"Batı, Gazze’de insanlık tarihinin en aleni soykırımına imkan veriyor"

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Princeton Üniversitesi'nde 40 yıldır ders veren uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkiler uzmanı ve eski BM Filistinlilerin İnsan Hakları Özel Raportörü Richard Falk yazdı.

Princeton Üniversitesi'nde 40 yıldır ders veren uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkiler uzmanı ve eski BM Filistinlilerin İnsan Hakları Özel Raportörü Richard Falk yazdı:” Gazze savaşı öncesindeki sayısız soykırımda, yaşanan varoluşsal dehşet büyük ölçüde olaydan sonra ve istatistikler ve soyutlamalar yoluyla biliniyor, bazen de hayatta kalanların anlattığı hikayelerle canlanıyordu. Olaylar, tarihsel olarak yeniden inşa edilmiş olsa da, üç aydan fazla bir süredir olay yerinde bulunan gazetecilerin günlük raporlarıyla Gazze'de şu anda yaşanan olaylar kadar somut değildi. Liberal demokrasiler sadece Soykırım Sözleşmesi'nin temel bir yükümlülüğü olan soykırımı önlemek için aktif çaba göstermeyi reddederek değil, aynı zamanda soykırım saldırısının devam etmesini açıkça kolaylaştırarak daha da yüzsüzce başarısız olmuştur.”

Samuel Huntington’ın 1993 tarihli tartışmalı ama etkili Foreign Affairs makalesi “Medeniyetler Çatışması “nı hatırlayalım; bu makale kışkırtıcı bir cümleyle bitiyordu: “Batı geriye kalan herkese karşı!” Bu makale 30 yıl önce çok zorlama görünse de Soğuk Savaş sonrası medeniyetler arası rekabet modelini öngörmesi bakımından şimdi bir kehanet niteliği taşıyor. Bu durum, 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail topraklarına saldırarak İsrailli sivilleri, İsrail Savunma Kuvvetleri askerlerini öldürmesi ve taciz etmesinin yanı sıra 200 kadar rehineyi kaçırmasıyla başlayan İsrail/Filistin çatışması bağlamında daha da belirginleşmektedir.

Şüphesiz bu saldırıya İsrail’in önceden haberdar olması, sınırlarının ihlal edilmesine yavaş tepki vermesi ve belki de en sorunlu olanı, İsrail’in açık bir etnik temizlik mesajıyla soykırımcı bir yaklaşımı benimsemesindeki çabukluk gibi bazı şüpheli durumlar eşlik etmiştir. En nihayetinde, Hamas’ın ciddi savaş suçu işleyen 7 Ekim saldırısı, İsrail’in yaklaşık 100 gün süren orantısız şiddetini, ayrım gözetmeyen sadist vahşetini, Gazze’yi yaşanmaz, Filistinlileri mülksüz ve istenmeyen bir yer haline getirmeye yönelik bir senaryonun yürürlüğe konmasını meşru kılmış ve gerekli bahaneyi neredeyse fazlasıyla uygun bir şekilde sağlamış oldu.

İsrail’in taktiklerinin şeffaflığına rağmen (ki bu kısmen Filistinlilerin çektiği yıkıcı ve yürek parçalayıcı çilenin televizyonda sürekli yayınlanmasından kaynaklanıyordu) dikkat çekici olan dış devlet aktörlerinin muhaliflerle aynı safta yer almasıydı. Küresel Batı (‘beyaz’ yerleşimci, sömürgeci devletler ve eski Avrupalı sömürgeci güçler) İsrail’in yanında yer alırken, Filistin yanlısı en aktif hükümetler ve hareketler başlangıçta yalnızca Müslümanlardı. Destek ise daha çok Küresel Güney’den geliyordu. İttifakların bu şekilde ırksallaştırılması, bu yoğunluktaki şiddet suçlarının genellikle Birleşmiş Milletler aracılığı ile uluslararası hukuk normları ve prosedürleri ile düzenlenmesi çabalarının önüne geçmiş gibi görünüyor.

