Ekonomi Notları:Özelleştirme mi, 'özeleştirme' mi?

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Notları – 14

Ömer Madra: Tam ‘ekonomi notları günü’ sayılabilir. Hergün aslında o hale gelmeye başladı ama bugünkü gazetelerin ve televizyon ekranlarının hemen hemen tümünde büyük bir belirsizlik, güvensizlik, iç borçların çevrilebilirliği konusunda tartışmalar var, büyük ve önemli bir toplantı (“zirve”) yapılacağı belirtiliyor. Nereden girelim istersin?

Hasan Ersel: Kısaca yurtdışına bir bakalım mı?

ÖM: Tabii, mali çevreler büyük şirketlerin dolandırıcılık skandalleriyle müthiş çalkalanıyor.

HE: Değinmek istediğim konunun Türkiye açısından da önemi var, onun için…Özelleştirme diye bir olay vardı, bir ara çok gözdeydi, herşey bu yolla kurtulacaktı filan… Şimdilerde pek söz edilmiyor. Avrupa’da özelleştirme gelişmeleri ilginç.. 1998 yılında, yılda 104 milyar dolarlık bir özelleştirme yapılırken bu 2001 yılında 38 milyar dolara düşmüş. 2002’de henüz yok gibi bir şey. Acaba neden? Akla şu herşey özelleştirildiği için yapacak işin kalmadığı geliyor. Bu pek doğru değil, sırada daha epeyce özelleştirilebilecek kamu kuruluşu var. Fakat özelleştirmenin cazibesi epeyce kaybolmuşa benziyor. Özelleştirmeden beklenen toplumsal yararın sağlanması konusunda da çok ciddi kuşkular var. Avrupa’nın büyüklüğünü gözönüne alırsanız, 38 milyar dolar hiçbir şey değil. Bunun nedenlerini araştıranlar birkaç etmene dikkati çekiyorlar. Bir kere borsaların performansı çok kötü, onun için bu durumda piyasaya hisse satşı çok anlamlı gelmiyor. Yatırımcıların çok kuşkusu artmış, buraya yatırım yapmayı istemiyorlar. Bir de “gerçekten özelleştirme oluyor mu?” sorusu tartışılmalı. Bunlar özelleşiyor mu, özelleşmiyor mu? İtalya’nın eski maliye bakanı ve meşhur EMI’nin de eski başkanı Franco Reviglio demiş ki “özelleştirme, denetimi kaybetmeden para toplamanın iyi bir yoludur.”

Oysa, anımsayacağınız gibi özelleştirmeyi savunanlar “kamu kesimi bazı alanlarda başarılı olamıyor, onların özel mantıkla yürütülmesi daha iyidir. Onun için özel kesime devredilmelidirler” deniliyordu. Yani kamunun para kazanması için değil, üretimin organizasyonunun daha iyi olması için özelleştirme yapılması gerektiği üzerinde duruluyordu. Şimdi anlaşıldı ki öyle olmuyormuş, Reviglio açık açık söylüyor “biz hissleri verdik, millet de parayı verdi, biz (devlet) yine hakim olmaya devam ettik.” diyor. Bir yığın da örneği var Avrupa’da.

Özelleştirme ile ilgili ortaya çıkan bu sonuç ülkemizde de bu konuyu düşünme biçiminin değişmesine yol açacak gibi geliyor bana. Özelleştirme bir joker gibi her sorunun çözümünde yer alıyordu. “Kamu gelirleri eksik mi kaldı özelleştirme yaparız”. Verimlilik artışı mı düşük, özelleştiririz…” Yavaş yavaş hiçbir şeyi çözmediği görüldü. “Dünya konjonktürü kötü” dendi, ya da “siyasiler bizde yetki alanlarının daralmasını istemiyorlar” dendi… Bunlarda doğruluk payı var… Fakat dikkat edilmesi gereken nokta şu ki, bu siyasiler sadece bizde değil Avrupa’da da pek kontrolü kaybetmek istemiyorlar. Bence bu konu üzerinde daha düşünmek lazım. Neden?

