Eko Notları: 2002, sisteme güvenin sarsıldığı yıl

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Notları – 33

Ömer Madra: Biraz karanlık bulutlar ve dumanlar arasından “günaydın” demek zorunda kalıyoruz, çok kritik günler oldu, artık bütün basında hem uluslararası hem de Türk medyasında da verilen haberler arasında savaşın çok yaklaştığından bahsediliyor.

Hasan Ersel: Ama ekonomi önemlidir!

ÖM: Evet, önemlidir tabii. Savaşın “gerçek senaryoları” adı altında yazılar yazılırken birinci Körfez savaşında 1 milyon Iraklı’nın öldüğü söyleniyordu, bu doğru değil, değil mi?

HE: Ben öyle bir rakama hiç rastlamadım, 200-300 bin kişi arasında değişen rakamlar gördüm ama 1 milyon kişinin öldüğü biçiminde bir bilgiye rastlamadım.

ÖM: Bu fiili savaşta zaten böyle bir şey yok; ama belki BM ambargosu ve savaş sonrası etkilerle ölenleri sayıyorlarsa o ayrı.

HE: Onu bilmiyorum… Savaşın kötülüğü kimin ve kaç kişinin öldüğü ile ölçülemez ama, Birinci Körfez savaşında ABD ve müttefikleri tarafından kullanılan silahlar II. Dünya Savaşı'ndakinden çok farklı idi. Tamamen değişik bir bombalama tekniği ile sivillere verilebilecek zararlar en aza indirilmeye çalışıldı. Tabii sivillere zarar verildi; ama amaç bu değildi. O yüzden kitlesel, 1 milyon kişinin ölebilmesine yol açabilecek, bir saldırı yapıldığı söylenemez. Ama savaş sonrası ambargo ve benzer nedenlerle ortaya çıkan çocuk ölümleri, hastalıklar hesaba katılıyorsa, onu bilemiyorum…Olabilir.

İhalenin amacı rekabetçi ortam yaratmak

ÖM: Onların da mutlaka hesaplanması gerek ama ayrı düşünülmeli elbette. Uzmanlık alanımızı iyice savaşa doğru kaydırmıştık, tekrar ekonomiye geçelim istersen. Önce Türkiye’nin epey tartışma konusu olan AKP hükümetinin de eleştirilmesine yol açan bu ihale yasası ne zaman oluyor? Oluyor mu olmuyor mu? Bu konuda bize biraz bilgi verir misin?

HE: Çok yeni bir gelişmeden söz ediyor olacağız. Bu yasadaki değişiklik önerisi dün gece Meclise gönderildi. Bu yasa, aşağı yukarı bir yıl önce, 4 Ocak 2002’de kabul edilmişti. Şimdi bir değişiklik önerisi ile geliyor. Bu önerinin benim anladığım kadarı ile iki önemli noktası var, bir tanesi “3. dereceye kadar olan akrabalar” lafını “2. dereceye kadar olan akrabalar” şeklinde değiştiriyor. Bunun teknik anlamını bilemiyorum, belki 3. derece deyince kimse ihaleye giremiyordur… İkincisi ise kamu kuruluşlarının kendi üretimleri için yaptıkları alımlarında bu yasa uygulanmayacak. Bu biraz karışık geldi bana. Çünkü önemli bir ihale kategorisinden söz ediyoruz. Bir çok kamu kuruluşu (KİT’ler) üretimleri için, tabii bir de yatırımları için, alım yaparlar. Şimdi bu konular ihale yasasının dışına çıkarılmış oluyor.

Şimdi bu yasanın “içinde olmak”, “dışında olmak” ve “ihale”nin üzerinde biraz duralım. Kalanı çok teknik olaylar, birçoğunu da ben anlayamıyorum zaten. Herşeyden önce ihale nedir? İhale, alıcıları ve satıcıları buluşturan piyasanın bir tipidir. Bundan 4 bin küsur yıl evvel Babil’de bulunmuştur.

ÖM: Eyvah! Gene Irak...

