Arundhati Roy: Bu salgın bir geçittir

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Tarihsel olarak, pandemiler insanları geçmişlerinden kopmaya ve nasıl bir dünya istediklerini tekrardan düşünmeye zorladı. Bu da farklı değil. Bu bir portal, bir dünya ile diğer bir dünya arasındaki geçit.

(Arundhati Roy’un Financial Times’taki bu yazısınıMedyascope’taki çevirisiyle yayınlıyoruz.)

 

Şimdi kim “viral olmak” kalıbını birazcık da olsa titremeden kullanabilir? Şimdi kim onların ciğerlerimize sabitlenmeyi bekleyen görünmez vantuzlarla ve cansız lekelerle kaplı olduklarını hayal etmeden bir kapı koluna, bir kartona ve bir poşet sebzeye bakabilir?

Kim yabancı bir insanı öpmeyi, önünden geçen otobüslerden birine atlamayı ve gerçek bir korku hissetmeden çocuklarını okula yollamayı düşünebilir? Kim sıradan hazları herhangi bir risk hissetmeden düşünebilir? Şu an aramızdan kim şarlatan bir doktor, virolog, istatistikçi ya da peygamber değil? Hangi bilim insanı ya da hangi doktor yaşanabilecek herhangi bir mucize için gizlice dua etmiyor? Hangi rahip, en azından gizlice, bilime boyun eğmiyor?

Ve virüs her geçen gün çoğalırken kim şehirlerdeki kuş seslerinden, trafik ışıklarında dans eden tavus kuşlarından ve gökyüzündeki sessizlikten heyecanlanmıyor?

Bu hafta dünya çapındaki koronavirüs vakası sayısı 1 milyonun üzerine çıktı. Şimdiden 50 binden fazla insan öldü. İleriye dönük simülasyonlar, sayının yüz binlerce ve belki daha da fazla yükselebileceğini gösteriyor. Virüs, ticaretin ve uluslararası sermayenin geçtiği yollardan özgürce hareket etti ve yaydığı hastalık insanları kendi ülkelerinde, kendi şehirlerinde ve kendi evlerinde kilitli bıraktı.

Sermaye akışından farklı olarak, virüs kâr etmeyi değil çoğalmayı arzuluyor. Bu nedenle, belli bir dereceye kadar, sermaye akışının yönünü de değiştirmiş oldu. Virüs göçmenlerin kontrol edilmesi, biyometrik takip, veri analizleri gibi çok sayıda uygulamayla alay etti ve dünyanın en zengin, en güçlü ülkelerinde kapitalizmin motorunu durma noktasına getirdi. Bu belki de geçici bir süreç ancak kapitalizm motorunu daha yakından inceleyerek onu gerçekten onarmak isteyip istemediğimize ya da daha iyi bir motor sistemi isteyip istemediğimize karar verebilmemiz açısından oldukça uzun.

Bu pandemiyi yönetenler, savaştan bahsetmeye oldukça düşkündür. Savaşı metafor olarak bile kullanmıyorlar, gerçek anlamda kullanıyorlar. Ancak unuttukları bir şey var: Bu gerçekten bir savaş olsaydı buna kim ABD’den daha iyi hazırlanabilirdi ki? Cephedeki askerlerin ihtiyacı olan şeyler maske ve eldivenler yerine silahlar, bombalar, tanklar ve savaş uçakları olsaydı, ortada herhangi bir kıtlık olur muydu?

Dünyanın dört bir yanından bazılarımız, her gece New York valisinin basın açıklamalarını ifade etmesi zor olan bir hayranlıkla izliyoruz. İstatistikleri takip ediyoruz ve ABD’de çöken sağlık sistemindeki hastanelerde ücretini alamadan fazla mesai yapan hemşirelerin çöp kutularından topladıklarıyla ve eski yağmurluklarıyla kendilerine maskeler yaparak hayatlarını hiçe saymış bir halde hastaları tedavi etmeye çalıştıkları şeklinde hikayeler duyuyoruz. Aynı şekilde solunum cihazları için birbirleriyle pazarlık yapan eyaletler ve hangi hastaların ölmesi gerektiğine karar vermeye çalışan doktorlar hakkında hikayeler de. Ve kendimize şunu söylüyoruz “Aman tanrım, Amerika bu işte!”