Bu durum oldukça sıra dışıdır zira başta ABD olmak üzere İsrail’i destekleyen devletler yüksek ahlaki ve hukuki zemini kendilerine mal etmiş ve Güney Yarımküre devletlerine hukukun üstünlüğü, insan hakları ve uluslararası hukuka saygının önemi konusunda uzun süre ders vermişlerdir. Oysa insanlık tarihinin en açık soykırımı karşısında her iki taraf da uluslararası hukuka ve ahlaka uyulması çağrısında bulunmuştur. Gazze savaşı öncesindeki sayısız soykırımda, yaşanan varoluşsal dehşet büyük ölçüde olaydan sonra ve istatistikler ve soyutlamalar yoluyla biliniyor, bazen de hayatta kalanların anlattığı hikayelerle canlanıyordu. Olaylar, tarihsel olarak yeniden inşa edilmiş olsa da, üç aydan fazla bir süredir olay yerinde bulunan gazetecilerin günlük raporlarıyla Gazze’de şu anda yaşanan olaylar kadar somut değildi.

Liberal demokrasiler sadece Soykırım Sözleşmesi’nin temel bir yükümlülüğü olan soykırımı önlemek için aktif çaba göstermeyi reddederek değil, aynı zamanda soykırım saldırısının devam etmesini açıkça kolaylaştırarak daha da yüzsüzce başarısız olmuştur. İsrail’in cephedeki destekçileri silah ve mühimmat yardımında bulunmanın yanı sıra istihbarat ve talep edilmesi halinde kara kuvvetlerinin aktif olarak devreye girmesi konusunda güvence vermiş, ayrıca bu kriz boyunca BM nezdinde ve başka yerlerde diplomatik destek sağlamışlardır.

İsrail’in soykırıma başvurmasını gösteren bu eylemsel unsurlar yadsınamazken, İsrail’in soykırıma devam etmesini sağlayan suç ortaklığı unsurları soykırımın gölgesinde kalarak belirsizliğini koruyor. Örneğin, suç ortaklığı kapsamındaki fiiller not edilmekle birlikte, bu fiiller Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) yaptığı ve soykırım suçlamalarının esası hakkında bir karar verilinceye kadar soykırımı durdurmak üzere hazırlanmış olan Geçici Önlemler talebini başvurusunun gölgesinde kalıyor. Güney Afrika’nın 84 sayfalık başvurusunda soykırım kanıtları büyük ölçüde belgelendi, ancak suç ortaklığı ile organik bağın ele alınmaması mahkemenin vereceği karara yansıyabilecek bir zayıflık.

UAD, İsrail’in Gazze’de uyguladığı şiddete son vermesini de içeren bu Geçici Tedbirleri uygulasa bile, en azından üç ila beş yıl sonra esas karara varılmadan hedeflenen sonuca ulaşamayabilir. İsrail’in Geçici Önlemlere uyması pek olası görünmüyor. İsrail’in uluslararası hukuka sürekli olarak meydan okuma konusunda bir sicili mevcut. Bu ön meselelere ilişkin olumlu bir kararın bir uygulama krizine yol açması muhtemel.

Hukuk tatmin edici bir şekilde varlığını sürdürmektedir, ancak Küresel Batı’nın bazı bölgelerinde olduğu gibi uygulamaya yönelik siyasi irade eksik ya da yetersizdir.

ABD’nin vergi mükelleflerinin parasıyla silah tedarik etme düzeyi, ABD’nin İsrail’le olan ilişkisini yeniden düşünmek için önemli bir tamamlayıcı olacak ve Amerikan halkı arasında, hatta dış politika elitlerinin finanse ettiği ve güvendiği Washington’daki düşünce kuruluşlarında bile bu süreç devam ediyor. Bir silah ambargosu önermek, ABD kamuoyunun pek çok kesiminde zamanında ve uygun bir girişim olarak kabul görebilir. Bu tür önerilerin Genel Kurul’a ve belki de Güvenlik Konseyi’ne getirilebileceğini umuyorum. Resmi olarak onaylanmasa bile, bu tür girişimlerin İsrail’in davranışlarının daha da gayri meşrulaştırılması üzerinde önemli sembolik ve hatta muhtemelen önemli etkileri olacaktır.

