Cuma Adlı Adamlar: Slavoj Zizek'le Söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

 İlksen Mavituna, Slavoj Zizek, Halil Turhanlı

Halil Turhanlı Cuma Adlı Adamlar için Slavoj Zizek'le bir söyleşi yaptı. Zizek’in Encore Yayınları tarafından yayımlanan Hiçten Az: Hegel ve Diyalektik Materyalizmin Gölgesi başlıklı kitabından yola çıkarak ilerleyen bu uzun söyleşinin ilk bölümünde Hegel'in radikal siyaset için neden bugün de önemli olduğunu, Adorno''nun " negatif diyalektik"i ile kendi Lacan ışığında Hegel okumaları arasındaki farkı, Hegel dışındaki Alman idealist düşüncesini neden önemsediğini konuştular.

İndirmek için: mp3, 53.5 Mb.

21 Ağustos 2105 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.

İkinci bölüm, Hegel’in düşüncesinden çıkarak IŞİD ve küresel ısınma gibi konulara da değinen bir  sohbet oldu.

İndirmek için: mp3, 37.5 Mb.

28 Ağustos 2015 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.

Cuma Adlı Adamlar’ın podcast servisine ulaşmak için tıklayın.

***

Öncelikle bu söyleşiyi yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Son kitabınızı konuşacağız…

Kalın bir kitap, değil mi? Başlığını bu yüzden özellikle seviyorum. Hiçten Az. Ağırlık olarak hiç de öyle “hiçten az” değil. 

İlk soru Hegel hakkında olacak.

Mükemmel.

Hegel karşıtı iki akım vardı geçen yüzyılın ikinci yarısında. İlki Karl Popper’in temsil ettiği anti-ütopyacılık. Soğuk savaş liberalizmi. İkinci akım da 1968 sonrası Fransız düşüncesiyle temsil edilmekteydi.

Deleuze ve diğerleri.

Evet, Deleuze ve post-yapısalcılık adı altında anılan diğer düşünürler. Sizin Hegel okumanızın özellikle bu ikinci akıma bir meydan okuma olduğunu söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle söyleyebiliriz ama biraz daha karışık. Söylediğiniz doğru, bu tartışma hattını başka kitaplarımda da geliştirmiştim. Öncelikle, bence Hegel en büyük üç Batı filozofunun sonuncusuydu. Bunlar öyle düşünürler ki ardından gelenler onları reddetmekteler. Mesela Platon; Michel Foucault bir yerde Batı düşüncesi tarihinin Platon’a yönelik eleştirilerin tarihi olduğunu söyler. Bunun, politikada sağdan sola bugün bile ne kadar geçerli olduğunu görmek çok ilgi çekici. Hayattan yana felsefeciler, Platon’un çok soyut ve çok entelektüel olduğunu söylerler; mesela Marx Platon’un kendi sınıfının, yani yönetici sınıfın filozofu olduğunu iddia eder. Herkes Platon’u reddeder. Sonra Descartes gelir, her şeyin suçlusu odur; ekolojik krizin suçlusu odur, çünkü öğretisi insan-öznenin doğaya hükmetmesi gerektiği yönündedir vesaire... Herkes Descartes’ı reddeder. Sonra Hegel. En iyi örnek de o.  Sadece saydıklarınız da değil reddedenler. Liberaller Platoncu devletin totaliterliğini atfederler ona, sonra pozitivistler onu tamamen reddederler. Varoluşçular için evrensel idea kişiye yer bırakmaz vesaire vesaire...

Benim başlangıç noktamsa şu: Bir filozof herkesin düşmanı olarak resmediliyorsa  –ki Hegel resmediliyor– bu gerçekten öyle midir? Yoksa bir tür kurgu mudur? Ben herkesin eleştirdiği bu Hegel imgesinin kurgu olduğunu ve  Hegel’in bunun tersi olduğunu düşünüyorum. Eğer Hegel’i gerçekten okursanız resmedilenin tersi olduğunu anlarsınız. Hegel ideanın hüküm sürdüğünü, her şeyin önceden belirlenmiş olduğunu, gerçekliğin tamamının ideanın kendini geliştirmesinden ibaret olduğunu düşünen bir manyak değildi. Hegel bence tali olanın, tarihin her şeye açık sürecinin büyük filozofudur. Hatırlarsanız, Hukuk Felsefesi’nde “Felsefe gelecekte ne olacağıyla uğraşmamalı. Felsefe ancak burada olanı inceleyebilir,” der. Bu bence doğru tavırdır ve kanımca Hegel, Marx’tan daha maddecidir.

Şimdi... Neden bugün Hegel okumalıyız? Bence 20. Yüzyıl, politik hareketlere bakıldığında daha çok Marksist bir yüzyıl oldu. Marx, evrensel kurtuluş şansını içeren benzersiz bir tarihsel anda olduğumuzu düşünmüştü. Ona göre tarih bir çıkmaza girmişti ama tarihsel özne, işçi sınıfı, bunu tersine çevirip özgürlük getirebilirdi. Marx ayrıca, tarihin yönüne dair bilgiyi elde edebileceğimizi ve bu bilgi uyarınca hareket edebileceğimizi düşündü. Bir kolektif öznen var ve tarihin yönünü biliyor. Bu özne diyor ki bu yönde hareket edeceğim ve tarihsel zorunluluğu yerine getireceğim. Hegel bu fikri tamamen yasaklamıştı. Hegel için tarihin ucu tamamen açıktır. Ne olacağını söyleyemeyiz. Neden önemli bu? Bence 20. yüzyılın en temel olgusu, tüm bu özgürleşme teşebbüslerinin yanlış yollara girmiş olması. Komünist proje, bu soylu özgürleşme fikri,Stalinci terörle sonuçlandı. Şu an varolan tek komünistler (Kuzey Kore’yi ciddiye almayalım) Çinliler, onlar da en şiddetli kapitalizmin en iyi yöneticileri konumunda, paradoksal bir şey bu; hem de  Hegel’in çok seveceği bir paradoks. Besbelli bir şeyler gerçekten de çok ters gitti.

