Geçmişten Kalan İzler

-
Aa
+
a
a
a

Hatice Beken Balcı, Ocak ayında Açık Dergi'de fotoğraf sanatçısı Tahsin Aydoğmuş ile Ayasofya ve Ayasofya fotoğrafları üzerine yaptığımız söyleşiyi dinledikten sonra bu yazısını bizimle paylaşmıştı. Gündemimizi dolduran bir yığın -çoğu da tatsız tuzsuz- meseleler yüzünden bu güzel yazıyı sizlerle paylaşmakta geciktiğimizi farkettik. Kısmet bugüneymiş:  

 

Tolkien'in dünyasında zamanın yaşlandıran etkisi Elflere pek az tesir eder. Öyle ki savaşın darbelerinin olağanüstülüğü hariç onları ölüme sürükleyen tek şey kederdir. Elflerin diyarında soluklandığınız üç güne karşın dış dünyaya geri döndüğünüzde, ayrılışınızın üzerinden aylar geçtiğini fark edersiniz; zaman askıya alınamamıştır belki ama görünmez bir el tarafından yavaşlatılmıştır sanki.

 

Bizim dünyamızda da zaman farklı hızlarda akar tabii. Küçük bir köyde başka, bir kasabada ya da küçük bir kentte başka, bir metropolde daha da başka hızda. Kısacası bulunduğumuz mekânla zaman arasındaki sıkı bağ, tıpkı yaşama bakışımızda olduğu gibi ölüme hazırlanışımızda da farklı davranışlar geliştirmemize yol açar. Örneğin yerleşim alanının epey uzağında olmadıkça, büyüklü küçüklü bütün köy ahalisinin hemen her gün bir iki saniyeliğine bile olsa gözlerinin takıldığı mezar taşları, sürekli yinelenen bir düşünce akışıyla onlara bu dünyanın faniliğini hatırlatır. Büyük sanatçı Tarkovski'ye göre ise modern insanı ölüme hazırlayan şey sanattır. Bir açıdan bakıldığında Tarkovski çarpıcı ve göz alıcı bir biçimde haklı. Çünkü bu dünyadaki kısacık ömrümüzle algıladığımız, "canlılığımızın gün gelip de bir gün silineceği" gerçeğine karşın sanat, yaratıcılarının elleriyle zamanda iz bırakmayı arzuluyor -Tam da alış-veriş merkezlerinin bizi, evimizde eski olan ne varsa kapımızın dışına süpürüp yeni ve dolayısıyla yıpranmamış olanın çekiciliğine kapılmaya davet etmekten bıkmamalarının tersine- durdurulamayan, yavaşlatılamayan zaman çubuğunda çentikler açarak bizi sarsıyor.

 

Belki de bu nedenle, 1300 yıl öncesinin dünyasından bize ulaşabilen Ayasofya'ya her baktığımızda onun inşa edildiği döneme doğru bir yolculuğa çıkmak istiyoruz. Bu yapı insanı niçin bu kadar heyecanlandırıyor?  Biz onun zamanına gidemezdik, ama o bizim zamanımızın çok ötesinden, yitip gitmiş geçmişin sisleri arasından bize ulaşıyor ve kendi dünyasını dokunuşlarımızla hissetmemizi sağlıyor. Asla olamayacağımız kadar yaşlı, kadim dünyadan kopup gelmiş ve bize bir öykü anlatıyor, her birimizin düş dünyasının sınırlarıyla çevrelenmiş bir öykü. Ama olsun. Onu seyre daldığımız sırada hepimiz birdenbire rütbelerimizden sıyrılmış eşitler oluveriyoruz, yaratıcısının da toplumun yüksek sınıfına mensup bir üyesi olup olmadığını düşünmüyoruz bile. Belki öyledir, ama belki de değildir. Çünkü sanatın daha baştan bu tür bir koşula bağlanmadığını biliyoruz.

 

Eski filmlerin yeni kopyaları yapılır, müzik eserlerinin orkestra kayıtları sürekli yenilenir, tabloların reprodüksiyonları basılır, yapılar ayakta kalmaları için onarımdan geçirilir… İyi ki de bizlere bu yolla ulaşırlar ve zaman ilerledikçe artan kederleriyle birlikte bizleri büyülemeye devam ederler. Yıpranmışlardır ve çok eskidirler; ama keşfedilmeyi hak ettiklerinden bir o kadar da yeniler. Yüzyıllar içinde, geçmişin o muhteşem yaratıcılarının zamanlarının sesini, unutulmaması gereken ama tekrarlanıp duran trajedilerin yol açtığı hayal kırıklıklarının hüznünü yanıbaşımıza taşıyarak bizi büyülemeye devam ederler.