Biraz düşünelim: Diyelim ki devletin elinde ufak bir tekstil firması var. Özelleştirlirse ne our? İyi olabilir. Devlet niye tekstil ile uğraşsın ki…Ama Telekom gibi bir firmaya geldiğinizde, toplumda herkesin kafasında sorular doğuyor. “Acaba bir özel bir tekel mi yaratıldı?” “Acaba bunu kontrol edebiliyor musunuz? Tekelci rantı almasını engelleyecek mekanizmalar etkin olarak çalışıyor mu?”

Anlaşılan bu tür sorular gelmeye başlayınca Avrupa kültürü muhtemelen “aman bunlarla uğraşacağıma ben bunu devlette tutayım veya devletin hissesini güçlü tutayım.” görüşüne eğilim göstermeye başladı. Biliyorsunuz devletin ‘altın hisse’si var, gerekirse müdahele edebilsin diye. Ama orada da bir sorun çıktı, Avrupa mahkemesi altın hissenin geniş amaçlı kullanımına ilişkin düzenlemeyi iptal etti, “altın hisse ancak olağanüstü durumlarda kullanılır” dedi. Şimdi devletler büsbütün özelleştirmeden çekinir hale geldi.

Kıssadan hisse, özelleştirme ile hala Türkiye’de yapılabilecek bir şeyler olduğuna inanıyorum, ama bunu her şeyin çaresi diye söylememek lazım. Sonuçta, kamunun iktisat politikasını yürütmek için elindeki araçlardan sadece birisidir ve bu aracın kullanıp kullanamayacağı ya da nasıl kullanılacağı biraz da ekonomik konjonktüre bağlıdır. Bence bu sene için “sorunlarımızı nasıl çözeriz?” sorusuna birisi “özelleştirme ile çözeriz” derse inanmamakta büyük yarar var.

ÖM: Müsaade edersen ben de bu konuda bir iki söz söylemek istiyorum. Bir tanesi özelleştirme, ‘özeleştirme’ye doğru gidiyor anlaşıldığı kadarı ile. Yani 1980’lerin ve özellikle de 90’ların altın sloganı, bu serbest piyasa tapınması döneminin, özelleştirmenin her şeyi çözeceği, çok ciddi bir tartışma yapmayı gerektirir bir hale geldi anladığım kadarı ile. Bu arada sana bir övgüde bulunmam lazım, Joseph Stiglitz’in bugünkü Guardian gazetesinde çıkan yazısı “corporate corruption” başlıklı ve son derece ilginç bir cümle ile aşağı yukarı senin biraz önce söylediklerinle tam bir paralellik arz ediyor. Onu hemen kısaca özetleyeyim:

“Son zamanlarda, pek çok gelişme yolundaki ülkenin kamu sektöründe bu yolsuzluktan çok bahsediliyordu, tartışılıyordu ve kamu görevlilerinin, devlet memurlarının kaçınılmaz yozlaşmasından bahsediliyordu. Özellikle de buna dayanılarak, gelişme yolundaki ülkelerde “özelleştirme yapılsın” dendi ve önemli bulunuyordu. Özelleştirmenin savunucuları, ayrıca senin biraz önce söylediğin durumu, yani özel sektörün daha sağlıklı rekabet yaratacağını söylüyorlardı. Yalnız şundan emin değilim, özel sektör savunucularının kafalarında olan şey acaba bu muydu? Bundan tam da emin değilim, çünkü Amerikan şirket kapitalizmi öyle şeyler gösterdi ki son zamanlarda, onların girdikleri yolsuzluklar akıl hafsala almaz boyutlara, ölçeklere uzandı. Bu Amerikan şirketleri, birkaç bin dolar, hadi birkaç milyon dolar çaldıkları düşünülen o küçük devlet görevlilerini, memurlarını, bürokratları utanç içinde bıraktılar. Çünkü, Enron, WorldCom ve diğer skandallerde milyarlarca dolardan bahsediliyor, bu da zaten birçok ülkenin GSMH’sinden yüksek rakamlar.” İlk paragraf böyle işte Stiglitz’in yazısında. Bunu hem kendimi ders çalıştığım için övmek hem de seni biraz önce dile getirdiğin görüşlerinin Nobel ödüllü Stiglitz’in bugünkü yazısındaki görüşlerle ne kadar paralellik taşıdığını söylemek içindi.

HE: Çok teşekkür ederim, ben de onun iyi bir öğrencisi olmaya çalışıyorum.