HE: Hep orada oluyor... İhale yönteminin bulunma nedenini de söyleyeyim mi? O zaman çok popüler olan bir konunun çözümü için: kadın satışı. Ama, çok önemli bir özelliği var, evlenmek amacı ile kadın arayanlar için… Amaç çok önemli. Çünü bu tür ihalelerde “özel değer”ler sözkonusu. O hanımefendi, ihaleye giren bey için “özel bi değer” taşıyor, onunla yaşamını birleştirmek istiyor. Armut ya da devlet tahvili ihalesinden farklı bir olay bu. İkinci tür ihalelerde hangi aynı tipten olmak kaydıyla hangi armut çuvalını ya da kaç numaralı devlet tahvilini aldığınız önemli değil. Ama bu ihalede ya da bir sanat yapıtının (söz gelimi bir Van Gogh tablosunun) satıldığı ihalede durum değişik. Tabii bu fark, sonucu da etkiliyor. Bu nedenle de piyasaların niteliğine göre ihale modelleri değişiyor. Ama temel amaç aynı: rekabetçi ortamı yaratmak. Özetle matematiksel iktisadın en karmaşık uğraşı alanlarından birisinden söz ediyoruz.

ÖM: İhalenin anlamı bu zaten.

HE: Şimdi bir ihalede “katılanların adı Hasan olacak, orta boylu olacak, esmer olacak, Mülkiye’yi bitirmiş olacak” derseniz tarif ettiğiniz ben olurum, başka kimse de giremez ihaleye. Dolayısı ile koyacağınız kısıtlar ihalenin rekabetçi olmaktan uzaklaşmasına sebep olur. Yalnız “hiç kısıt koymadan ihale yapılsın” demekle de bu iş çözülmez. Van Gogh’un bir tablosu satıldığı bir iheleye benim de katılmamın kuru kalabalık yapmaktan başka bir anlamı olamaz. Çünkü o tabloyu alabilecek param yok. Yani bir ihalenin etkin bir biçimde yapılabilmesi için anlamlı kısıtlar konulabilir, konulmalıdır da.

İkinci sorun devlet ihalelerinin niteliğinden kaynaklanıyor. Bunlar, genelde–mutlaka öyle olması gerekmiyor ama- büyük boyutlu ihalelerdeir. Bu ihalelere girebilecek olanları, o ülkede yaşayanlar, o ülkenin kuruluşları ile sınırladığınız zaman bazen fiilen rekabetçi ortamı da yaratamayabilirsiniz. Çünkü o işi yapabilecek bir iki firma olabilir. Onun için bu tür ihalelerin uluslararası rekabete açılması öneriliyor. Böyle olunca, kazanan firma (yerleşik olsun ya da olmasın) ihaleyi rekabetçi fiyatla almış olacaktır.

Bu konuda mevzuatımıza yansıyan düzenleme IMF’nin filan değildir, Birleşmiş Milletler’indir.

28 Ocak 2002 tarihli IMF'ye verilen niyet mektubunun 40. maddesinde ihale yasasının temel amacının kamu projelerinde maliyeti düşürmek, harcamalarda tasarruf yapmak olduğu vurgulanıyor.

Burada önemli bir nokta hangi ihalalerin uluslararası rekabete açılacağı. Bunun duyarlılık yaratabilecek bir konu olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü bir yandan rekabetçi ortam yaratılırken öte yandan da ‘başkalarına para veriyoruz’ diye düşünülmesine de yol açabilecek bir düzenleme getirilmiş oluyor. Bu nedenle, her ihalenin değil de belli ölçeğin ötesindeki ihalelerin uluslararası rekabete açılması öngörülüyor. Türkiye'deki ihale yasası bazı sınırlar belirliyor, ondan sonra diyor ki “Türkiye AB’nin tam üyesi olduğunda, AB’nin kuralları ne ise o olur.” Yasanın bu rakamları biraz yüksek tuttuğu söylenebilir.

Şerif Erol: Bir dinleyicimizin uyarısını aktarayım; sayın dinleyicimiz "Bu madde de arada değişti, AB kurallarına uyulacağı maddesi değişti" demiş. Bunu atladığım için özür dilerim. Önemli bir nokta ama sonuç değişmiyor. "Avrupa'ya tam üye olmak" zaten AB kurallarına geçmeyi 15-20 yıl ileriye atıyor. AB'ye tam üye olunca da yasalarda ayrı bir maddeye gerek yok. Kuralları kabul etmek zorunluğu var. Çünkü uluslararası anlaşmaların, yasalara üstünlüğü var.

