Bir Dönemin Tanıklığı

-
Aa
+
a
a
a

Hüsnükabul'de her kötülüğün meşrulaştığı günlere tanıklık etmekten; yalan haberler ve hakikat sonrası söylemlerle beslenen iklim felaketlerinden, sokak hayvanları kararından, göçmen düşmanlığından söz ediyoruz.

Bir Dönemin Tanıklığı: İklim felaketlerinden hayvan haklarına ve insanlık dramına
 

Bir Dönemin Tanıklığı: İklim felaketlerinden hayvan haklarına ve insanlık dramına

podcast servisi: iTunes / RSS

F. K: Merhaba herkese, günaydın.

W. A. S: Burası Açık Radyo 95.0. Ferhat Kentel ve ben Waseem Ahmad Siddiqui ile birliktesiniz.

F. K: Merhabalar, günaydın.

Ö. Ö: Günaydın. Hoş geldiniz.

W. A. S: Hoş bulduk. Bugün de nereden başlayacağımızı bilemiyoruz açıkçası. Her kötülüğün artık bir şekilde meşrulaştığı, meşruiyet kazandığı zamana tanık oluyoruz. Tam olarak kelimelerin tükendiği bir zamandan geçiyoruz. Fakat her zaman, Açık Gazete'de de çok tekrarlanan bir ismin, Edgar Morin'in, Fransız sosyologun söylediği sözler aklıma geliyor. Böyle bir zamanda cesaretimizi toplamak, ve aptal yerine konmadan tanıklık etmek ve seslendirmek etik sorumluluğumuzdur diyor.

Şimdi bugünkü bölümde önemli haberlere değinmeye çalışacağız. Öncelikle bizleri de derinden etkileyen hayvan hakları eylemi olan yasayı geri çek eyleminden bahsetmek istiyoruz. Bilindiği gibi yasa teklifi uzun süredir toplumun gündeminde ve büyük tepkilerle karşılaştı. Tepkili olanlar sadece hayvan hakları savuncaları değil, toplumun her kesiminde insanların bu zalim uygulamaya karşı seslerini yükseltiyor. Toplumun geniş kesimleri hayvanların yaşam hakkına saygı gösterilmesi gerektiğini savunurken gündemde bazı siyasetçilerin bu hakkı hiçe sayarak hayvanların öldürülmesine meşrulaştırıyor. Üstelik bunu kamu sağlığı ve güvenliği için gerekli olduğunu söyleyerek ve çocukları da araçsallaştırarak yapıyor. Gerçekçi olamamak gerekirse, kamu sağlığı ve güvenliğini düşündüklerine inanma güç. Ve böyle bir trajikomik bir zaman. İnsan artık hakikaten kahkaha atarak ağlamak istiyor. Kahkaha atarak artık ağlamak durumuna geldik. Maalesef bizi derinden üzen bu aynı yasayı geri çekme eğiliminde de göçmeleri karşı söylemler kullanıldı. Ve şöyle seslendiler. Aslında hedefin kedi ve köpekleri değil, burada kaçak yaşayan göçmenler olduğu söylendi.

Artı Gerçek'ten okuyorum, Semra Dinçer, CHP Ankara Milletvekili Semra Dinçer şöyle diyor. Eğer güvenli sokakları istiyorsanız bu canlıları katil etmek yerine sokakları katillerden, tecavüzcülerden, göçmenlerden koruyun, diyor. O canlıların bir çıkarı yok ama sizin sokağa saldığınız ve bizim canımıza hayatımızda kast edenlerin peşine düşün. Bu masum canlıların peşine düşmeyin. Onları katletmeyin, bu katliam yasasına karşı mücadele edeceğiz, şeklinde konuşuyor.

Ö. Ö: Ankara Anıt Park'taki eylemlerden bir tanesinde CHP milletvekilinin yaptığı konuşma, meseleyi dönüp dolaştırıp seni de dediğin gibi göçmenlere bağlamış kendisi.