Gözümüzün hemen önünde, hızlı, gerçek ve destansı bir trajedi gerçekleşiyor. Ancak bu yeni bir şey değil. Bu tren enkazı yıllardır gözümüzün önünde. ABD’deki hastanelerde hastaların dışarı atıldıkları videoları kimler hatırlamıyor ki. ABD’deki hastane kapıları genellikle daha az şanslı vatandaşlar için kapalıdır. Ne kadar hasta olduklarının ya da ne kadar acı çektiklerinin bir önemi yok.

Şu an fakir bir insanın hastalığı zengin bir toplumun bütün sağlığını etkileyebilir. Ancak şu an tüm ABD vatandaşları için sağlık hizmeti isteyen senatör Bernie Sanders, kendi partisi tarafından bile Beyaz Saray’a yönelttiği bu talepler için eleştiriliyor.

Peki ya benim ülkem? Zengin ile fakirin bir arada yaşadığı; feodalizm ile köktendincilik arasında ve kast sistemi ile kapitalizm arasında gidip gelirken aşırı sağ Hindu milliyetçileri tarafından yönetilen Hindistan?

Aralık ayında Vuhan’da virüsün patlak vermesiyle uğraşırken Hindistan hükümeti, parlamentodan geçen ayrımcı anti-Müslüman yasanın protesto edildiği ve yüzlerce vatandaşın katıldığı protesto gösterileriyle uğraşıyordu.

Hindistan’daki ilk Covid-19 vakası 30 Ocak’ta kaydedildi. Cumhuriyet Günümüz’deki geçit töreninin onur konuğu, Amazon ormanlarının yiyicisi ve virüs inkâr edici Bolsonaro’nun Delhi’den ayrılmasından yalnızca birkaç gün sonra. Ancak virüsün hükümet tarafından önemsenmesine daha çok zaman vardı çünkü bu sefer de Donald Trump ülkeyi ziyaret etmişti ve 1 milyon insanın katılacağı kapsamlı bir törenle karşılanması gerekiyordu. Bütün bunlar çok para ve çok zaman götürdü.

Daha sonra ise iktidardaki Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP) oyunu yükseltmek için fiziksel şiddeti ve hain olarak nitelendirilen insanların vurulmasını kapsayan Hindu milliyetçiliğini körüklediği Delhi Meclis Seçimleri yapıldı.

Bharatiya Janata kaybetti ve Delhi’deki Müslümanları cezalandırmak istedi. Polis tarafından desteklenen silahlı Hindu çeteler, Delhi’nin kuzeydoğusundaki işçi sınıfı mahallelerinde Müslümanlara saldırdı. Evler, dükkanlar, camiler ve okullar yıkıldı. Müslümanlar bu saldırıyı bekliyordu ve onlar da karşılık verdi. İçlerinde hem Müslüman hem de Hinduların olduğu 50’den fazla kişi öldürüldü.

Binlerce kişi mezarlıklardaki mülteci kamplarına taşındı. Devlet memurları koronavirüs hakkındaki ilk toplantılarını yaptıklarında ve Hintlilerin çoğu el dezenfektanı diye bir şeyin varlığını ilk defa duyduklarında parçalanan cesetler drenaj ağlarından hâlâ akıyordu.

Mart ayı da oldukça yoğun başladı. İlk iki haftanın gündemi, Madhya Pradesh’deki koalisyon hükümetinin yerine BJP destekli bir hükümet kurmaktı. 11 Mart’ta Dünya Sağlık Örgütü, Covid-19’un bir pandemi olduğunu ilan etti. İki gün sonra ise Sağlık Bakanı koronavirüsün acil bir sağlık sorunu olmadığını söylemişti.

Sonunda, 19 Mart’ta Hindistan Başbakanı Narendra Modi ulusa seslendi. Dersine fazla çalışmamış gibiydi. Fransa ve İtalya’yı örnek alıyordu. Bize “sosyal mesafeye olan ihtiyacı” anlattı (kast sistemine bürünmüş bir toplum için anlaması oldukça kolaydı). 22 Mart’ta ise sokağa çıkma yasağı çağrısında bulundu. Hükümetinin kriz hakkında yapacağı hiçbir şeyden bahsetmedi ama insanların balkonlarına çıkarak zillerle, tencere ve tavalarla sağlık çalışanlarını selamlarını istedi. O âna kadar da, Hindistan’ın maskeleri ve koruyucu ekipmanları, kendi sağlık çalışanları yerine dışarıya ihraç ettiğini söylememişti.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Narendra Modi’nin talepleri büyük bir coşkuyla karşılandı. Yürüyüşler, topluluk dansları ve geçit törenleri vardı ve sosyal mesafe çok fazla önemsenmiyor gibiydi. Sonraki günlerde erkekler inek gübresi varillerinden atladılar ve BJP destekçileri inek idrarı içme ayinleri düzenledi. Aynı şekilde Müslümanlar da virüse güçlü bir cevap vermek için camilerde toplanılmasını talep ediyordu.

