bir manzara gibi bombalamayı seyrediyorlar.
Bu genç insan âşıklar muhtemelen, seviyorlar bile. Sevgi falan gibi bir şey var. Bunlar duyarsız insanlar değiller. Bunlar başka bir duyarlılığı öğrenen insanlar. Hepimiz bir tür duyarlılığı öğreniyoruz. Bu duyarlılık bize göre, bizim formasyonumuza göre, bizim nasıl manipüle edildiğimize göre oluşuyor. Bu duyarsızlık değil.
Farklı bir duyarlılık öğreniyoruz, tercih ediyoruz, bir tarafı tercih ediyoruz. Bu duyguyu tercih ediyoruz. Bu duygunun içinde yaşamayı öğreniyoruz. Dolayısıyla bu yerli, yabancılık meselesinde dediğin gibi çok insan aynı noktada; mülteciler ya da Erzincan’da toprak altında kalan işçiler, HES madenlerinin yanında yaşayan köylüler... Altın madenlerinde kaybolan sağlık, sıhhat, bedenleri... Düşündüğün zaman, bu insanlar eylem yaptıkları zaman bunların kökü dışarıda deniyor ama tamamen dışarıda olan insanlar için gayet yerli sermaye deniyor. Ya da tam tersine kökü dışarıda, yerli bir iş birlikçisi olan bir sermaye bu hareketi yapıyor. Bütün bunları ve bizim kafamızdaki yerli yabancı normlarını bile alt üst ediyorlar.
Şöyle çok basit, çok safça bir şey söyleyelim niye hiçbir zaman büyük şirket sahipleri kendi iş yerlerinin hemen yakınında bir yerde niye oturmuyorlar? Niye bu Anagold'un ya da onun yerli işbirlikçisi, birtakım şirketlerin patronları niye Erzincan içinde oturmuyorlar? Şey demesinler ya, başka yerlerde işim falan var demesinler. Yılın belli bir dönemini orada geçirsinler. Bakkal Ahmet hemen bakkalına yakın bir yerde oturuyor, işçiler de üç aşağı beş yukarı tramvayla ya da trenle otobüsle ulaşacak bir yerde oturuyorlar. Hiçbir Altın ya da HES madeni patronu iş yerinin yakınına oturmuyor. Yani abi sabah kalksın, vasıtaya bilmem ne işine gitsin, daha pratik olmayacak mı? Çünkü oranın yerine ait birisi değil aslında. O yer başkasına ait. Sen başkasına ait yeri yok ediyorsun. Oraya bombalar atar gibi yapıyorsun. İliç senin yerin değil! Başka bir yerden o yere arsenik siyanür vesaire bir takım zehirli şeyler yolluyorsun. O Fırat senin değil,Fırat Nehri'ni sen uzaktan zehirliyorsun.
Ö.M: Ben de ufak bir ilavede bulunayım mı izninizle? Daha önce de sözünü etmiştik. Bu ünlü Yahudi filozof Edgar Moren 102 yaşında Fransa'nın ve yani büyük de bir direnişçi İkinci Dünya Savaşı'nda. O Filistin meselesi konusunda bütün dünyanın sessiz kalması, özellikle de Batı dünyasının, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa devletlerinin -başta Almanya üzeri olmak üzere-insan hakları ve insanlığı savunma konusunda kimseye söz bırakmayan bu ülkelerin büyük derin sessizliği karşısından çok büyük bir öfke duyduğunu -şaşkınlık ve öfke- duyduğunu söyleyen çok özlü bir açıklama yapmıştı. Bir kez daha söylemenin de bence burada tam yeridir. Judith Butler söylediklerinden sonra diyor ki bir de bu feci durumlar karşısında biraz önce Ferhat’ın da anlattığı gibi bombaların üstüne isim yazmak gibi, evler yanarken satranç oynayan askerler gibi, ya da dans eden kadın askerleri filan da gördük. Şimdi bunların karşısında büyük bir güçsüzlük hissediliyor. Bu da değiştiriyor diyor. Bu güçsüzlük duygusu olsa da korkunçluklar karşısında tanıklık etmenin hayati önem taşıdığını ve zihnen direnmenin ne kadar önemli olduğunu söylüyor. Sakın ha vaziyetin vahameti karşısında aldanmayın ve hiçbir şekilde unutmayın bunları. Bizim yapacağımız en önemli şeyin bireylerin ilkelerine bağlı kalması ve direnmesi -somut direnme olmasa bile tanıklığın çok büyük olduğunu, önceliği taşıdığını- yani adaletsizliğe karşı durmanın ve insanlık değerlerini savunmanın, sonuna kadar savunmanın hayati önemde olduğunu söyleyen çok esaslı bir kısacık bildiri yayınlanmıştı Edgar Moren, ben de onu hatırladım, yüz-iki yaşında şimdi.