ÖM: Hangi rakamların?

HE: İhalelerin yurt dışı rekabete açılması için gereken en az büyüklüğü belirleyen eşik noktasına karşılık gelen rakamlar var, onun altında olunca ‘yabancılar girmesin’ diyebiliyorsunuz. Benim hatırladığım eleştiri buydu. “Bunları öyle düşük koymuşsunuz ki, fiilen dışarıya açmamışsınız” gibi bir eleştiri vardı.

ÖM: Bu eski hükümete yöneltilmiş bir eleştiri mi?

HE: O zamanki yasada olan bir düzenleme. Anladığım kadarıyla bu konuda bir değişiklik yok. Tekrar akrabalık sorununa döneyim. 3. dereceden 2. dereceye indirilmiş. Bu ise küçük bir yöredeki ihalaler açısından önemli olabilir. Sadece yerel kişi ya da kuruluşların katılabileceği kadar küçük bir ihalede belki 3. derece akrabalık koşulu çok fazla sınırlayıcı olabilir. Bilemiyorum, pratik bir sorun… 3. derece akrabanızla olan yakınlığınız komşunuzla olandan çok daha az olabilir. Bana “kendi üretimi için mal alımlarında da bu ihale kanununa tabi olmayabilecekleri” biçimindeki düzenleme daha önemli görünüyor.

Şeffaflık - Herkes kolayca erişebilmeli

ÖM: Çok anladığım bir konu olmamakla beraber, daha genel bir sorundan bahsetmek istiyorum: ihale kanununun bu şekilde yapılması şeffaflık ve demokratikleşme açısından da önem taşıdığı, yani herşeyin şeffaf bir şekilde kamuoyunun gözü önünde geçmesi açısından önemli. Bu konuda eleştirilebilecek bir yön var mı?

HE: Bence var. Gelişmiş ülke örneği vermeyeceğim, Latin Amerika’dan bir örnek vereceğim; Latin Amerika’daki bütün kamu ihaleleri –herhalde yine büyükçe olanlarıdır- için bir web sitesi var. Oradan Latin Amerika’nın tümünü bulabiliyorsunuz. Brezilya’da şu var, Arjantin’de bu var gibi hepsi orada mevcut. Bunların bilinmesi çok önemli. Şimdi bu kanunda düzenlemeler var “şurada yayınlanır, burada şöyle olur vs.” ama bunun herkesin çok kolay erişebileceği şekilde olması lazım. Bu ihalenin neyin nesidir, sadece ihaleye girenlerin değil benim de haberim olması lazım. Bu çok önemli bir nokta. Eğer benim oturduğum evin üzerinden geçen bir köprü yapılacaksa “yahu ne oluyor, şunu bir öğreneyim” derim. İhale açılıp köprü yapılırken mahkemeye gitmenin alemi yok değil mi? Bu tür ihalelerde bilgilendirme olayı, sadece ihaleye talip olacaklara yönelik olmamalı. “Şu gazetede yayınlanır, filan yerde yayınlanır” değil, kamuoyunda bunu merak eden herkes (demokratik kitle örgütleri, kişiler ) kolaylık ulaşabilmeli ve ne olduğunu da öğrenebilmeli. Ayrıca ihaleye ilişkin açıklama benim anlayacağım dilde olmalı. Ne olduğunu anlayabileyim. Sonra şartnamesi, teknik ayrıntıları tabii usulüne göre yazılır. Onlar zaten bu işleri bilenleri ilgilendirir. Bu nokta yaşamsal önem taşıyor. İşin demokratik uygulama açısından en önemli noktası bilgilendirmenin herkese, zamanında yapılmasıdır.

ÖM: Bu kadar hayati bir mesele, çok iyi oldu söylediğin, yeni hükümet bu konuda bir adım atıyor mu atmıyor mu? İhale kanununun uygulanmasında en temel meselenin herşeyin kamuoyu önünde daha şeffaf bir şekilde tartışılacak hale getirilmesi konusunda döndüğü anlaşılıyor, buna savaş da dahil.

HE: Somut bilmiyorum ama hükümet programının temel noktası, her alanda saydamlıktı, öyle olması lazım.