F. K: Aslında gayet yumuşak, gayet insani, gayet nasıl diyeyim böyle işte diğerkam bir yerden hayvan masum canlar derken, muhteşem melek bir dil sürerken, aniden bir anda boynuzlar çıkıyor, kuyruk uzuyor ve şeytani bir dil! Tabii, mültecilere, göçmenlere karşı bir düşmanlığa dönüşüyor. Ne kadar paradoksal, ne kadar aynı insanın içinden nasıl farklı kişilikler çıktığında bir şey. Ama ırkçılık denen şey gerçekten toplumu yatay kesiyor. Yani üst sınıf, az sınıf, solcu, sağcı falan fark etmiyor. Çok acıklı.

Ö. Ö: İstanbul'daki eylem sırasında ise şöyle bir deneyim yaşanmıştı: Orada da bu nöbetlerin başladığı günden beri bir tane olsun Filistin bayrağı var. Filistin bayrağına, varlığına söz edenler olmuştu. İşte Arapların durumu bizi ne ilgilendiriyor deyip, biraz tartışmak durumunda kaldığımı hatırlıyorum. Bunun bir ırkçılık olduğunu anlatmak durumunda kalmıştım bir kişiye. Ama genel eğilim böyle değil tabii. Fakat hareket içerisinde, toplum içerisinde de oldukça yaygın olan, en üst perdeden dile getirilen, özellikle muhalefet partilerinin dile getirdiği ırkçılık, göçmen düşmanlığı gibi fikirlerin yer bulduğunu bu da gösteriyor. O yüzden de mücadele içinde mücadele vermek gerekiyor.

W. A. S: Burada özellikle bu perdenin inmesi gerekiyor gibi güçlü bir his var bende. Bizi derinden etkileyen bu facianın ötesinde, hedef olan yine göçmenler oluyor ve bu gerçekten trajikomik! İnsan kahkaha atarak ağlamak istiyor. Bu tuhaf durumu anlamak için Koç Üniversitesi'nin yayınladığı bir rapora değinebiliriz. Aslında suç oranları göçmenlerde artmıyor, aksine azalıyor diyor.

Ö. M: Mültecilerin yoğun yaşadığı yerlerde suç oranları artıyor diye bir söylenti uzun süredir var. Ancak Koç Üniversitesi'nin araştırmasına göre, göçmenlerin yoğun yaşadığı yerlerde suç oranları artmıyor, azalıyor.

W. A. S: Evet, bu aslında TÜBİTAK ile birlikte yapılmış bir proje. Koç Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi'nde Doç. Dr. Şebnem Köser Akçapar'ın koordinasyonunda. Şöyle diyor, Türkiye'deki Suriyeliler algısının yanlış bir kaynaktan beslendiğini ve sanıldığının aksine Suriyelilerin karıştığı suç oranının oldukça düşük olduğunu belirtiyor. Türkiye'de üç buçuk milyonun üzerinde Suriyeli var ve büyük kısmı burada yaşamaya devam ediyor. Gettolaşmanın önüne geçmek lazım diyor. 2011'den bu yana 355 bin Suriyeli bebek Türkiye'de doğdu ve bu bebekler için Suriye ile ilgili hiçbir hatıraları yok. Türkiye, tek hatırladıkları ve bildikleri yer. Suç oranıyla ilgili bu konuyu nasıl genişletebiliriz? Bazen anlamak ve anlatmak konusunda zorlanıyoruz. Belki burada Ferhat bir şeyler söylemek ister.

F. K: Evet, aslında araştırmanın sonuçlarından faydalanabiliriz. Çok net bilgiler var. Nüfus arttıkça, örneğin bir şehirde %10 nüfus artıyor, suç oranlarında %8.1 düşüş yaşanıyor. Mültecilerin ve göçmenlerin varlığı suçları arttırmak yerine tam tersine oran olarak düşürüyor. Yerliler ile sonradan gelenler arasındaki suç oranlarına baktığınızda yerlilerin suç oranı daha fazla. Bunun nedenine gelince, sınır dışı edilme tehdidinin caydırıcılığı önemli bir faktör. Gözaltına alınma ve sınır dışı edilme korkusuyla birçok mülteci suç faaliyetlerinde bulunmaktan çekiniyor. Kayıt dışı istihdam da önemli bir sebep. Birçok mülteci kayıt dışı iş bularak kendilerine gelir sağlıyor, dolayısıyla yasa dışı faaliyetlere başvurma ihtimalleri azalıyor. Nakit yardım programları ve acil sosyal güvenlik ağı gibi yardım programları da mültecilere mali destek sağlayarak suça teşviki azaltıyor. Yerli iş gücü piyasası üzerindeki etki de var; bazı düşük vasıflı yerli işçiler yerlerinden edilmiş olsa da birçoğu kayıtlı sektörde daha iyi fırsatlar bulmuş durumda. Bu da yerel halk arasında suç oranlarındaki potansiyel artışları ve gerilimleri azaltmış olabilir. İzmir'deki ayakkabıcı sektöründe ve benzer ortaklıklarda bunu görebiliyoruz.