Dikkatle değerlendirmeye değer üçüncü bir özel girişim, küresel ölçekte faaliyet gösteren vicdan sahibi kişiler tarafından Soykırım Sorunu üzerine bir Halk Mahkemesinin zamanında kurulması olabilir. Bu tür mahkemeler, resmi yönetim yapılarının tatmin edici bir şekilde ele almakta başarısız olduğu pek çok meseleyle ilgili olarak kurulmuştur. ABD’nin Vietnam Savaşı’ndaki yasal sorumluluklarını değerlendirmek üzere 1965-66 yıllarında toplanan Russell Mahkemesi ve 2003 yılında başlayan ABD ve İngiltere’nin Irak’a saldırısı ve işgaline yanıt olarak 2005 yılında kurulan İran Savaş Mahkemesi bunun başlıca örneklerindendir.

Gazze’de kurulacak böyle bir mahkeme 7 Ekim’de ve sonrasında yaşananları açıklığa kavuşturabilir ve belgeleyebilir. Tanıkların ifadelerinin alınmasıyla, dünya halklarına, uluslararası ceza hukuku ve küresel yönetişim yapılarıyla ilgili olarak jeopolitik hegemonya ile iç içe geçmiş olmaları nedeniyle hükümetlerin ve uluslararası prosedürlerin yapamadığı şekilde konuşma ve temsil edildiklerini hissetme fırsatı sağlayabilir.

Güney Afrika Dünya Mahkemesi Davası, Parya Devlet ve Halk Seferberliği

Güney Afrika’nın bu girişimi, ağır suç iddialarının bulunduğu bir bağlamda uluslararası hukuk ve prosedürleri değerlendirme ve otorite altına almaya yönelik memnuniyet verici bir çaba olarak önem taşımaktadır. Uluslar üstü düzeyde en yüksek mahkeme olan UAD, Güney Afrika’nın son derece makul ve ahlaki açıdan zorunlu olan, Gazze’ye yönelik devam eden saldırının durdurulması için Geçici Tedbir talebine olumlu yanıt verirse, İsrail ve destekçileri üzerindeki baskı artacaktır. İsrail’in bunu reddetmesi halinde ise tüm dünyada Filistin yanlısı dayanışma çabaları artacak ve İsrail parya devlet olmanın en karanlık noktalarına savrulacaktır.

Böyle bir ortamda, silah ambargosu ve ticari boykotların yanı sıra spor, kültür ve turizm boykotlarının uygulanması, şiddet içermeyen aktivizm ve baskı daha uygulanabilir politika seçenekleri haline gelecektir. Sivil toplum aktivizmi yoluyla bu yaklaşım, Vietnam Savaşı sırasındaki Avrupa-Amerikan barış çabalarında, Güney Afrika’daki apartheid rejimine karşı mücadelede ve başka yerlerde oldukça etkili olmuştur.

İsrail, yasal ve ahlaki normlara karşı sergilediği tutum ve meydan okumaları nedeniyle parya bir devlet haline gelmektedir. İşgalci güç olarak korumakla yükümlü olduğu Filistinli sivillere yönelik soykırım niyetini çirkin bir şekilde açık yüreklilikle kabul etmesiyle ün salmıştır.

Parya ülke ya da haydut devlet olmak İsrail’i siyasi ve ekonomik olarak daha önce hiç olmadığı kadar kırılgan hale getiriyor. Şu anda, harekete geçirilmiş bir sivil toplum, dünyada Batı’nın sömürgecilik sonrası emperyal jeopolitiğini etkisiz hale getirme potansiyeline sahip yeni bir güçler dengesi oluşturulmasına katkıda bulunabilir.

Geçen yüzyılın sömürgecilik karşıtı savaşlarının sonunda askeri açıdan zayıf olan tarafın kazandığı şaşırtıcı gerçeği de not etmek yerinde olacaktır. Bu, sömürgecilik karşıtı mücadelenin siyasi bağımsızlığın kazanılmasıyla sona ermediğinin anlaşılması gibi önemli bir derstir. Hatta bu Sahra-altı Afrika’daki eski Fransız sömürgelerinde yakın zamanda gerçekleşen Fransız karşıtı darbelerin de gösterdiği gibi, ulusal güvenlik ve ekonomik kaynakların kontrolünü elde etmek için sürdürülmesi gereken bir ders.