ÖM: Ben de ona dayanarak sordum. Yeni uygulamanın da aynen böyle olması gerekir.

HE: Dikkat çekmek istediğim nokta, bunda demokrasi açısından bir zorunluluk var, ayrıca böyle yapılmasının bir olumsuz yönü ya da maliyeti de yok. Bunu ilan etmenin, bir web sitesine koymanın, vs. müthiş bir maliyeti yok. Her vatandaş oraya girer, bakar, “Burada şöyle bir ihale varmış, benim çiftliğimin biraz ötesinden bir yol geçecekmiş” der. Örneğin bu durumda kişi o bölgede arazi rantlarının ne yöne gidebileceğini kestirme olanağına kavuşur, belki arazisini ucuza kaptırmaz. Başka bir örnek, bir yerden yol geçecekse, gürültü artacak demektir. Bu durumda o bölgede belki ev almaya kalktığınızda evin "ihaleye çıkacak olan yola" uzaklığına bakarsınız. İnşallah bu olur.

ÖM: Hükümetin karşı karşıya bulunduğu zorluklardan en önemlilerinden birinin bu olduğu da söylenebilir belki. Bu konuda bir taahhüdü vardı ve diğerlerinin yanı sıra bu da önemli bir test.

Belediyeler bütçelerinden sorumlu olmalı

ŞE: Bir başka dinleyicimiz şöyle bir not aktarmış bize: “Belediye iktisadi teşekkülleri de bu yasanın kapsamındaydı, bunların üretimleri için yapacakları alımları yasa dışında bırakmak önemli bir nokta. Belediye iktisadi teşekkülleri bu yasanın kapsamından çıktı artık” diyor. Ne anlamda önemli bu?

HE: Çok. İstanbul Büyükşehir’i düşünelim.Hizmet sunmak için açabileği ihalelerin büyüklüğünü düşünelim. Bunu ihale yasası kapsamından çıkardığınız zaman, zaten Türkiye’deki büyük projelerden çok önemli bir kısmını dışarıda bırakmış oluyorsunuz. Bu da saydamlığın yitirilmesine yol açabilir.

Yalnız, İstanbul Belediyesi'nin özel bir gayret göstererek bunu saydam yapmasını, uluslararası rekabete açmasını engelleyen bir şey yok. Saydam olmak için mutkala bu yasaya tabi olmak gerekmiyor. Ama belediye bu yola gitmezse onun da bir yaptırımı yok. Bu nedenle önemli. Bence, belediyelerin, mali bakımdan özerkleştirilmesi, kendi yaptıklarından, kendi bütçelerinden sorumlu olması gerekir. Sorumluluk, bütçe kısıtının sağlam olması ile sağlanır, o bütçe kısıt delinememelidir. Birileri de belediyelere harcamaların hesabını sorabilmelidir. Hesabı sorabilmek için de belediyenin harcamalarını nasıl yaptığı, nerelere yaptığı, ne hizmeti götürdüğünün bilinmesi lazım.

ÖM: Aynı noktaya dönüyoruz gene: şeffaflık, hesap sorulabilirlik.

HE: Evet temel nokta.

2002'de "sistemin" sorunlu olduğu ortaya çıktı

ÖM: Tabir caizse "Bilgisayara ne var ne yok?" der gibi bir soru sormak istiyorum: Çeşitli programlarda "2003 yılı nasıl geçti?" diye ufak değerlendirmeler yapıyoruz, sporda, müzikte, vs. dünya ekonomisinin 2002’yi nasıl geçirdiğini bir iki cümlede söylemeni rica edeceğiz desem çok çılgınca bir soru olur mu?

HE: Çok çılgınca bir soru olmaz ama, yanıt tam olmayabilir. İhmal edilen, unutulan epeyce önemli gelişme olabilir. O nedenle, affa sığınarak, bir iki şey söyleyeyim: ‘Anılarda neler kaldı?’ der gibi.