Bugün solcu olmak isteyen bizler için sorun şu: “Hadi gerçekçi olalım, bırakalım bu işi ve evrensel özgürleşme (emancipation) projesinden feragat edelim” mi diyeceğiz?  Yoksa bu fikre sadık kalıp, onu başka bir seviyede tekrarlamalı mıyız? Hegel’in Fransız Devrimi’ne yönelik tutumu tam da buydu. Hegel için Fransız Devrimi yanlış bir yola girmiş ve terörle sonuçlanmıştı ama Hegel özgürlük hayalinden feragat etmek istemedi. Hadi yine yapalım ama daha iyi yapalım, dedi. Başarılı olacağının bir garantisi yok ama... İşte, bence Hegel’inkine çok benzer bir durumdayız. Büyük bir özgürleşme teşebbüsünün gölgesindeyiz. Komünistler feci şekilde başarısız oldular. Şimdi ne yapacağız? Bence Hegel’in yaptığını yapıp ve şu soruyu sormalıyız: Bu evrensel özgürlük projesinde, kurtarılmaya değer olanı nasıl kurtaracağız? Çok daha mütevazı olmalıyız. Tarihi zorunluluk diye bir şey yok. Yok.  Eğer tarihi zorunluluk diye bir şeyden illa bahsedeceksek –mesela tarihin bir yönü var ama, denilecekse– benim iddiam yolun zorunlu olarak felakete varacağıdır. Ekolojik anlamda, sosyal refah anlamında açıkça felakete gidiyoruz.  Beni etkileyen de bu. Resmen tarihi bir anda yaşıyoruz ama nereye gideceğinin garantisi yok. Bize bağlı yani. Hegel’in bu yönü beni çok etkiliyor. Bu genel okumanın önerdiği Hegel olmasa da çok detaylı bir okuma bunu sunabiliyor ve ben bu okumanın bugünkü halimize çok uygun olduğunu düşünüyorum.

Son çevirilen kitabınızın başlığa da çok ilgi çekici [Hiçten Az]. Neyi ima ediyor?

Başlığın belli bir referansı var ama çok karmaşık. Ben bile anlamıyor olabilirim. Kuantum fiziğindeki bir paradoksa gönderme. Bu paradoks şöyle: Hiçbir şey, enerji olarak birden daha fazla ediyor. Bir şeyin tamamen boş olması enerjinin sıfır düzeyinde olduğu manasına gelmez. Hiçbir şeye ulaşmak için bile bir şey eklemen gerekli. Bundan niye bahsediyorum? Çünkü bu, kitabın en derin metafizik görüşlerinden biri. Tüm bilindik büyük sistemler, her gerçekliğin nihayetinde içerisinde her şeyin yok olacağı bir ilksel boşluktan, uçurumdan çıktığını ortaya koyarak başlar. Benim iddiam, gerçekliğin esas özelliğinin en basit düzeyde bu boşluktan da daha azı manasına geldiği. Katlanılamaz bir gerginlik. Bu mesela benim Budizme de verdiğim iddialı cevap. Budizmin cevabı Nirvana, hiçlik –her şeyin kendisine döneceği yer. Hayır, buna itirazım var. Hiçlik bile, o garip gerilime ya da antagonizmaya (ne dersiniz deyin) göre düşünüldüğünde ikincil kalıyor. Bu etkileyici. Bu, o ilk barış anına geri dönmeyi anlatan metafizik kurguları reddetmek demektir. Kökende olan barış değil, kozmik barış değil. Burada göndermem, ateist olsam da Kabala’ya. Kabala’nın görüşüne göre Tanrı önce gerçekliği yaratmadı, Tanrı’nın önce hiçi yaratması gerekti. Önce bir kaos vardı, sonra bir açık alan olarak hiçliği yarattı ve içine bir şey koyabildi.  Ben de aslında bu hattayım. Beni felsefede çeken de bu: Nasıl en soyut felsefi, metafizik spekülasyonlar bile en somut angajmanlarda, politik görüşlerde yankılanabiliyor? Bence tüm büyük felsefelerde var bu.  Bu nedenle, okuyanlara eğlenceli gelecektir; ben her zaman Marx’ın şu çok sık anılan bilge 11. tezine karşı çıktım; “Filozoflar hep dünyayı yorumladı, şimdi gerçekliği değiştirme zamanı.” Kim bu sadece dünyayı yorumlamak isteyen salak filozoflar?! Platon mu? O bile dünyayı değiştirmek istemişti. Ta Sirakuza’yı gitti, tiranı ikna etmek için. Benim bildiğim bütün felsefeciler, Descartes, Kant hepsi böyleydi. Dünyayı değiştirmekle ilgili bir planı olmayan paradoksal bir biçimde sadece Hegel’dir ve dünyanın değiştirilmesine en çok yardım eden de o olmuştur. 