24 Mart günü akşam saat 8’de, Modi, gece yarısından itibaren tüm Hindistan’da sokağa çıkma yasağı uygulanacağını söylemek için tekrar televizyonlara çıktı. Piyasalar kapanacaktı. Tüm toplu ve özel ulaşım yasaklanacaktı.

Modi bu kararı yalnızca ülkenin başbakanı olarak değil aynı zamanda “ailemizin yaşlı bir üyesi” olarak aldığını söyledi. Başka kim bu işin yaygınlaşmasını hızlandıracak olan eyalet hükümetlerine bile danışmadan, sıfır hazırlıkla, 1,3 milyarlık bir nüfusa, kararın uygulanmasına yalnızca dört saat kala evlerinden çıkmayacaklarını söyleyebilir ki zaten? Modi’nin yöntemleri kesinlikle şu izlenimi veriyor: Hindistan Başbakanı, vatandaşları “tuzağa düşürülmesi gereken düşman güçleri” olarak görüyor. Sürpriz bir şekilde fakat asla güvenilir olmayan bir türden…

Böylece evlerimizde kilitli kalmıştık. Birçok sağlık uzmanı ve epidemiyolog, başbakanın bu kararını alkışlıyordu. Teoride belki de haklılar. Ancak hiçbiri, dünyada halihazırda uygulanan en kapsamlı sokağa çıkma yasağının içindeki bu plansızlığı ve hazırlıksızlığı destekleyemez.

Saçmalıkları seven adam, tüm saçmalıkların en büyüğünü yaratmıştı.

Tüm dünya korku içinde izlerken, Hindistan da utanç içinde kendini gösteriyordu. Acımasızlığını, yapısallığını, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerini, acılara karşı ilgisizliğini…

Sokağa çıkma yasağı, gizlenen şeyleri ortaya çıkaran kimyasal bir deney gibi uygulandı. Mağazalar, restoranlar, fabrikalar ve inşaatlar durdukça ve zengin/orta sınıflar kendilerini evlerine kapattıkça kentler ve kasabalar işçi sınıfından vatandaşları ve göçmen işçileri istenmeyen mahluklar gibi dışlamaya başladı.

Birçoğu işverenler ve toprak sahipleri tarafından yönetilen milyonlarca yoksul, aç, susuz, genç, yaşlı, erkek, kadın, çocuk, hasta, kör ve engellinin gidecek hiçbir yeri yoktu. Toplu taşımanın olmadığı bir ortamda köylerine göç etmeye başladılar. Günler boyu Badaun, Agra, Azamgarh, Aligarh, Lucknow, Gorakphur gibi bölgelere yürüdüler, binlerce kilometre… Bazıları yolda öldü.

Evlerine açlıklarını yavaşlatmak için gittiklerini biliyorlardı. Belki de virüsü taşıyacaklarını ve ailelerine bulaştırabileceklerini biliyorlardı fakat aile olmaya, barınmaya, haysiyete; aşk yoksa bile en azından bir parça ekmeğe ihtiyaçları vardı.

Yürüdükleri esnada bazıları, sokağa çıkma yasağını sıkı bir şekilde uygulamakla tembihlenen polisler tarafından vahşice dövüldü ya da küçük düşürüldü. Genç erkekler otoyollara atlamaya çalışıyordu ve Bareilly kasabasında polisler tarafından bir araya toplanan bir grubun üzerine kimyasal sprey sıkıldı.

Birkaç gün sonra, memleketlerine doğru yürüyen grupların virüsü ulaşacakları noktalarda yayacaklarından endişe edilmeye başlandı ve hükümet yürümeyi bile yasakladı. Günlerdir yollarda yürüyen insanlar polisler tarafından durduruldu ve kaçmakta oldukları şehirlerdeki kamplara geri dönmek zorunda kaldılar.