ABD’den başlayayım, anılarda Enron gibi, normal olamayan, skandal biçimindeki iflaslar kaldı. Skandal diyorum çünkü sistemin işleyişinin biçimine ilişkin ciddi sorunlar olduğu ortaya çıktı. Uzunca zamandır alınan önlemler sonunda, Enron'da görülen türde ve boyutta yolsuzlukların olamayacağına herkes inandırılmıştı. Ama böyle olmadığı ortaya çıktı ve bu da kamuoyunu çok rahatsız etti. “Sistemi kötüye kullananlara izin verilemez” denmişti. Bunun için de hakikaten –haksızlık da etmemek lazım- çok tedbir alındı, bankalarla ilgili olanlar, menkul kıymet piyasalarıyla ilgili olanlar, vs. Fakat böyle enerji şirketi diye ortaya çıkıp da finansla uğraşan birisinin, sistemi açık noktalarından yararlanarak kötüye kullanabildiği görüldü. Enron olayı, paralarını, işlerini kaybedenlerin acılarının yanı sıra sisteme olan güveni sarstığı için önemli. İşin daha vahim tarafı, Enron'un tek olmadığı da görüldü. Bu bence 2002 yılının Amerika’da (ve dünyada) en çok yankı yapan olaydı. Çünkü herkesi yeniden düşünmeye itti. Yani “Acaba bizim sistemimiz de böyle olaylara ya da daha beterine yol açabilir mi?" Bence çok önemli.

ÖM: Enron’un dışında tabii çok güvenirliği ile nam salmış Arthur Andersen’ın ve WorldCom’un, son olarak da büyük bir sigorta şirketinin -Conseco'nun- üçüncü büyük iflası ile beraber...

HE: Burada Andersen olayı çok önemli, çünkü sonuçta bu tür olayların engellenmesi için oluşturulan tür kurumlardan (denetleyici) birisiydi Andersen. Bu kurumun Enron'da olup bitenleri fark etmesi gerekiyordu. Fark etmediğini, fark etmemesinin nedeninin de sistemik bir problem olduğunu –yani hata değil- görmek herkesi çok sarstı.

ABD'de 2002'nin ikinci ilginç olayı büyümenin niteliği. ABD'de büyüme fena değil; aslında beklenen üstünde oldu. Ama bu büyüme şirket kârlarını artırıcı bir etki yaratmadı. Şirketlerin hisse senetlerinin değerleri yükselmedi, hatta düştü. Ortada çelişkili gibi görünen bir durum var. Yani büyüme oluyor, ama şirketlerin durumu düzelmiyor, bu da borsayı olumsuz yönde etkiliyor. Galiba dün, buna çare arayışları içinde bir yeni girişimden söz ediliyordu. Hisse senetleri üzerinden ödenen vergilerde düzeltme yapmak suretiyle hisse senedi talebini arttırmaya çalışıyorlar.

İşin biraz daha temeline bakarsak, ABD'deki büyüme tatmin edici olmaktan hep uzak kaldı. Her an iş tersine gidebilir havası hakim oldu. Bu da Amerikan Merkez Bankası’nı, büyümeye destek olacak biçimde, faizleri düşürmeye yöneltti. Buna rağmen hava pek değişmedi, halen de Amerikan ekonomisi her an büyümenin tökezleyebileceği izlenimini veriyor. Gelecek yıla ise biraz daha olumlu bakıyorlar.

Avrupa’yı, AB olarak sınırlarsak, temel derdi tarihinin en büyük genişlemesini yapıp, bunun mali portresinin altından nasıl kalkacağı idi. Bu işi yaptığı sırada Avrupa pek de sağlam bir büyüme yolunda gözükmüyordu, özellikle Avrupa’nın motoru gibi olan Almanya’da işler –ekonominin işleyişi- pek iyi gitmiyor. Avrupa’nın en büyük sorunu da buydu.

Örnek ülkeler çöktü

Latin Amerika zaten problem yatağı oldu. Arjantin başlıbaşına korkutucu bir ülke halini aldı. Orada yaşayanlar için kâbus. Ama dışarısı içinde farklı değil. Arjantin'de olup bitenler dünyanın kalanını da etkileyebileceği -veya da etkilediği- için herkesin gözü bu ülke üzerinde. Sonuçta bu işleri çok iyi yapıyor, kendini yeni koşullara çok iyi adapte ediyor, diye bir süre övülen bu ülke, tarihinin belki en sıkıntılı durumuna düştü.