ÖM: Yazının geri kalan kısmına daha tam bakamadım ama son derece ilginç. Peki bir de Türkiye’deki duruma, saygınlık, belirsizlik, güvensizlik meselesine dönelim.

HE: Önce birkaç tane istatistiğe kısaca bir bakalım, enflasyon sonuçları dün yayınlandı, TÜFE %0.6 arttı, yalnız mevsimlik düzeltme yapılırsa 0.9 çıkıyor bu. Sorun değil, 0.9’da alsak bu yüksek bir enflasyon değil. TEFE %1.2 çıktı, fakat bunun nedeni bugün bazı gazetelerde yer aldığı gibi özel sektörde fiyat artışı olmaması değil…Tarımdan kaynaklanıyor tamamen. Tarımsal fiyatlar düşüyor…(Tarım fiyatlarının düşmesi de ayrı bir problemdir, bu tarımsal gelirlerin düşmesi anlamına gelir. Başka bir zaman bunu konuşuruz)

Yalnız çekirdek enflasyon %2.8 çıktı. Bu ciddi bir yükselme gösteriyor. Çekirdek enflasyonu tekrar hatırlatayım, bu ilerideki enflasyonu yaratabilecek fiyat hareketleridir. Özel sektördeki imalat sanayindeki fiyat hareketleri. İmal ettiğiniz malın fiyatı artarsa bir müddet sonra satılan malın malın fiyatı da artacak demektir. O açıdan önemli. Çekirdek enflasyonda pek mevsimlik hareket yoktur, o yüzden 2.8’i olduğu gibi alırız ama, ile de matematik olarak düzeltmeye kalkarsanız daha da yukarı çıkıyor. Ama yüzde 2.8’i almak daha uygun.

Milli gelire gelince ilk çeyrekte artmış görünüyor. Ama özel tüketim düşüyor. Bu milli gelirin yaklaşık %70’idir. Özel yatırımlar da hızla düşüyor. Yani talepte pek canlanma yok. Öte yandan kurda bir yükselme var, dolar dünyada düşüyor bizde yükseliyor. Faizler yükseliyor. Bir tedirginlik havası var. Tedirginlik havasını yaratılmasına, anladığım kadarı ile, bir yığın hurafeler de katkıda bulunmuş. Örneğin, Sayın Derviş’in “dış borç ödenemeyebilir" dediği gibi… Böyle bir durum söz konusu değil kesinlikle. Türkiye’nin dış borçlarını ödeyememesi diye bir durum yok. Sayın Derviş’in böyle bir söz söylemesi mümkün de değil. Ama, demek ki insanların siniri bozulunca buna da inanıyorlar. Sonradan kendisi de açıklama yaptı zaten.

İkinci ve daha ciddi soru, “faizler yükseldi iç borç ödenebilir mi, ödenemez mi?”. Bu konuda bir kaygı var. Çünkü hakikaten faizler çok yükseldi ve insanın kafasında bu sorunun doğması normal. Biz Yapı Kredi Bankası Araştırma Bölümünde, elimizdeki bilgilerle kaba hesaplar yapmağa çalışıyoruz… Şu anda evet, faizlerin yükselmesinden gelen bir ek yük var, bunun bütçe açığını olumsuz etkilemesi olasılığı var. Ama kamunun iç borcunun milli gelire oranı hala düşmeye devam ediyor. Tekrarlıyorum bu noktada iç borcun çevrilememesi söz konusu değil.

Ama, olay zıvanadan çıkar, faizler böyle yükselmeye devam ederse, bu gerçek bir sorun haline gelebilir. İşte bu noktada insanların kafasında, haklı olarak, bir dizi soru doğuyor. “Acaba bir önlem alınacak mı, işler yoluna girecek, bir şeyler yapılacak mı, yoksa yapılmayacak mı, kim yapacak?”

Bu soruların yanıtını iki düzlemde arayabiliriz. Bunlardan ilki teknik olarak yapılacak bir şeyler var mı? biçiminde. Hazine şunu yapsın, bunu yapsın, Merkez Bankası öyle yapsın, böyle yapsın gibi. Burada tabii ki bazı ufak tefek şeyler yapılabilir ama, gidişatı değiştirebilecek bir şey yapılabileceği kanısında değilim ben.