Yaşlı insanlar, 1947’de Hindistan’ın bölündüğü ve Pakistan’ın doğduğu mübadele günlerini hatırladılar. Ancak bu göç dinden değil, sınıfsal bölünmelerden kaynaklanıyordu. Bu insanlar şehirlerde çalışan ve geri dönecek birer evleri olan insanlardı. İşsiz, evsiz ve umutsuz insanlarsa oldukları yerde kaldı; şehirlerde ve kasabalarda yani bu trajedinin ortaya çıkışından önce de sıkıntılar çektikleri o yerlerde. Tüm bu sıkıntının içinde, İçişleri Bakanı Amit Shah kamuoyunda olup biten her şeye kulaklarını tıkamış gibi gözüküyordu.

Delhi’deki yürüyüş başladığında, Delhi ve Uttar Pradesh arasındaki sınırdan Ghazipur’a gitmeye çalışırken basın kartımı kullandım.

Gördüğüm sahneler kutsal kitaplardakine benziyordu. Ya da belki de benzemiyordu çünkü onlarda bile böyle şeyler olmazdı. Fiziksel teması önlemek için uygulanan sokağa çıkma yasağı, öngörülemez bir biçimde amacının tam tersine sahne oluyordu. Eminim bu Hindistan’ın diğer şehir ve kasabalarında da yaşanmıştır. Ana yolların hepsi boş olabilir fakat fakir insanlar gecekondu bölgelerindeki mahallelere tıkılmıştı.

Yürüyen insanlar arasından konuştuğum herkes, virüs hakkında endişeliydi. Ancak virüs, onların hayatındaki işsizlikten, açlıktan ve polis şiddetinden daha az gerçekti. O gün konuştuğum bütün insanlar arasında, yalnızca haftalar önce Müslüman karşıtı saldırılardan kurtulmuş bir grup Müslüman terzi de dahil olmak üzere, bir adamın sözleri beni özellikle rahatsız etmişti. O adam Nepal sınırındaki Gorakhpur’a yürümeyi planlayan Ramjeet adlı bir marangozdu.

Bana, “Belki Modi bunu yapmaya karar verdiğinde, ona kimse bizden bahsetmedi. Belki de bizi tanımıyor” dedi. “Biz” diye tabir ettiği kesim yaklaşık 460 milyon insandı.

Hindistan’daki eyalet hükümetleri, tıpkı ABD’de olduğu gibi, kriz süresince insanlara daha sıcak ve daha anlayışlı yaklaşmıştı. Sendikalar, özel vatandaşlar ve diğer kolektif oluşumlar insanlara gıda veya acil durum eşyaları dağıtımında bulunuyor. Merkezi hükümet ise, vatandaşlardan umutsuzca gelen bütün yardım fonu başvurularına cevap vermekte oldukça gecikti. Başbakanın Ulusal Yardım Fonu’nda hiç hazır nakit paranın olmadığı ortaya çıktı. Onun yerine, iyi kalpli vatandaşlardan gelen para başbakanlığın oldukça gizemli olan yeni bakım fonuna dökülüyor. Üzerlerinde Modi’nin yüzünün olduğu, önceden hazırlanmış paket gıda yardımları ortaya çıkmaya başladı.

Buna ek olarak, başbakan insanların stresle başa çıkmalarını sağlamak amacıyla asana (yogada hiçbir rahatsızlık duymadan bedeni uzun süre aynı biçimde tutmaya yönelik bir alıştırma) eşliğinde çektiği yoga videolarını paylaşmaya başladı.

Bu narsisizm oldukça rahatsız edici. Belki de bu asanalardan biri, Modi’nin Fransa Cumhurbaşkanından, Rafale savaş uçağı anlaşmasından kalan 7.8 milyar euroluk alacağımızı talep ederek milyonlarca aç insanı desteklemek için kullanabilmemizi sağlayacak olan bir talep asanası olabilir. Eminim Fransızlar bunu anlayacaktır.

Sokağa çıkma yasağı ikinci haftasına girerken tedarik zincirleri kırıldı, ilaçlar ve temel malzemelerin arz miktarı azaldı. Binlerce kamyon şoförü, az miktarda su ve yiyecek ile karayollarında mahsur kalmış durumda. Hasatları toplanmaya hazır olan çok sayıda ürün yavaş yavaş çürüyor.