Daha da önemlisi, Artı Gerçek haberine göre, çalışmada mültecilere ev sahipliği yapan bölgelerde silahlı kuvvetlerin varlığının arttığına dair bir bulguya rastlanmamış. Bu da suç oranındaki azalmanın güvenlik önlemlerinin arttırılmasından kaynaklanmadığını gösteriyor. İnsanlar kendi kendilerini kontrol ediyor. Türkiye'den Almanya'ya ilk göçler olduğunda, ilk nesiller sürekli olarak "aman sakın olaylara karışmayın, evinize dönün, okula gidin, fabrikaya gidin" gibi öğütler alırdı. Bu, göçmenlerin hayatta kalma stratejilerinin bir parçası.

Ö. Ö: Göçmenlerin karıştığı suç oranlarındaki düşüklüğü öne çıkaran bir rapor, çeşitli ırkçı propagandaya karşı bir cevap niteliğindeydi. Ancak üzerinde durulan ilginç bir nokta var; toplumun hep göz ardı ettiği bir şey. Bu, hiç şiddet ya da suç olmadığını göstermiyor. Daha çok kendi içlerinde, Suriyelilerin Suriyelilere, göçmenlerin kendi arasında ciddi şiddet olayları olabildiğinden bahsediliyor. Suç oranlarının büyük bir kısmı bu şekilde. Bu da devletin umursamadığı, çözüm bulmaya çalışmadığı bir durum. Örneğin, insan kaçakçıları göçmenleri tehdit ediyor, alıkoyuyor ve ailelerinden para istiyorlar. Bu meseleyle ilgili de gerekenler yapılmıyor.

Ö. M: Evet, ben de bir şey ilave edeyim izninizle. Bu sırada giderek artmakta olan "fake news" dediğimiz şeyler, tamamen gerçeklik sonrası dönemin ürünleri. Göçmenlerle ilgili yalan haberler en yüksek seviyede yayılıyor ve sosyal medya üzerinden de devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde de bu türden çok sayıda yalan haber var. Amerikan Hristiyan, gizli Hristiyan Milliyetçi bir ağ ortaya çıkmış. Adını bile telaffuz edemediğim Tiglag diye bir şey. ProPublica sitesinden Andy Crowl açığa çıkartmış, Democracy Now'da da vardı. Çok ciddi, yalan haberlere dayalı raporlar var. Tartışmalı bölgelerde, üç ay sonra yapılacak Amerikan seçimlerinde oy kullanacakları korkutmak ve Trump'a oy vermeyecekleri caydırmak için muazzam şeyler yayılıyormuş, göçmenlerle ilgili. Kiliseleri de devreye sokuyorlar, üç ayrı doküman ve binlerce iç yazışma çıkmış ortaya. Böyle şeyler oluyor yani.

F. K: Bu Ku Klux Klan'ın geleneği, devam ediyor aslında. Yalan haber çıkar, zencileri as, yak, kes, sür, başlarına her türlü belayı getir. Çok ilginç aslında bu. Çok tipik propaganda malzemesi, üret yalanı, arkadan ez onu ve kendi beyaz üstünlüğün ya da neyse işte o üstünlük, onu sürdür taktiği devam ediyor demek ki.

