Türkiye'nin AB hedefi için tarih vermesi

-
Aa
+
a
a
a

13 Ekim 2010Referans Gazetesi

Sayın Bahadır Kaleağası 2 Ekim 2010 tarihli Radikal gazetesinde Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) hedefine ilişkin sürecin yönetimini ele alan önemli bir yazı yayımladı. Yazı bir yandan bu sürecin şimdiye kadar nasıl işlediğini, Türkiye'nin bu dönemde sahip olduğu avantajları kullanma başarısını eleştirel ama yapıcı bir gözle çok güzel ortaya koyuyor. Eleştirel diyorum, çünkü yazı gelinen noktayı anlayabilmek için, konuyu "neler yapılabilirdi, neler yapıl[a]madı?" soruları etrafında ele alıyor. Öte yandan yapıcı bir yazı. Çünkü geçmişte kaçan fırsatlara bakıp hayıflanma kolaycılığından uzak duruyor ve önümüzdeki dönemde neler yapılması gerektiği konusunda somut öneriler geliştiriyor. Bu önerileri iktisadi açıdan değerlendirmeye çalışacağım.
 
Sayın Kaleağası'nın ilk bakışta okura şaşırtıcı gelecek olan önerisi ‘AB üyeliği için hedef tarihinin Türkiye tarafından belirlenmesi'dir. "Türkiye tarih belirlese ne değişecek ki" diye sorabiliriz. AB ülkelerinin, bu konu gündemlerine geldiğinde kendi tercih ve/veya çıkarlarına göre karar alacakları açık. Mevcut düzenleme içinde Türkiye'nin AB'nin alacağı kararı etkileme olasılığı ise neredeyse sıfır. Ancak, Sayın Kaleağası'nın bu önerisi zaten AB ülkelerine yönelik değil. Bu Türkiye için geliştirilmiş bir öneri. AB sürecinde yapılması gereken reformlar, dolayısıyla bu süreci ifade eden yapısal değişiklik programı belli olduğuna göre böyle bir tarih konulması, Türkiye'deki karar alıcıların karşı karşıya kaldığı belirsizliği büyük ölçüde azaltacaktır. Herkes belli bir tarihe kadar listeye alınmış yapısal reformların gerçekleştirileceğini ve Türkiye'nin öngörülen duruma geleceğini bilecektir. Tabiatıyla Türkiye bu reformların sıralanması ve zamanlanmasına ilişkin kararları da kendi başına alacaktır. Dolayısıyla bu öneri Sayın Fatih Özatay ile ortak çalışmalarımızda üzerinde durduğumuz ‘Ulusal Reform Stratejisi' kavramı bağlamında son derece anlamlıdır. Bu stratejinin en belirgin özelliği, Türkiye'nin belli bir süre sonunda AB kurallarıyla uyumlu bir yapıya kavuşmasını hedeflemesi, buna karşılık, bu süreci başarıyla tamamlamanın AB üyeliği ile ödüllendirileceğini varsaymamasıdır. Dolayısıyla bu öneri, öncelikle AB sürecinin Türkiye'yi demokratik ve gelişmiş bir ülke konumuna gelmesini sağlayabilecek, yapılabilir bir strateji olduğunu varsaymaktadır. İkinci, örtük bir varsayım da Türkiye'nin bu konuma gelmesi durumundaki kazancına oranla, AB üyesi olmasının getireceği ek yararın fazla önemli olmadığıdır. (Örneğin AB üyesi olmak belki Kanadalıların akıllarının ucundan geçmiyor, Norveçliler ise yanaşmıyor).
 
Ancak geriye önemli bir sorun kalıyor. Önümüzdeki dönemde Türkiye'nin yapması gereken yapısal reformların bugünkü nesil üzerindeki toplumsal maliyeti geçmişte yapılanlara oranla çok daha fazla olacak. Üstelik bu reformlardan daha çok yararlanması söz konusu olan ‘geleneksel' kesimin, bu dönüşümü isteseler bile gerçekleştirecek iktisadi güçleri yok. Bu durumda dönüşümün yükü ‘modern' olarak niteleyebileceğimiz kesime (yani sonuçta ulaşmak istediğimiz duruma daha yakın olan ya da kendi çabasıyla bu duruma ulaşabilecek olan şirketler, kuruluşlar vs) yüklenecek. Modern kesim, ileride bundan bir kazanç elde edecekse, bu yükü üstlenmeye razı olacaktır. Örneğin Türkiye'nin AB üyeliği böyle bir sonuç verecekse, bu kesimi ilerdeki kazançları karşılığında bugün vergilendirmek mümkündür. Ama AB üyeliği gerçekleşmeyecek ve/veya bundan sağlanacak kazanç önemsizse, yapısal reformların gerçekleşmesi ancak modern kesimden borçlanmakla mümkündür. Bunun anlamı ise yapısal reform sürecinin kamu açıklarını arttırıcı yönde etki yapmasıdır. Dolayısıyla reform sürecini sonuçlandırma iradesini oluşturma sorununu çözebilsek bile yapısal reformların yükünün nasıl karşılanacağı konusunda da bir toplumsal uzlaşı sağlamamız gerekecek. Bu iki koşulu birden sağlama olasılığımız bana çok düşük geliyor. Umarım yanılıyorum.