W.A.S: Burada aslında fark ediyoruz. Değil mi? Bir şeyi dert ediniyoruz aslında. Ama bu orada bir şey değil; aslında birden fazla şey var dert edindiğimiz; ve oradaki o tanıklık meselesi... Geri gönderme merkezinde çıplak aramalar yapılıyor dediğimde aslında -bu arada bununla ilgili haberi, Türk tabipler birliği, insan hakları kolu tarafından yapıldı, bir makalesinde yer alıyor- ve bunun hemen yanı başımızda bu yerle ilgili olan durumla ilişkisi, maden faciasıyla; bu ikilem bir gerilim yaratıyor ve orada “ben bunu dert ediniyorum” demeye çalışmak aslında bu her iki olayını da dert edinme çabası. Yani bu çaba aslında gücümüzün yetmediği bir yer var ama bunu en azından tanıklık edelim, seslendirelim çabası.
F.K: Hak temelli yaklaşımlar.
W.A.S: Evet ama sadece hak temelli yaklaşımlar değil; aynı zamanda eş zamanlı olarak bir yığın başka olay da var, gözle gördüğümüz. Gözlerimizi çeviremiyoruz. Ben neysem burada ya da benim gibiler neyse, sadece bir yabancı değilim; ben buradayım, evdeyim ve ben her şeyi dert edinmeye çalışıyorum. Ama bu her şeyi dert edinmekte de gücümüzün yettiği kadar hareket edebiliyoruz. Onu seslendirmek, onun üzerinde düşünebilmek gibi meseleler var burada ve bunu bir şeyle bağlamaya çalışmak da belki önemli olabilir. Çünkü Roberto Esposito diye bir filozof var, Kişiler ve Şeyler diye bir kitap yazıyor. Bu durumları bu ayrı yer, mekan, zaman gibi meseleleri birbirine bağlamaya çalışıyor ve şunu diyor, aslında farkında olmayanların durumu şu; tanıklığın mümkün olmaması ile şeyleştirmenin cinayetine kurban gittiklerini, korkunç acılar çektiklerini bilsek bile haberimiz olmadığı sürece yok gibi yok varsayıyoruz.
Birçok insan bilmemeyi tercih ediyor. Bu nedenle oysa tanıklığın ne kadar mümkün olmasa da bir arama çabası olduğunu gösteren çok az uğraş var.
Irkçılık gibi işte hor görme meselesi. Sınıf meselesi de burada çalıştırıyor açıkçası. Meselenin bu şekilde aslında ayrışması yine sıkıldık tabi ki bu ırkçılık, ırkçılık diyerek ama bu ırkçılığın sınıf şiddetinin alası. Ama burada işte işçilerin direniş stratejileri de ilginç geliyor. Bilmiyorum. Ne derseniz Ferhat.
F.K: İşçiler derken hangi işçilerin stratejisini soruyorsun?
W.A.S: Yani aslında yine göçmenlerden bahsediyorum.
F.K: Senin soruna cevap olur mu ya da izlediğin yola tam birebir oturur muyum bilmiyorum ama bu işte bizimle aynı yerde durmayan, bizimle aynı duyguyu paylaşmayan, bizim görmek istemediğimiz yerlerde duranlar, başkalarının yaşamış olduklarından huzursuzluk duyduğumuz durumlara karşı şuna değinmeden geçemeyeceğim; mültecileri bir şekilde bugün en önemli öteki ilan ettik bu toplumda seçimlere giderken. Ne yapacağız, farkındayız herhalde. Hep beraber işte birtakım bir sürü siyasi parti.