W. A. S: Benim çok dert edindiğim bir konu var aslında. Özellikle yalan haber ve gerçek haberle ilgili. Trump, son konuşmasında Hristiyanlara yönelik sevgi dolu bir ifade kullanarak, "Ben sizi seviyorum, bana oy verin," diyor. Öyle tuhaf bir oy toplama hali var ki, bu iki durumda gerçekten inanılması zor.

Nasıl olabilir? Bir yanda hepimizin dert edindiği diğer canlılar, varlıklar, çevre forumları var; bizi de doğrudan etkileyen, yerinden edilen insanları da doğrudan etkileyen faktörler. Ama diğer tarafta bir tersine çevirme hali var ve hedef yine biziz. Az önce Özdeş'in söylediği gibi. Suriyelilerin ya da diğer insanların arasındaki bütün bu çatışmaların getirdiği başka sosyolojik okumalar olabilir. Geçen haftalarda konuştuğumuz sosyoekonomi meselesi de beni bugünlerde çok düşündürdü. Neoliberalizmle birlikte bunu aklımda tutuyorum.

Ama bunu konuşalım, daha uzun uzun konuşalım. Çünkü bu çok klişe dolu bir konu. Dilerseniz ben hızlıca... Bu diğer yalan mı gerçek mi? Bu yalan haber mi? Gerçek haber mi? Ona bakalım biraz. İki kişinin, iki çocuğun biri Kayseri'de, diğeri İzmir'de. Kayseri'deki İzzettin El Asani, Suriyeli bir çocuk, 15 yaşında. Kayseri'deki özellikle saldırılardan sonra... Pogrom girişimi... Evet, evet. Pogrom... Orada bir saldırıya uğruyor. Kaş, göz, her tarafı kan dolu bir saldırıya uğruyor. Bir de İzmir'de Ahmet Haskiro, asansörde sıkışan 11 yaşındaki Ahmet Haskiro.

F.K: Adana'da Ahmet Haskiro asansör kazası denilen olay.

W.A.S: Bir tekstil fabrikasında bu ölüm gerçekleşiyor ve bununla ilgili Turgay Bekir takipte.

Ö.Ö: Avukat.

W. A. S: Evet, ama bu karara takipsizlik kararı verildi. Ferhat, bu konuyla ilgili haberin var mı? 11 yaşındaki Ahmet Haskiro'nun ölümüyle ilgili. Artık bunun üzerinde daha fazla konuşulmayacak gibi görünüyor. Böyle bir durum var önümüzde.

F. K: Turgay Bekir'in bir açıklaması var. Diyor ki, Ahmet Haskiro cinayetinin üzerinin kapatılmaması, gerçek suçlular olan tekstil patronlarının yargılanması için insan hakları örgütleri ve sendikaların yargı sürecine müdahil olması ve takipsizlik kararına itiraz etmesi gerekir. Çünkü bu kamu meselesi. Ahmet Haskiro'nun ailesi tehditlerden korkabilir ama bu bir kamu davası ve sahip çıkılması gereken bir dava. Çünkü bir can gitti ve bu kendi kendine olan bir şey değil. Makineler kendi kendine çalışmadı, orada alınmamış önlemlerden ötürü bu çocuk hayatını kaybetti. En azından bu konuda bir işaret verilmesi lazım, yani bu hayatını kaybeden çocuğun hakkını teslim ediyoruz, buna değer veriyoruz gibi bir karar çıkması lazım. Ama ne yazık ki şu anda takipsizlik kararı verildi. Patron zaten sorumlu olduğunu kabul etmiş durumda. Ne yazık ki çocuk, kadın, erkek fark etmiyor galiba. Filistin'deki ölçekler belki çok daha korkunç.

W. A. S: Ama...

F. K: Orada da çocukların ve insanların hayatı hakkında en ufak bir empati olmadan yok ediliyorlar ya da burada da yok edilmeleri karşısında sessiz kalınabiliyor.

Ö. M: Sessiz kalınıyor, en önemlisi de bu tabi.