ÖM: Burada burada haddim olmayarak bir anolojide bulunabilir miyim? ABD için Enron’la başlayan bu büyük şirket skandallarının, iflasları, sistemik bir problemi ortaya çıkarttığını gösterdiği gibi model ülke, örnek ülke olan Arjantin’in çöküşünün de uluslararası ekonomi sistemi ile ilgili bazı soru işaretlerini getirdiğini söyleyebilir miyiz?

HE: Tabii. Çünkü hemen bir sonraki komşusuna geçelim, Brezilya bence daha da başarılı işler yapmasına rağmen –benim Brezilya’ya sapmam vardır, Brezilya’ya hep sempati duymuşumdur- hep kenarlarda dolaştı; ha gitti ha gidiyor… Mali piyasalarda tepkiler oluştu…

Brezilya seçimleri ilginç bir konuyu güneme getirdi. Bu konu sadece Brezilya için değil, bizim için de hatta gelişmiş ülkeler için de geçerliği olan bir durum. O da bazı oyların ağırlıklı olması… Brezilya bağlamında ‘piyasanın istemediği başkan adayı’ lafı çıktı. Bu ne demek? Adam da seçimi kazandı... Yani halk istiyor, piyasa istemiyor! Demek ki “bu piyasa halk dışından birilerinden oluşuyor” gibi sonuç çıkıyor.

ÖM: Evet çok önemli tabii.

HE: Tabii demokratik bir ülkede, piyasa mekanizması çalışırken, iktidara gelen hükümetin bunun işleyişini alt üst etme özgürlüğü vardır demek istemiyorum. Ama piyasanın, siyasal mekanizmaya oranla, çok daha hızlı hareket etmesi nedeniyle, sahip olduğu söz hakkı gücünün de üzerinde durmak gerekir. Demokrasilerin işleyiş biçimi oylamaya dayanıyor. Ya halk oy veriyor ya da parlamento bir şeyi oyluyor. Bu vakit alan, belli aralıklara çalışan bir süreç. Oysa piyasa çok hızlı çalışıyor, anında tepki gösteriyor. Tepki süresi dakika hatta saniye ile ölçülebiliyor. Bu durumda “piyasa bu tepkiyi göstermesin, ne karışıyor?” denemez. Çünkü piyasa öyle çalışır, mantığı odur. Bu tepki sağlıklı mı değil mi? Piyasaya çok güveniyorsanız, piyasa ne diyorsa o doğrudur diyorsanız sorun yok. Ama piyasa heyecanlanıp da yanlış sonuçlara varıyorsa bir sorun var demektir. Bir siyasi lider, “Sosyal refahı tabana yayacağım” dediği zaman “A, mahvedecek ortalığı” diye işin aslını pek de anlamadan bir tepki gösteriyorsa sonuç olumsuz olur. Buna karşılık, “Bütçe kısıtını boşveriyor, har vurup harman savuruyor” sonucuna haklı olarak varıp tepki gösteriyorsa, bu durumda piyasa toplumsal açıdan yararlı bir işlev üstlenmiş oluyor, çünkü toplumu uyarıyor.

Piyasanın nasıl çalıştığını, hangi ölçülere daha çok değer verdiğini de o kadar bilmiyoruz. Brezilya örneğinde olumlu oldu gibi. Piyasalar bir tedirginlik gösterdi, bundan tabii ki aday etkilendi, tavrını daha açıklığa kavuşturdu, kaygıların bir kısmını giderdi. Ondan sonra da iktidara geldi, piyasa da sakinleşti.

Bu süreci galiba daha sistematik bir şekilde incelemek lazım. Piyasa nasıl tepki gösterdi, bu siyasileri nasıl etkiledi, sonuç ülkenin lehine mi oldu, aleyhine mi oldu? Bana olumlu gibi görünüyor ama piyasanın oyu olması olgusu biraz daha yakından incelenmeye muhtaç…

ÖM: Genel seçmen kitlesinin dışında başka bir piyasa gibi oy veren kitle.