Burada biraz provokatif olacağım, özellikle solcu arkadaşlarım için. Bizler belki de 20. yüzyılda biraz fazla aktiftik. Bugün Marx’a gerçekten sadık kalmak istiyorsak 11. tezin etrafında dolaşmalıyız. Dünyayı değiştirmeyi o kadar istedik ki şimdi belki de bir iki adım geri çekilip yorumlama zamanı. Cidden, samimiyetle soruyorum: Bu günlerde ne olup bittiğinden haberdar mıyız? Evet, toplumlar düzeyinde yeni bir şey ortaya çıkıyor. Mesela Çin’de. Ama nereye gidiyor? Halen kapitalizm midir söz konusu olan? Bu yüzen biojenetik önemli, insan doğasını hakikaten de değiştirecek bir şeyin yakınında olduğumuzun farkında mıyız? Bilim gerçekten başarılı olup beynimizi doğrudan bilgisayarlara bağlayabilir ki buna oldukça yaklaştılar; Stephen Hawking mesela, beyni doğrudan makineye bağlanabiliyor ve sadece düşünüyor. Ve oluyor. Bu tüm anlayışımızı değiştiriyor. Bir yandan tanrıyım. Bir şey düşünüyorum ve oluyor. Diğer yandan da belki ben de kontrol edileceğim. Özgür varlıklar olarak temel deneyimimiz, gerçekliğin dışarıda bir yerde olması. Öte yandan ben buradayım, istediğimi düşünüyorum.  Post-insan çağına geçtiğimizi söyleyenler bence abartmıyorlar. Muazzam bir şeyler olmakta. Ve burada iki çözüm önerisine de çok karşıyım. Bilmiyorum burada, Türkiye’de popüler mi onlar... Ray Kurzweil gibi biogenetikçi insanlar, “Yeni bir döneme giriyoruz ve kolektif bir aklın parçaları olacağız,” diyorlar. Diğer yanda da kültürel kötümserler, “İnsanlığın sonu bu,” diyenler var. İkisi de değil. Kimse bilmiyor ne olduğunu. Eylemekten çok düşünmeye ihtiyacımız var. Mesela, ekoloji meselesi. Çok pratiğiz. Şu manada: Vergi ödeyen siz kirleticiler şunu şunu yapın diyorlar. Peki, bu ekoloik krizin kökeni nerede? Mesela, bence ekoloji meselesinde büyük bir engel var: Doğa ana miti. Sanki doğal, organik bir düzen vardı da biz insanlar olarak kibrimiz ve küstahlığımızla onu bozduk. Doğa anamız delinin teki. Farkında mısınız, mega felaketlerin zaten olmuş olması gerek dünya tarihinde. Hep kullandığım örnek, petrol rezervleri. Petrol rezervlerinin olması için insani-dünyanın tarihinde bir şekilde hep mega felaketler olmuş olması gerek. Yani durum düşündüğümüzden kötü. Dönecek bir yer yok. Doğal düzen yok. Açıktayız. Sanırım bugün biz insanlar muazzam bir değişim sürecindeyiz  ama tam olarak nereye gittiğini bilmiyoruz. Bugün her şeyden çok düşünmeye ihtiyacımız var.

Sizin Hegel yaklaşımınızla Frankfurt Okulu'nun yaklaşımı arasındaki farklar nedir ?

İnsanlar bunu pek bilmezler ama Frankfurt'ta sürekli bir gerginlik vardır. Frankfurt Okulu ciddi bir biçimde birbirine zıt iki ayrı Hegel yaklaşımı arasında gidip gelir.

Bu yaklaşımlardan biri, Frankfurt Okulu öncesi genç Lukacs'a, onun "Tarih ve Sınıf Bilinci"ne dayanır. Bu görüşe göre Hegel'in diyalektik süreci bir özgürleşme modelidir. Bireysel öznellik kendine yabancılaşır ve bir öz tarafından egemenlik altına alınır, sonra özgürleşme sürecinde özne özü kendine mal eder. Bu görüşe göre Hegel ideal ve biraz da gizemli bir şekilde özgürleşmeyi formüle etmiş olur. Aynı görüşe göre, kısaca söylemek gerekirse, mutlak ide ve özne yerine de işçi sınıfını koymamız gerek. Frankfurt'un içerisindeki diğer görüş, Adorno ve diğerleri tarafından temsil edilir. Bu görüşe göre Hegel'in diyalektiği sermayenin mantığıdır. Burada Hegel’in, yine idealize edilmiş bir biçimde, kapitalist bütünün çalışma şeklini formüle ettiği kabul edilir. Bu görüş gayet açıklanabilir niteliktedir. Bu arada, mesela Marx'ın Kapital’ini titizlikle  okursanız  –ki çoğu insan yapmaz bunu– görürüsünüz ki Marx, mesela paradan birikime geçişi düşünürken, söz konusu geçişi  formüle ederken bunu tamamen Hegelci terimlerle yapar.  Bana kalırsa Frankfurt Okulu buradaki gerilimin üstesinden gelememiştir. Mesela, son dönem Adorno, hatta daha çok Marcuse, devrimi olumsuzlamanın olumsuzlaması olarak değil, tamamen yabancı olana doğru bir kopuş olarak düşünmek gerektiğini düşünürler. Diyalektik, yabancılaşmış ve bağlarını yitirmiş dünyanın mantığıdır. Marcuse'nin ortaya koyduğu gibi, özgürleşmeyle beraber diyalektikle de ilişkimizi keseceğiz. 

Ben tabii ki bu iki okumaya da karşıyım. İddiam şu ki önerdikleri, çok naif ve idealize bir Hegel imgesi. Bence Hegel, ideanın her şeyi kontrol etmesi manasında mutlak bir idealist değildir. Bence Hegel daha çok paradoksun düşünürü. Mesela Hegel'in o çılgın somut evrensellik fikriyle ne kastettiğini düşünün. Benim için bu fikri çok mühimdir ve maddeciliğe doğru ilk adımdır. 

Bu tartışma çok ilginç ve giderek de ilginçleşiyor, sorduğunuz iyi oldu. 

Son otuz kırk yıl içinde iki Hegel'imiz vardı, yani tabii bunlar öne çıkanlar.