Ama, siyasal düzlemde hükümetin neler yapması gerektiğine gelince durum değişiyor. Hükümetin karar alma mekanizmasının işler durumda olduğunun gösterilmesi gerekli. İktisadi olaylardaki değişmelere karşı zamanında ve doğru yönde tepki verebildiğinin kanıtlanması gerekiyor. Oysa galiba en büyük soru işareti de bu konuda… Bugünkü toplantıdan ne çıkacağı onun için çok önemli. Anladığım kadarı ile yarın Sayın Derviş ve ekonomiyi yürütmekten sorumlu üst düzey bürokratlar, bankalarla görüşmeye gelecekler. Herhalde bu alınan kararları anlatmak için veya buradan fikir almak için…Kesin bilemiyorum niçin geleceklerini. Anlaşılıyor ki, olağanüstü çaba gerektiren bir ortama girdik.

ÖM: Bu da bizi ta başta, belki aylar, belki yıllar önce konuştuğumuz, senin ısrarla vurguladığın meseleye geri getiriyor: Saygınlık, inandırıcılık, kredibilite meselesine. Çünkü gerek TOBB’un gerekse diğer sivil toplum kuruluşlarının, Emek Platformu’nun, TÜSİAD’ın, TESK’in ve başka sivil toplum kuruluşlarının da, bu siyasi belirsizliği tehlike olarak görmesi, nitelemesi, o kadar basite alınacak bir şey değil gibi görünüyor.

HE: Çözümü açısından bir zor noktayı da söyleyeyim, şu anda Sayın Derviş’in saygınlığı olayı kurtarmağa yetmiyor. Bunu, Sayın Derviş’in saygınlığı düştü anlamında söylemiyorum . Sorun bir kişinin altından kalkabileceği boyutu aşmış durumda. Hükümetin tümüyle hareket edebilmesi, parlamentonun desteğini alarak hareket ettiğinin gösterilmesi lazım. Aksi halde hep bir sorun çıkacaktır, “koalisyon değişirse, Kemal Derviş Bey ayrılırsa, ya şöyle olursa, ya böyle olursa” diye her defasında bir sorun çıkacaktır. Onun için bu belirsizliği giderebilmek, güvenin yeniden oluşturulabilmesi bir kollektif eylem gerektiriyor artık. Artık bir kişinin yapabileceği bir şey olmayı geçti. Bu da önemli bir nokta.

ÖM: Bir de siyasi bakımdan “istiyorlarsa, gerekli meclis çoğunluğunu bulsunlar, düşürsünler” şeklindeki bir yaklaşımın, bu meseleleri çözücü nitelikte bir yaklaşım olduğu da pek söylenemez değil mi? Çok eski bir söylem, bir klişe bu.

HE: Evet mesele bu değil, mesele bu güvensizlik devam ettiği müddetçe bir risk primi doğacak, o risk primi faizlerin üzerine bindiği müddetçe Türkiye iç borcunu çeviremez duruma doğru sürüklenecek. Tabii ki bu faizlerin yükselmesi, özel sektördeki firmaları mutlu etmiyor, onları da mahvediyor…Bir de bu sorun var…Bu firmalar nasıl toparlanacak? Onlar toparlanamazsa, banka sistemi açtığı kredileri geri almakla ne kadar başarılı olabilecek? Görüldüğü gibi sorun sadece kamu kesimini ile sınırlanmış değil.

Bir firma bu durumda ne yapabilir. Olsa olsa borç almaz, borçlarını tasfiye eder, üretimini kısar. Bu ne demek? İşsizlik demek... “Meclis içi dengelerle şöyle olur, böyle olur” diye vakit geçirecek bir ortam yok.

ÖM: Bu noktada belki şunu da ilave etmek mümkün; o çok klişe haline gelmiş formül “bulun 226’yı ve düşürün” sloganı bir güvensizlik oylamasını akla getiriyor, ya da mantıksal sonucu bu. Ama burada sözü edilen güvensizlik, senin baştan beri söylediğin bu saygınlığın temelinde yatan, kredibilitenin temelinde yatan güvensizlikle aynı şey değil. Bu ayırımı yapmak gerekir değil mi?

HE: Kesinlikle, çok haklısın.

ÖM: Allah encamımızı hayreylesin diyelim.

(4 Temmuz 2002 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)