Sokaklarda, iş yerlerinde, fabrikalarda, atölyelerde, dükkanlarda çalışan insanları artık dışlama her halükarda dışlamaya çalışan, onlara tahammül edemeyen bir siyasi dil hakim. Bazı partiler tam da seçimlere giderken bunun yarışını yapıyorlar. Müsaade ederseniz, Ümit Özdağ’ın başında olduğu partinin söylemleri özellikle dikkatimi çekiyor. En basitinden şunu düşünelim, neredeyse bütün dil, bütün parti programı bir kötülük üzerine kurulu. Yani başkalarını mülteci olarak adlandırılan, bir takım insanların yok sayılması üzerine olan bir politika. Başka hiçbir şey yok. Kabaca şöyle deniyor, tabii ekonomimiz kötü ama niye kötü? Mülteciler yüzünden. Seçimleri kazandığımız günün ertesi günü bütün mültecileri yollayacağız, dışarı yollayacaksınız, nasıl yollayacaksınız? Şu anda zaten yollamanın nasıl olduğuna dair birtakım örnekleri Geri Gönderme Merkezi'nde görüyoruz.
Göç İdaresi'nin yapmış olduğu, bütün o parmak sallama hareketlerine rağmen arka arkaya dünya kadar sivil toplum örgütünün ne mutlu dindar, dindar olmayan solcu birtakım sivil toplum örgütlerinden çok çeşitli geniş bir yelpazede insanlar; sıra sıra teker teker o geri gönderme merkezinde felaketler olduğunu anlatıyorlar. Hastalıklardan temizlik meselesine, şiddetten kalabalıklara, hukuki yolların tıkanmasına, hukuki yol aranmamasına, o insanların haberleşmemiş kadar uzanan bütün sorunları ortaya koyuyorlar ve bunu o kadar çok bağırıyor ki buradaki felaket.
Dolayısıyla biz geri gönderme operasyonunun nasıl olabileceğini yani Zafer Partisi geri göndereceğim diye söz verirken ne yapacağını bugün anlatıyor aslında. Bugün pratikte görüyoruz. Avrupa'daki bütün ırkçılar bunu yaptılar zaten; bu Türkler niye geldi, bizim ekmeğimizden aldılar dediler. Kardeşim senin yapmadığın işi hep yaptılar zaten onlar sadece, senin işini almak için gelmediler. Başka çareleri olmadığı için geldiler. Dolayısıyla mesela Ümit Özdağ veya Zafer Partisi’nin Avrupa'daki Türkler için ne diyeceğini sormak lazım. Belki nasıl bir program yapardın demek lazım. Bunları yollamazsak ekonomik krizden çıkamayız derken nasıl bu kadar kolay? Meloni falan, bütün bu insanlarla nasıl ortak bir dili giriyorsun diye sormak lazım belki dolayısıyla.
İpliğini pazara çıkarmak için gerekirse bununla mizahi yollarla karşıya gelip, bunun her anlamda dökümünü yapmak lazım diye düşünüyorum. Yoksa bu acı, bu kötülük dili tam da kötülüğü inşa eden dil, her yerden fışkırmaya devam edecek. Belki işte Edgar Moren'e ek olarak bu direnişin kendisinin evet bir yandan tanıklık yapmak ama bir yandan da bu tür böyle acıklı ve zavallı dillerin ne kadar zavallı olduğunu söylemekle gerekiyor diye düşünüyorum.
W.A.S: Bu son dakikada, basın açıklamasıyla ilgili bir konu da var.Suriyeli Muhammed El Yasir'in ölümü ile ilgili.
F.K: Basmane'deki bir tavukçu dükkanında 1 Ağustos 2023 tarihinde, ırkçı saikle 25 yaşındaki Suriyeli Muhammed El Yasir'in ölümü, 20 yaşındaki Hussin Dhimesh'in de ağır yaralanması ile sonuçlanan bıçaklı saldırıyla ilgili davanın mahkemesi 12 Mart Salı günü saat 14:00 te İzmir Adliyesinde görülecek.
Bu konuda tabii ki savunmacıların, bu öldürülen insanları savunan avukatların çağrısı var. Demokratik kamuoyuna çağrıda bulunuyorlar ve bu mahkemeye gelip ailelere en azından yalnız olmadıklarını gösterin diyorlar.
W.A.S: Tamam. Bugünkü yayını burada bitiriyoruz. Herkese çok teşekkürler haftaya yine çarşamba günü saat 09:30’ta görüşmek dileğiyle, çok sağ olun.
Ö.M: Hoşçakalın.
Ö.Ö: Görüşmek üzere.
Ö.M: Görüşmek üzere, çok teşekkürler.