Biri sağ kanat Hegel. Liberalizm karşıtları, Hegel'in öğretisinde muhafazakar devlet anlayışını bulanlar. İtiraf etmek gerekiyor ki Hukuk Felsefesi'nde tasvir edilen devlet fikrinde faşist bir yan vardır; organik bedenler ve yapılar vesaire... Benim bu görüşle ilgili öncelikli sorunum şu: Bence Hegel'in devlet görüşü burada yatmıyor. Hegel'in aynı metinde söylediği bir şey var: “Bir toplumu ancak zamanı geçtikten sonra anlatabilirsiniz.” Felsefe gri üzerine gri boyar. E Hegel de salak sayılmaz, bunun kendi felsefesi için de geçerli olduğunu biliyordur. Yani, onun burada anlattığı gelecek görüşüne dair değil, zaten ortadan kalkmakta olan bir şeye dair. 

Diğer kanada geçelim. Devrimci kanat, Bakunin ve Marx ile başlayan sol içi referanslar. Bunları hep konuşuyoruz zaten.

Şimdi, son otuz-kırk yıldır ilginç şeyler oluyor. Üçüncü bir Hegel ortaya çıktı: liberal Hegel. Bunu savunanlar çoğunlukla Amerikalı ya da Amerika'daki Almanlar, Robert Brandom, Pippin vesaire... Bu Hegel'in iki özelliği var: (1) Tüm metafizikten kurtulmak istiyor. İddiaları, Hegel'in bir büyük dünya sistemi sunmaktan ziyade tüm mümkün iddiaların, argümanların modelini oluşturuyor olduğu. Hegel'in yaptığı sadece evrensel argümantasyon teorisi oluşturmak. Hegel gerçekliğe yaklaşılabilecek yolların teorisini sunuyor; yani, aslında sunduğu genel bir epistemoloji. (2) Hegel'in temel politik görüşü "karşılıklı tanımaya" (recognition) dayanır. Kimsenin dışlanmadığı, herkesin birbirini tanıdığı bir özgür toplum. Hayır! Bunları söyleyenler muazzam düşünürler ama karşı çıkıyorum. Hatta belki de esas hedefim onlar. Çok derinine inemeyeceğim sebeplerden ötürü, ben bu Hegel'in, yani karşılıklı tanımanın Hegel'inin, tamamen sulandırılmış ve evcilleştirilmiş bir Hegel olduğunu düşünüyorum. Unutmayalım ki Hegel'in görüşü çok daha trajikti. Tarih felsefesinin en son safhasında ortaya çıkan, herkesin birbirini tanıdığı bir akıl durumu değildi, savaştı. Savaşın gerekliliği. Ufukta görünen buydu. Savaş, hayvani bir vahşet manasında değil: olumsuzluğun, yıkımın evcilleştirilemeyecek, sosyal düzenin bir parçası haline getirilemeyecek kadar aşırılaşmasıyla gelen bir savaş. Çok ilginç, Hegel burada Marx'tan çok daha materyalisttir. Marx da  tarihte şiddetin rolü üzerine düşünmüştür ama onun için şiddet hep araçtır. Marx, "Evet, devrimci şiddet var ama gelecekte bizimle uyumlu bir toplumu da bu getirecek," der. Oysa Hegel, çok açık bir şekilde şiddetin bu şekilde indirgenemeyeceğini söyler ve benim  sevdiğim Hegel de budur; bu şiddet bu şekilde indirgenemez, yutulamaz diyor.  Söz konusu olan yalnızca politika da değil.

Ansiklopedi’nin “Deliliğin Antropolojisi”nden bahsettiği üçüncü bölümünün başında Hegel, Michel Foucault gibi geliyor kulağa, diyor ki: "Hayvan ancak delilik tecrübesi aracılığıyla insan olur.” Çok post-modern bir fikir bu. Bizi insan yapan şey de bu mücadele, bu delilik tehdidi. Burada delilik, tam olarak üstesinden gelinecek bir şey değil. "İnsansan ateşle oynayacaksın," diyor Hegel daha çok. Bir tür aşırılığın, fazlalığın var; buna ihtiyacın da var. Ve tüm medeniyet de bu aşırılığa verilmiş bir tepki gibi. Freud'un todestrieb’ına, ölüm itkisine benziyor.

Hegel'in bu şaşırtıcı yüzüyle birçok farklı düzeyde karşılaşabilirsiniz.İşte bu noktada da farklı bir Hegel ile karşılaşıyoruz: şüpheci  –"tam da bilmiyoruz ne olacağını". Burada önemli bir husus var, bizim için, zamanımız için çok önemli. Bence Hegel bize gülerdi. Acayip zıtlıkların zamanındayız. Komünizmin sonuyla beraber Fukuyama Cenneti'ne girdiğimizi düşünmüştük bir ara, hepimiz birdik artık. Ama şimdi çok daha keskin antagonizmalar içindeyiz. Bence Hegel bugün ortaya çıkan köktenciliklere bayılırdı. Hegel bu köktenciliklerin  bir geçmiş sancısı olduklarını değil, evrensel liberal projenin antagonizmalarından kaynaklandığını düşünürdü.  

Nasıl oluyor da işler hep böyle ters gidiyor? Bir rüyanın peşindesin ve yakalamak üzeresin... hop! Felaket. Bence Hegel bizim bu müsamahakar ve haz düşkünü  Batı medeniyetimize çok gülerdi. Bu medeniyet işlemiyor, hatta zıttına varıyor. Sanırım burada da yayınlanmış olan ve benim çok da hoşlanmadığım Küfür-İslam ve moderniteye ilişkin kısa kitabımda da bahsediyorum; biz Batı liberalleri için İslamcıların köktenci fikirleriyle dalga geçmek kolay, ama şöyle bir nokta da var: Bizim hedonist batı medeniyetimiz de kontrol edilebilir değil ve saldırgan. Bakın, bu benim sıkça başıma geliyor, özellikle de ABD'de. Ne söylerseniz söyleyin, kolayca saldırgan, seksist, ırkçı ilan edilebiliyorsunuz. Batı’da, ideolojik olarak giderek daha kontrollü hale gelen bir toplumda yaşıyoruz. Şunu söylüyorum, bir örnek vereceğim, tam bir delilik örneği; bir kökten-İslamcı, "Ben bile bu kadar ileri gidemeyebilirim," diyebilir, eminim sizi de şaşırtacak. Bir fıkra değil üstelik. Birkaç ay önce California ve New York eyaletleri bir kanun çıkardı: Öğrenci, devlet memuru iki kişi eğer cinsel ilişkiye girmek istiyorsa bunu kamu önünde beyan edip, bunun karşılıklı bir özgür eylem olduğunu ilan etmek zorunda. Şimdi formlar dağıtıyorlar. Doldurup imza atıyorsunuz.