HE: Tabii oy veriyor piyasa ve bu iyi bir şey de olabilir, kötü de…Kötüdür demiyorum ama buna dikkat etmek lazım. Şu anda içinde bulunduğumuz dünyadaki demokrasilerde böyle bir piyasa oyu var, sadece Brezilya ya da sadece Türkiye meselesi değil, bu Amerika’da da var, hepsinde var. Piyasa rekabetçi ise bu tepki kamu oyununkine epeyce yakın sayıbilir. Ama mali piyasalar 3-5 firmanın elinde ise sonuç epeyce farklı olur. Özetle Latin Amerika’nın bana anımsattığı bu. Bir de tabii Venezuela var, onun ne olduğunu hala anlamak mümkün olmadığı için...

ÖM: Belki Venezuela’da da sorun aynı; piyasayı biraz da büyük şirketlerin yönetimi şeklinde alırsak, orada da bu genel grev denilen şeyin aslında işverenlerin düzenlediği bir şey mi yoksa başka bir şey mi olduğu konusunu tam anlamak mümkün değil. Senin de dediğin gibi karışık bir durum.

Asya'da neler oldu?

HE: Biraz polisiye bir olaya benziyor. Asya’ya geçelim. Asya’da, bir kere, çok artık alıştığımız bir değişmez var: Japonya duruyor. Hep duruyor, bir türlü hareket etmiyor, bankacılık krizinden sonra yeniden yapılandırma yapacağını söylüyor ve galiba yapamıyor. Sonuçta, dünyanın ikinci en büyük ekonomisi o bölgede bile kendisinden beklenen liderlik görevini yürütemiyor. Bu ilginç bir şey. Amerika liderlik yapıyor, hatta Avrupa’yı etkiliyor, Japonya’nın ise çok daha pasif bir konumu var ve kendini de bir türlü toparlayamıyor. Bütün bir yılı böyle geçirdik, Japonya’da büyümeye ilişkin cılız da olsa bazı olumlu sinyaller geldi. Ama o kadarla kaldı.

Bunun dışında, Doğu Asya’nın gelişmekte olan ekonomilerine baktığımız zaman bunlar dünya ölçüsünde çok başarılı görünüyorlar genelde. Büyümeleri hızlandı, krizden sonra kendilerini toparladılar, bu Kore için de geçerli, Çin öyle hızlı büyüyor, Malezya da büyüyor. Tabii Endonezya gibi yerlerde sorunlar var. Ama genelde, Güneydoğu Asya’nın o eski hızlı büyüyen ülkeleri tekrardan eski günleri anımsatan bir büyüme gösteriyorlar. Tabii Çin olayı bambaşka. Çin’de şu anda merkezi otoritenin bir çok olayı kontrol etmesi, piyasaya bırakmaması ile yürüyen bir büyüme var. Şunu kast ediyorum: tahminlere göre Çin bankacılık sistemi batık durumda. Yani arkasında devlet olmazsa bu sistem olduğu gibi devrilecek. Şimdilik ayakta duruyor ama köklü bir yeniden yapılandırma olmazsa ne kadar ayakta kalabileceği belli değil. Çin’in böyle sorunları var ama belli bir büyüme performansı da gösteriyor.

En sona Afrika’yı sakladım, söyleyecek çok az şeyim var. Üstelik onları da söylemek içimden gelmiyor. Durum, Tunus, Fas gibi bazı ülkeler dışarıda bırakılırsa, genelde çok kötü. Bir kısım ülkeler AIDS, savaş, vs.’den doğan bir kabus dünyası içine yuvarlanmışlar. Bu sorunlardan kendini korumuş olan Mısır gibi olan ülkelerde de pek ekonomi iyi gitmedi.

Ortadoğu'da yıl tam bir karışıklık halinde geçti, çünkü yılın ilk 3-4 ayında pek bir ses çıkmadıktan sonra aşağı yukarı Nisan-Mayıs aylarında Irak meselesi gündeme gelmeği başladı. O zamandan bu yana Ortadoğu bir ‘savaş ön hazırlığı yapılan yer’ halini aldı. O yüzden buradaki durum, askeri bir durum, ekonomik değil. Buradaki ülkelerin performansı büyük ölçüde petrole bağlı, fazla da söylenebilecek bir şey yok, çok büyük bir değişiklik olmadı.

ÖM: Büyük bir değişiklik olabilir.

HE: O da 2003’de olabilir, ne diyelim "hayırlı olsun" mu diyelim?

ÖM: Allah, encamımızı hayreylesin!

(26 Aralık 2002'de Açık Radyo'da yayınlanmıştır.)