Ö. Ö: Aslında her biri birbiriyle şu anlamda ortaklaşıyor: LGBT'leri hedef göstermek, nefret objesi haline getirmek, bunun sonucu olarak sokakta saldırılar olması. Daha geçen hafta bir Suriyeli trans hedef gösterildi, HIV olduğu gerekçesiyle. Yani mağdurun mağdurunun mağduru olması gerekirken, aslında dayanışma etrafında örülmesi gereken kişi sınır dışı edildi ve öldürüldü. Bu ırkçı ve homofobik kampanya sonucunda oldu. Bütün bu toplumsal kesimler, farklı kesimler hedef gösteriliyor. Sonra göçmenler ayrı bir hedef grubu olarak gösteriliyor, yalan haberler yayılıyor, pogromlar yaşanıyor. Geri gönderme merkezleri zaten hapishane gibi yerler ve burada hukukun ve mahkeme kararının geçerli olmadığı yerler. Sokaktan alınıp götürülüyorsunuz. Şimdi de sokak hayvanları hedef alınıyor. Aslında bu üçünün birleştiği bir nokta var: tamamen keyfi, tamamen abartılı, yalan haber üzerine kurulu, nefret objesi haline getirilen kesimler.

F. K: Tam dediğin gibi, kurbanın kurbanı, en alttakinin en alttaki hali. Hem transsın, hem heteronormatif düzen içinde kategoriye girmiyorsun, oradan kaybediyorsun. Ardından başka bir ırka aitsin, oradan kaybediyorsun. Lehten bozuk, oradan kaybediyorsun vs. Bütün bunlar iç içe geçtiğinde mükemmel, ideal bir hedef haline geliyorsun. Bu köpekleri öldürmek ya da transları öldürmek, biri bunu tercih ediyor, diğeri ötekini ama...

Ö. Ö: Birini bilmiyorum, hiç şüphem yok. Bunun üzerine şiddet meselesinde çalışmak gerekir. Her bir şiddetin diğerini körüklediğinden hiç şüphem yok. Sokak köpeklerine şiddetin yöneldiği bir toplumda, göçmenlere ve sokakta translar, eşcinseller vs. gibi gruplara şiddetin artmaması düşünülemez. Bu yüzden nefret gruplarına yönelik saldırganlığı durdurmak, sonrakiler için bir bariyer koymak anlamına geliyor.

W. A. S: Bunu daha ayrıntılı konuşalım. Bu meselenin birbiriyle bu kadar derinden bağlı olması önemli. Yine bu etik sorumluluğumuzu unutmadan, bence haftaya daha ayrıntılı konuşabiliriz. Bu takipsizlik meselesine vurgu yapmak istiyorum. Takipsizlik kararı verilmesi aslında bir nevi cezasızlık demek. Guardian'da Lisa O'Carroll'un yazdığı bir rapor var. "Avrupa Birliği ülkeleri, sınırlarda hak ihlallerine ilişkin raporları uygun şekilde araştırmıyor." Temel Haklar Kurumu kötü muamele ve can kaybıyla ilgili güvenilir açıklamalara yönelik hatalı yaklaşımlar konusunda uyarıyor. Yunanistan, Hırvatistan ve Macaristan'daki ulusal makamlar, sınır yönetimi sırasında kötü muamele ve can kaybı olaylarını etkili bir şekilde soruşturmalı. Hatırlarsanız, geçtiğimiz yıllarda Yunanistan'daki gemi batması da takipsizlikle sonuçlanmıştı. Akdeniz hafızasında bu facia tanık olarak kaldı. Bence bu takipsizlik meselesini biraz daha konuşabiliriz.

Ö. M: Evet evet çok önemli. Şimdi süreyi bitirdik tabii ama yani çok önemli. Avrupa Birliği ülkelerinin sınırlarda hak ihlallerine ilişkin raporlarının tırnak içinde uygun şekilde araştırılmıyor denmesi oldukça önemli bir itiraf da sayılabilir. Bunun önlenmesi lazım ama daha çok konuşulacak bir şey tabii.

W. A. S: Bugünkü yayını burada bitiriyoruz, toparlıyoruz. Herkese çok teşekkürler. Haftaya yine görüşmek dileğiyle. Çok sağ olun.

F. K: Görüşmek üzere, hoşça kalın.

Ö. M: Hoşça kalın.

Ö. Ö: Görüşmek üzere.