Eşcinsel evlilik yasalarından mı bahsediyorsunuz?

Hayır, herhangi bir çift. Herkes kayıtlı olmalı. Delilik yani. Tabii ki işlemiyor.  Bir kadını baştan çıkarmaya çalıştığınızda, hayır demediğini bilmek istiyorlar. Kalkıp evet demesi gerek. Ve bu tabii ki işlemiyor. Erotik kanunlara aykırı. Mesela, Fransızlardan duymuştum bunu; bir kadınla konuşuyorsunuz, kibarca muhabbettesiniz. Kadının durup, "Çok konuşuyorsun, sus ve becer beni," demesi çok sert olurdu. Öte yandan  İki tarafın da hayır deme hakkı var, "Ben yokum bu işte," diyebiliyorsunuz. Tamam, buna karşı çıkıyor değilim. Ama bunun çok aşağılayıcı bir saldırganlık alanını açtığını da itiraf etmelisiniz. Diyelim bir kadını baştan çıkardım, öpüşmeye başladık, sonra o kıyafetlerini çıkardı ve ben durup geri çekildim. Daha aşağılayıcı ne olabilir?  Yani, anlatabiliyor muyum? Politik doğruculuğa tam da bu yüzden hep karşı oldum. Siyah denmez, Afro-Amerikalı diyeceksiniz. İşte Hegel bunlara hep gülerdi: Müsamahakar ve hedonist bir toplumdasınız ve sonuçta elinizde olan bir dizi düzenleme. Yani, bence bizim daha çok Hegelci analize ihtiyacımız var. Bir örnek daha var. Bugün Batı’da her türden tacize karşı çok hassasız. Bazı Amerikan üniversitelerinde bir talep var, klasik eserler için de geçerli olmak üzere, her bir sanat eserinin üzerine "tetikleyici" uyarısı konması isteniyor. Columbia’da bir olay oluyor. Metamorphosis'in bir okuması yapılacak ve içinde şiddetli bir seks sahnesi var. Kadın bunun onun travmatize ettiğini söylemekte. Yani bir kitap üzerine çalışacaksınız, bu kitabın üzerinde bir işaret olması gerekiyor: "İçinde şiddetli seks var, hassasanız okumayın." Topyekün kontrol bu. Hegel bu paradokslara gülerdi. Müslümanlar ve Hıristiyanlar aynı anda Avrupa Birliği'ne din eleştirisinin nefret suçu kategorisine alınması yönünde talepte bulunuyor. Saldıramaz, dalga geçemez ya da saldırgan herhangi bir uyarıda bulunamazsınız. Bir arkadaşım şöyle demişti: "Tamamen katılıyorum, yapalım bunu, kutsal kitapları yasaklamakla başlayalım." Bu kuralları şiddetle ihlal ediyorlar. İncil’e, Kuran’a bakın. Tamam, iyi şeyler de var ama.. Çıkmaz sokak bu.

Beni en çok ilgilendiren de en cömert, müsamahakar ve zevkten yana medeniyetin çıkmaza varmış olması. Hegel'in çok hoşuna giderdi.. Hegel'in ilgisini çeken kötü birinin kötülük yapması değil, iyi niyetler taşıyan birinin muazzam felaketlere yol açması. Bu yüzden Frankfurt Okulu hakkında sorduğunuzda, aklıma bu geldi. Benim Frankfurt Okulu’yla  sorunum bu. Adorno'yu tanıyanlara da sordum ama tam bir cevap alamadım. Benim her daim kafamı karıştıran, Frankfurt Okulu'nda Stalinizm incelemesinin yok denecek kadar az olması. Habermas'a bakın, satır satır okuyun, bir zamanlar Almanya iki parça mıymış, anlayamazsınız. Gizliden komünist olduklarını söylemiyorum. Adorno, Horkheimer kesinlikle anti-komünist ve Amerika yanlısıydılar. Tamam, Marcuse'ün Sovyet Marksizmi kitabını biliyorum ama orada yanlızca Kruşçev'in konuşmalarının analizi var. Stalinizm eleştirisi yok, oysa bununla daha çok ilgilenmeliydiler. Çünkü Nazizmle ortaya çıktı ki evet, söz konusu olan “Aydınlanma” değil muhafazakar bir devrimci projeydi. Ama Aydınlanma’nın diyalektiğiyle ilgilenenlerin  esas ilgi alanı Stalinizm olmalıydı. Çünkü tam bir aydınlanma projesiydi: "evrensel özgürlüğü, kurtuluşu getiriyoruz" filan diyordu; gelgelelim dehşetle sonuçlandı. Neden peki? Faşizm ve milliyetçilik analizi bolca var Frankfurt'ta ama beni şoke eden, Stalinizm konusundaki cehaletleri. Bu tam bir felaket. Evrensel bir özgürlük ve kurtuluş hareketi nasıl toptan paranoya ve deliliğe dönüşür? Yani, bence hâlâ yeterince iyi bir Stalinizm teorimiz yok. Yeni çıkan çalışmaları okuyorum.  O standart Stalinizm  eleştirilerine  güvenemiyorum ben. Robert Conquest, Montefiore filan çok liberaller. Olan biteni tasvir edip, adamın ne kadar kötü olduğunu söylüyorlar ama fikir yok. Stalinizmin esas korkunçluğu, kendi hayatlarını feda etmeye razı, samimi insanların en nihayetinde korkunç şeyler yapmış olmaları. Bu konuda iyi, iyiden de öte ikna edici bir teoriye ihtiyacımız var hâlâ.