21. yüzyılda tek başına silahlar, siyasi sonuçları nadiren kontrol ediyor. ABD’nin bunu on yıllar önce Vietnam’da öğrenmiş olması gerekirdi: Savaş alanını kontrol etmiş ve savaşın askeri boyutlarına hakim olmuş, ancak siyasi sonuçlarını kontrol etmeyi başaramamıştı.

ABD’nin bu tür yenilgilerden ders çıkarması özellikle engellenmiştir. Böyle bir öğrenme, özel silah sektörü de dahil olmak üzere askeri-endüstriyel-devlet kompleksinin etki gücünü elbette ki zayıflatacaktır. Bu da ABD’deki iç dengeleri altüst edecek ve ABD’nin tüm dünyada oynadığı küresel jeopolitik rolü büyük ölçüde itibarsızlaştıracaktır. Yani bu bir ikilem. Telafi etmek için ne yapmamız gerektiğini biliyoruz, ancak yerleşik özel çıkarlar bu tür rasyonel düzenlemeleri engellemekte ve askeri aksaklıklar ve bunlara eşlik eden jeopolitik düzenler, süreç boyunca maliyetli başarısızlıkları ihmal ederek sürmektedir.

Ne yapılması gerektiğini biliyoruz, ancak bunu yapacak siyasi güce sahip değiliz. Oysa küresel kamuoyu değişiyor ve dünya çapında düzenlenen gösteriler savaşın sürdürülmesine karşı bir muhalefet inşa ediyor.

İran

İran’ı Batı ya da İsrail karşıtı olarak addedilen her şeyle ilişkilendirmek amaçlı büyük bir ABD/İsrail propaganda çabası mevcut. Bu çaba, İran’ın güya taşeronu olan Hamas’ın 7 Ekim saldırısıyla başlayan bu kriz sırasında daha da yoğunlaştı. The New York Times gibi en etkili ana akım yazılı basının bile Hizbullah ya da Husilerin yaptıklarından rutin olarak “İran destekli” olarak bahsettiğini fark etmişsinizdir. Bu tür terörist aktörler yanıltıcı bir şekilde İran’ın taşeronları konumuna indirgeniyor.

Filistin yanlısı aktörleri bu şekilde görmezden gelmek ve suçu İran’a atmak, İran’ın bölgedeki en büyük düşmanımız, İsrail’in ise sadık dostumuz olduğu yönünde İran’a karşı kavgacı tutumları teşvik etmeye çalışan bir devlet propagandasından ibarettir. Bu aynı zamanda, eğer İran bazı ülkeleri ve siyasi hareketleri destekliyorsa, ABD’nin daha açık bir şekilde ve kat kat fazlasını yaptığı gerçeğini de hasıraltı etmekte.

İran’ın bölgede kendi çıkarlarını korumak için neler yaptığı büyük ölçüde bilinmiyor. İran’ın Filistin mücadelesine güçlü bir sempati beslediğine şüphe yok. Bu sempati, kendisine saldırılmaması ve ABD’nin bölgedeki rolünün en aza indirilmesi yönündeki kendi siyasi çıkarlarıyla da örtüşmektedir. Ayrıca İran’ın kendi toplumu içindeki muhalif güçlerden kaynaklanan pek çok sorunu bulunuyor.

Fakat bence İran’a yönelik bu düşmanlığı tehlikeli bir devlet propagandası körüklemektedir. İran’ı bölgedeki tüm İsrail karşıtı eylemlerin arkasında duran gerçek düşman olarak görmek son derece yanıltıcı. Bölgede ve ötesinde daha geniş çaplı savaş tehlikeleri içeren bu kriz durumunun karmaşıklığını ve bilinmeyen unsurlarını mümkün olduğunca doğru anlamak önemli. Kamuoyunca bilindiği kadarıyla İran’ın savaşın doğrudan şekillendirilmesinde ve İsrail’in Gazze’deki sivil halka yönelik topyekûn saldırısında son derece sınırlı bir müdahalesi oldu.