Ekonomik kriz cepte, siyasi kriz ise devam ediyor. Ana akım medya kanalları, koronavirüs hikayelerini, Müslüman karşıtı kampanyalara dahil ediyor. Sokağa çıkma yasağı gelmeden önce Delhi’de geniş katılımlı bir toplantı düzenleyen Tebliğ-i Cemaat adlı örgütün üyelerinin süper yayıcılar olduğu ortaya çıktı. Bu haber, Müslümanlara tepki göstermek ve onları şeytanlaştırmak için sıkça kullanılıyor. Genel söylem, virüsü Müslümanların icat ettiği ve cihat etmek için onu kasti bir biçimde yaydıkları üzerine kurulmuş durumda.

Virüs krizi daha da derinleşecek. Ya da derinleşmeyecek. Bunu bilmiyoruz. Ancak eğer derinleşirse; din, kast ve sınıfsal önyargılarla derinleşeceğinden emin gibiyiz.

2 Nisan itibarıyla, Hindistan’da 2 bin doğrulanmış vaka ve 58 ölüm var. Bunlar çok az sayıda teste dayanan ve kesinlikle güvenilir olmayan rakamlar. Uzmanların görüşleri ise çılgın bir şekilde değişkenlik gösteriyor. Bazıları milyonlarca vaka olduğunu söylüyor, bazıları ise sayıların sanılanlardan çok daha az olduğunu öne sürüyor. Kriz bize vurduğunda bile asla gerçek boyutlarını bilmiyor olacağız. Şu an bildiğimiz tek şey hastanelere koşma durumunun henüz başlamamış olduğu.

Hindistan’da yetersiz beslenmeden, ishalden, tüberkülozdan, aneminden ve çok sayıda diğer küçük hastalıktan milyonlarca kişinin can verdiği devlet hastaneleri ve klinikler, şu an Avrupa’nın ve ABD’nin yaşadığı boyutlarda bir sağlık kriziyle de başa çıkamayacaklar.

Bütün hastaneler virüs hastanelerine dönüştürülmeye başlandığı için, milyonlarca kanser hastası, hastanelerden çıkartılarak sürüler halinde yollara dökülüyor.

İnsanlar hastalanarak evlerinde ölecekler ve onların hikayelerini asla bilememe şansımız var. İstatistik bile olmayacaklar. Her ne kadar bazı araştırmalar ile ters de düşse, virüsün soğuk havaları sevdiğini doğrulayan araştırmalar tek umudumuz.

Bize şu an olan şey tam olarak ne? Evet, bir virüs. Kendi içinde hiçbir ahlaki yapısı da yok. Ancak bu kesinlikle bir virüsten fazlası. Bazıları bunun, Tanrının bizi hizaya getirme biçimi olduğuna inanıyor. Diğerleri ise Çin’in dünyayı ele geçirmek için düzenlediği bir komplo olduğuna.

Bu her ne ise, dünyayı şu ana kadar hiçbir şeyin yapamadığı bir şekilde dizlerinin üzerine çöktürmüş durumda. Zihinlerimiz hâlâ ileri geri çalışıyor, normalliğe dönüş istiyor, geleceğimizi geçmişimize dikmeye çalışıyor ve bu kopuşu reddediyor. Ama bu kopuş gerçek. Ve bu korkunç umutsuzluğun ortasında, bize tekrar kendimiz için yarattığımız kıyamet günü makinesini düşünme şansı veriyor. Hiçbir şey normale dönmekten daha kötü olamaz.

Tarihsel olarak, pandemiler insanları geçmişlerinden kopmaya ve nasıl bir dünya istediklerini tekrardan düşünmeye zorladı. Bu da farklı değil. Bu bir portal, bir dünya ile diğer bir dünya arasındaki geçit.

Önyargılarımızın ve nefretimizin enkazlarını, bütün cimriliklerimizi, veri tabanlarımızı ve ölü fikirlerimizi, ölü nehirlerimizi ve arkamızda beliren dumanlı gökyüzünü de peşimizden sürükleyerek bu geçide girmeyi seçebiliriz. Ya da hafif bagajlarımızla, başka bir dünyayı hayal etmeye ve onun için savaşmaya hazır olarak, onun içinde yavaş yavaş yürüyebiliriz.