Bugün de aynı; IŞİD'le karşı karşıyayken. Ben Batı’yı suçlamıyorum. Hep kullandığım örneği vereyim: Afganistan. Yaşım yetiyor, hatırlıyorum; kırk yıl önce Ortadoğu'daki en açık fikirli İslamcı ülkeydi. Batı yanlısı bir teknokrat yönetiyordu ülkeyi, güçlü bir komünist partileri vardı ve din konusunda da hoşgörülüydüler. Nasıl oldu da Afganistan köktenci oldu? Dünya tarihine takılarak, dahil olarak. Komünistler darbe yaptı, Batı ajanları Usame Bin Ladin'i harekete geçirdi. Yani, bugünün dini köktenciliği modern bir olgu. Küresel  kapitalizmin gelişiminden doğmuştur. Unuttuğumuz bir şey daha var üstelik. IŞİD taraftarı değilim ama ABD'de FBI iki milyon kişiyi potansiyel Hıristiyan köktenci teröristler olarak gözetim altında tutuyor. Neden? Modern kapitalist dinamiğin içinde terörü üreten bir şey var.  IŞİD öyle eski, ilkel bir hareket değil, ultra modern bir örgüt, modernliğin bir diğer görünümü. Bunu anlamak çok önemli.  İşte bu yüzden, basit liberal görüşün  bugün Batıcı müsamahakar görüş ile ilkel ve dinci köktencilikler arasında yaşadığımıza dair önerisini şiddetle reddetmeliyiz. IŞİD’e en ufak bir sempati beslemeden şunu söylüyorum: Anti-semitizmin meşrulaştırılmasına kesinlikle karşıyım, Soykırım bir felaketti. Ama şunu da düşünün, insanlar bakın Batı’da nasıl her şeyi tiye alabiliyor, Charlie Hebdo’muz var diyorlar, ama bir de Soykırım üzerine ufak bir şüphe kırıntısı bırakacak bir metin kaleme almayı deneyin –şakasını yapmaktan bahsetmiyorum bile– anında dışlanırsınız. Tamam, her toplumun töhmet altında bırakılamayacak hassas noktaları vardır, özellikle liberal Batı toplumunun. Bu noktada kullanmayı sevdiğim bir örnek var, bir başka kitabımda bulabilirsiniz. Yaklaşık on yıl kadar önceydi, Taliban Bamiyan Buda heykellerini bombaladığında şoke olmuştuk ama aslında paradoksal bir biçimde, Taliban’ın bu heykelleri bombalamasının sebebi, bu heykelleri  varolan başka bir dini deneyimle bağdaştırıyor olmasıydı. Taliban’la uyuşmuyorum tabii ki. Ama orada olan bir dinin bir diğeriyle kavgasıydı. Biz Bamiyan heykellerini savunurken onlar bizim için kültürel anıtlardı; bir dini öldürmenin en başarılı yolu, onu ezmek değil, ona büyük kültür abidesi muamelesi yapmaktır; “Ah, bayılıyorum sana, çünkü artık ölüsün,” demek yani.ÇinlilerTibet’te bu yolu izleyecek kadar akıllı değillerdi, ama galiba  giderek öğreniyorlar bunu, hükümet eski anıtların restorasyonuna ciddi bir para ayırıyor artık. Bir şey ancak böyle, ölü olarak muhafaza edilebilir.  Şimdi mesela ben Tibet’te Lhasa’ya gitmek istiyorum. Bir arkadaşım anlattı, Lhasa’da artık kutsal Budist ilahiler seslendirdiğiniz karaoke barları varmış. İşte böyle öldürülür bir din, saldırarak değil.

Alman idealizmini yeniden canlandırdınız. Bu gelenek radikal sol teori için neden önemli?

Bir de şu var: Hegel’in yanı sıra, bu gelenekten gelen, etkilendiğiniz başka filozoflar da var, mesela Schelling. Felsefe tarihi için Schelling’in önemi neydi? İdealizm ve materyalizmin bir biçimde aracılığını yaptığı söylenebilir mi? Hegel’in diyalektiğine nasıl bir karşılık vermişti? Zira onun düşüncesinde ciddi bir dini damar da vardı.

Schelling’de belki Walter Benjamin ile filan ilişkilendirilebilecek mistik-gnostik başka bir damar da bulabiliriz. Schelling üzerine yazdığım kitapta ikisi arasında, Hegel ile Schelling arasında bir bağ kurmaya çalışmıştım; ne kadar başarılı olduğum tartışılır. Ve bu son yayınlanan kitabımda da  –şayet çıkarılmadıysa– Fichte üzerine bir bölüm var. Felsefenin nihai noktası, ucu, Kant ile Hegel arasındadır. Kant, Fichte Schelling, Hegel. Bu filozoflara gelene kadarki tüm felsefe bir tür hazırlık ve onlardan sonrası da yorumdur. Nihai zirve burasıdır. Dördü de çok önemli. Kant transandantal boyutu, yani modern özneyi keşfetmişti. Felsefe Kant’la felsefe olur, ondan öncesi gerçekliğin genel bir tasviridir. Fichte ise epey hafife alınmış bir filozoftur. Tamamen kendine ait bir çizgisi vardır. Schelling’in orta dönem yazıları, özellikle Özgürlük üzerine Risalesi  [Philosophische Untersuchungen über das Wesen der menschlichen Freiheit]  bilmiyorum burada da çevrilmiştir herhalde– nefes kesicidir. Heidegger’e göre en iyi metin. Yani dördü arasında seçim yapılamaz. Belli bir alanınız olduğunda belli seçenekleriniz vardır, bu dört filozofun her biri kendi başına birer seçenek teşkil ediyor. Benim için aşılamayan zirvedir, henüz ötesine geçemedik. Hatta mesela, Hiçten Az’da kuantum üzerine uzun bir bölüm var; burada kuantumu Hegelci kategorilerle okumaya çalışıyorum.