Hamas ve İkinci Nakba!

İsrail’in insan hakları ve uluslararası insancıl hukuk ihlalleri konusunda BM özel raportörü olduğum dönemde, Doha ya da Kahire’de ve ayrıca Gazze’de yaşayan Hamas liderlerinin birçoğuyla tanışma ve ayrıntılı olarak konuşma fırsatım oldu. 2010-2014 yılları arasındaki dönemde Hamas alenen ve arka kanallardan İsrail ile 50 yıllık bir ateşkes için çalışıyordu. Bu ateşkes, İsrail’in 1967’de Güvenlik Konseyi’nin oybirliğiyle aldığı 242 sayılı karar uyarınca kuvvetlerini savaş öncesi “yeşil hat” sınırlarına çekmesi şartına bağlıydı. Hamas da 2006’daki seçim zaferinden sonra İsrail’le 50 yıla varan uzun vadeli bir ateşkes istemişti.

İsrail’in insan hakları ve uluslararası insancıl hukuk ihlalleri konusunda BM özel raportörü olduğum dönemde, Doha ya da Kahire’de ve ayrıca Gazze’de yaşayan Hamas liderlerinin birçoğuyla tanışma ve ayrıntılı olarak konuşma fırsatım oldu. 2010-2014 yılları arasındaki dönemde Hamas alenen ve arka kanallardan İsrail ile 50 yıllık bir ateşkes için çalışıyordu. Bu ateşkes, İsrail’in 1967’de Güvenlik Konseyi’nin oybirliğiyle aldığı 242 sayılı karardaki kuvvetlerini savaş öncesi “yeşil hat” sınırlarına çekmesi şartına bağlıydı. Hamas da 2006’daki seçim zaferinden sonra İsrail’le 50 yıla varan uzun vadeli bir ateşkes istemişti.

Ne İsrail ne de ABD bu diplomatik girişimlere yanıt vermedi. Özellikle Hamas liderleri arasında belki de en entelektüel olan Machel bana, Washington’u çatışmanın ateşkes olmadan devam etmesine izin verilmesi halinde her iki halk için de trajik sonuçlar doğuracağı konusunda uyardığını ifade etti ve bu bağımsız kaynaklar tarafından da doğrulandı.

Halk açlık çekerken ve bombardıman devam ederken Filistinliler nereye gidebilirler? İsrail’in amacı nedir?

Gazze’deki Filistin varlığını azaltmaya ve işlevsel bir ikinci Nakba’ya yönelik sözde taahhütleri gözlemliyorum. Bu bir suç politikası. Bunun resmi bir adı olması gerektiğini düşünmüyorum. Bu, Filistinli nüfusun başının kesilmesinden başka bir şey elde etmek için tasarlanmış bir politika değildir. İsrail Gazzelileri Mısır’ın Sina bölgesine göndermeye çalışıyor. Mısırlılar ise bunu hoş karşılamadıklarını zaten belirttiler.

Bu bir politika filan olamaz. Bu bir tür yok etme tehdididir. İsrail’in 7 Ekim’den sonraki kampanyası Hamas’ın terörizmine yönelik olmadığı ölçüde Filistinlilerin Gazze’den zorla tahliyesine ve buna bağlı olarak Batı Şeria’daki Filistinlilerin mülksüzleştirilmesine yöneliktir.

Eğer İsrail kendi güvenliğini gerçekten etkili bir şekilde sağlamak isteseydi, çok daha etkili ve verimli yöntemlere başvururdu. Gazze’nin tüm sivil nüfusuna Hamas’ın saldırısına karışmış gibi davranmak için hiçbir neden yok ve soykırıma varan müdahalenin de kesinlikle hiçbir gerekçesi olamaz. İsrail’in motivasyonları bölgesel güvenliği yeniden tesis etmekten ziyade Siyonist Projeyi tamamlamakla ilgili görünüyor. Tüm göstergeler İsrail’in 7 Ekim saldırısını, varlıkları Batı Şeria ve Gazze’nin en azından bir kısmı üzerinde egemen kontrole sahip Büyük İsrail’in kurulmasını engelleyen Filistinlilerden kurtulmaya yönelik önceden var olan ana plan için bir bahane olarak kullandığını gösteriyor.