En sevdiğim kategori, retro-aktivite kategorisi – Freud’dan alıyorum tabii bunu. Şeylerin, retroaktif bir biçimde oldukları şey olmalarına bakıyorum. Bir şey tali gözükebilir, ama içine girdiğinizde onun zorunlu olduğu ortaya çıkar. Mesela tali bir biçimde âşık olursunuz ve ardından, “Aman yarabbi, hayatım boyunca bunu beklemiştim,” dersiniz. Retroaktivite mantığında şeyler ve şeylerin yanı sıra zaman geriye doğru bir hareket içindedir. Hegel’in diyalektiğinin çekirdeği bu. Hegel derinde duran bir zorunluluktan bahsetmez, şeyler retroaktiv olarak zorunlu olurlar. Hegel’in Jül Sezar teorisini ele alalım.  Sezar Rubicon’u geçebilirdi de geçmeyebilirdi de; ama geçti mi bu artık onun kaderi olur ve onu tanımlar. İnsani-hayatta şeylerin nasıl tali bir şekilde zorunlu olduklarını tanımlayan çok incelikli bir diyalektik düşüncedir bu. Zorunluluk tali bir şekilde ortaya çıkar. Diyalektik görüşün kalbi bu. Evet, geç dönem Schelling başka bir seviyede Hegelci diyalektiğe karşı çıkmıştı ama yanlış anladığı içindir bu. Felsefe tarihinden çıkan hüzünlü bir ders bu benim için, gerçek bir diyalog yok. Bütün büyük filozoflar diğerlerini feci şekilde yanlış okurlar. Aristoteles Platon’u anlamaz, Stoacılar maddecileri hiç anlamaz –sonra öyle gider; Ortaçağ filozofu Aquinalı Thomas Aristoteles’i, Spinoza Descartes’ı, Kant Leibniz’i, Hegel Kant’ı anlamaz. Felsefe tarihini kesinlikle bir muhabbet olarak göremeyiz. Daha trajik bir durumdur söz  konusu olan. Önce tamamen körleşirsin ki sonra yeni bir şey görebilesin. Mesela Hegel, Kant eleştirisinde kesinlikle haksızdır. Heidegger’in Hegel hakkında yazdıkları çoğunlukla manasızdır. Çok trajik; yeni bir şey söylemek için önce körleşmen lazım. Benim için en önemli örnek Marx. Marx’ın Hegel eleştirisi tam bir saçmalıktır. Hegel’e yöneltilen Marksist eleştirilerinin ana motifleri olduğu gibi Schelling’in Hegel eleştirisinde bulunabilir. Mutlak idealizm eleştirisi, varoluş ve özgürlüğe yapılan vurgu vesaire vesaire...

Tüm bunlarla beraber, esas felaket bence şurada yatıyor: Yapısökümcülüğün hüküm sürdüğü son yirmi otuz yılda büyük felsefi konulara yaklaşmak yasaktı. Salt söylem analizi olmalıydı. Eğer bir Derrida ya da Foucault partizanına, “İnsan ruhu ölümsüz müdür?” diye soracak olursanız, “Hangi söylemsel koşulda, hangi anlam alanında bu soruyu soruyorsun?” diye karşılık verecektir. Sonra da böyle bir sorunun anlam kazanacağı anlam ağını tespit etmeye çalışacaktır. Hakikatle kurulacak ilişki dışarıda kalacaktır. “Ama durun, peki ruhum var mı?” Bu soruya karşılık olarak da şunu söyleyeceklerdir: “Belli koordinatlarda, belli dünya görüşleri dahilinde ruh vardır, evet.” Bence bunun sonucunda büyük metafizik sorular doğal bilimlere, bilişsel bilimlere, evrimsel bilime ve kuantum fiziğine kaydı. Çok ilginç olmamasına karşın, Stephen Hawking’in ZamanınKısa Tarihi kitabı neden bu kadar başarılı oldu? İnsanlar büyük cevaplar aradılar burada. Gerçeklik nasıl ortaya çıktı? Dünya sonlu mu, sonsuz mu? Büyük metafizik sorulardı bunlar. Felsefenin de tekrar bunu yapmaya başlamasının zamanının geldiğini iddia ediyorum. Safça, büyük felsefelere dönülmesi taraftarıyım.

Bu konuda da Badiou’yla aynı hattasınız…

Badiou ile özel bir biçimde çok iyi arkadaşız, yani arkadaşlığımızın temeli çok özel; ikimiz de Wagner’in müziğine hayranız, fanatik Wagnercileriz.

Amerikalılar, sürekli başınıza bela açan arkadaşlar hakkında şöyle bir şey söylerler: “Böyle arkadaşları olan birinin neden düşmana ihtiyacı olsun ki?” Badiou söz konusu olduğunda bu deyimi tersine çevirebiliriz: Badiou benim düşmanım, ama böyle bir düşmanı olan birinin neden arkadaşa ihtiyacı olsun ki? Çok iyi düşmanlarız biz, çok severiz birbirimizi. Benim her bir kitabımda ona karşı çıkan bir bölüm vardır. O da bana karşı çıkar ama benim gibi doğrudan yapmaz bunu, daha inceliklidir. Bir gün Paris’te bir seminerdeydim, Badiou da oradaydı ve ölüm itkisi üzerine bir polemiğe girdik. Badiou bu itkinin varlığını tamamıyla reddediyordu. Her bir ayrıntıda ayrı düşsek de bir şekilde konuşabildik! O beni takip edebildi, ben de onu. Yani, felsefede ancak arkadaşlarla böyle seviyeli bir mesafe tutturabilirsin. Mesela Derrida’ya hayranım ama hiçbir zaman bir bağ kuramamışımdır onunla.