Daha makul bir bakış açısı sağlamak bakımından, 7 Ekim’den önce, 2023’ün başında iktidara gelen Netanyahu koalisyon hükümetinin, İsrail’in kuruluş tarihi olan 1948’den bu yana ülkeyi yöneten en aşırı yönetim olarak bilindiğini hatırlamalıyız. İsrail’deki yeni Netanyahu hükümeti işgal altındaki Batı Şeria’da yerleşimci şiddetine derhal yeşil ışık yaktı ve Filistin’in hala işgal altında olan bölgelerini yönetmek üzere açıkça ırkçı dini liderler atadı. Bu, sözde vaat edilmiş toprakların tamamı üzerinde toprak egemenliği iddiasında bulunarak Büyük İsrail’in var olmasını sağlayan tüm Siyonist projenin son aşamasının bir parçasıydı.

Farklı Bir Bağlam İhtiyacı

Şu anda var olandan farklı bir bağlam oluşturmamız gerekiyor. Bu da İsrail’in Batılı destekçileri nezdinde farklı bir bakış açısı kazanılmasını gerektiriyor. Ve İsrail’in kendi çıkarlarına, kendi geleceğine dair farklı bir iç anlayış kazanması da elzem. Böyle canavarca bir noktaya gelmiş bir elit grup üzerinde ciddi bir baskı uygulandığında ancak bu yöneliminin sarsılması mümkün olabilecektir.

İsrail hükümetinin başvurduğu yöntemler, yerleşimci sömürgeci devletlerin karakteristik özelliğidir. ABD ve Kanada da dahil olmak üzere hepsi, yerleşik Yerli halkı etkisiz hale getirmek ya da yok etmek için şiddetle hareket etmiştir. Bu soykırım girişimi de tamamen bununla ilgilidir. Siyonizmin maksimal versiyonlarının hedeflerini gerçekleştirme çabasıdır ki bu da ancak Filistinlilerin hak sahibi olarak ortadan kaldırılmasıyla başarıya ulaşabilir. Unutulmamalıdır ki Hamas saldırısından önceki haftalarda, BM de dahil olmak üzere, Başbakan Benjamin Netanyahu elinde Filistin’in varlığını silen bir “yeni Orta Doğu” haritasını sallayıp duruyordu.

Kuşkusuz Hamas’ın motivasyonlarından biri de Filistin’in kendi kaderini tayin hakkından vazgeçtiği ve Filistin’in silinebileceği görüşünü çürütmekti. Balfour öncesi eski Siyonist sloganı hatırlayın: “Halksız bir toprak için topraksız bir halk.” Siyonist ütopyanın erken dönemine ait bu tür ifadeler, nesiller boyunca Filistin’de hak sahibi bir yerli halk olarak yaşamış olan Filistinlileri kelimenin tam anlamıyla tarih sahnesinden siliyordu. 1917’deki Balfour Deklarasyonu ile bu yerleşimci sömürgeci vizyon, önde gelen Avrupalı sömürgeci gücün onayıyla siyasi bir proje haline geldi.

Sömürgecilik sonrası gerçekler göz önüne alındığında, İsrail projesi tarihsel olarak uyumsuz ve aşırıdır. Bu proje, İsrail’in politikalarının gerçekliğini ve İsrail’in üstünlükçü bir devlet olarak verdiği önlenemez tepkiyi ortaya koymaktadır. İsrail devlet propagandası ve kamu söyleminin yönetimi yıllar boyunca Siyonizm’in maksimalist gündemini gizlemiştir. Bunun kasıtlı bir taktik mi olduğunu yoksa İsrail’in gelişim aşamalarını mı yansıttığını henüz bilmiyoruz.

İçinde bulunduğumuz şu günler, sadece Gazze için değil, iki zor durumdaki halk arasında sürdürülebilir barış ve adalete yönelik tüm beklentiler açısından bir dönüm noktası olabilir.

Bu yazı Serbesiyet'te "Richard Falk: Batı, Gazze’de insanlık tarihinin en aleni soykırımına imkan veriyor" adıyla yayınlanmıştır.