Lacan ışığında Hegel okuma fikri nereden çıktı? 60’larda Paris’te okurken sanırım...

Bu da çok paradoksal aslında. Lacan Hegel’e, hocaları olan Jean Hyppolite ve Kojève’den ilhamla göndermede bulunur, bu göndermeler erken dönem metinlerindedir, 50’lerde. Sonra Lacan’da bir anti-Hegelci dönüş, manevra buluruz –Hegel’e tamamen karşı çıkar. Bu kitapta da ben Lacan’ı kendi karşısına koyarak okuyorum. Söylediğim, onun 50’lerde göndermede bulunduğu Hegel’in, idealize edilmiş bir Hegel olduğundan yanlış  olduğu. Hegel’e Lacan’ın ancak son dönemlerinde bir biçimde ulaşabiliyoruz. Benim bu iddiam, bu okumam çok paradoksaldı ve beni Paris’te çok uğraştırdı. Jacques Alain-Miller ve resmi-ortodoks anti-Hegelci Lacan çevresi ile ayrışmam, başka birçok şeyin yanı sıra, esasen buradan kaynaklanıyor.

Sebebi eskilere dayanıyor, gençken yaşadığım yer eski Yugoslavya’ydı. Burası görece liberal bir komünist ülkeydi o zaman.  Batı kaynaklarına ulaşabiliyorduk mesela. İki temel felsefi eğilim vardı: Marksistlerce tutulan Frankfurt Okulu ve muhalefetteki Heideggerciler. 60’ların sonunda benim kuşağım için esas sarsıntı, tüm bu felsefi eğilimlerden gelenlerin o dönemde ortaya çıkan/patlayan Fransız yapısalcılığına şiddetle karşı çıkmasıydı. Aslında düşman olan iki grup, Frankfurtçu Marksistler ve Heideggerciler, yapısalcılık karşısında dost oldular. Bu bizi Fransız yapısalcılığı denen şeye itti. Çok iyi bir Heideggerciliğin yanı sıra Frankfurt temelli Hegelci eğitim almıştık zaten. Daha öğrenciyken bile benim ve arkadaşlarımın temel bakış açısı, kaygısı Hegel’i Lacan üzerinden nasıl okuyabileceğimizdi. En başından bu yana projem bu benim. Ve ne kadar garip ki Aziz Pavlus’a Şam yolunda inen vahiy gibi, kırk yıldır sadığız buna. Bunu keşfettik ve sadık kaldık işte. Ama şunu söylemem lazım, okumamızda vurgu hep Hegel’dedir, Lacan’da değil. Lacan yalnızca Hegel’e ulaşmak için bir araç. Sonuçta bizler esasen filozofuz. Asla psikanaliz pratiğiyle bir işimiz olmadı. İnsanlar neden analist olmadığımı sorarlar. Tiklerime bakarsanız anlarsınız diyorum onlara. Birkaç öğrencim benimle analize girmek istedi, gerçekten deli olmalısınız dedim onlara. Hiç ilgimi çekmiyor. Filozof olmaktan gurur duyuyorum. Felsefeye bugün her zamankinden çok ihtiyacımız var. Yaşadığımız zamanda her şey birbirine girmiş vaziyette, ekoloji, finans –hatta ekonomi bile. Bakın, bana sorarsanız fikri mülkiyet öyle ya da böyle kapitalizmin sonunu getirecek. Kontrol edemezler. Istanbul’u sevme sebeplerimden biri de sizin şu korsan DVD’ciler. Şimdi ortalıkta gözükmüyorlar ama eminim herkes download ediyordur şimdi.

Artık dükkanlar yok ama sokakta hâlâ bulabilirsiniz korsanları.

E ama neden Kickass sitesi var, korsan  siteler var.

E onu da yapıyoruz.

Eh, tamam işte. Söylediğim şu. Bu gerçek bir sorun. Bu bilgi akışı kapitalizmin özel mülkiyet mefhumuyla kontrol edemeyeceği bir şey. Kapitalizmin iki sorunu var: Biri fikri mülkiyet denen şey, diğeri de finansın işleme biçimi. Çok sanal bir alana kaydı o da. Para kazanma biçimi artık üretime dayalı değil. Al sat, yeniden sat –bunlar gerçek ekonomiyi etkilemiyor. Marksistlerle burada ayrışıyorum; bence kapitalizm çok ciddi sorunlarla karşı karşıya. Hep söylediğim gibi, kapitalizmin bunu kontrol etmesinin tek yolu, demokratik açıdan meşru olmayan bir otoriteye geri dönüşten geçiyor. Bu yüzden işte tüm bu ekonomik anlaşmalar kanımı donduruyor. Bu anlaşmalar ekonomik ve sosyal yaşantımıza tamamen şekil veren anlaşmalar, ama gizliler. Mesela Brüksel’de olan. Varoufakis bir mülakatta aktarıyor. Bir Avrupa grubuyla müzakerede, tam kim olduklarını bilmiyorum,Varoufakis oradaki adamlardan birine bir noktada sinirleniyor ve “Şantaj, bu yaptığınız şantaj,sizi şikayet edeceğim!” diyor. Sonra bürokratlardan biri gidip geri geliyor, “Yapamazsın, ”cevabını veriyor.  “Neden?” diye sorunca şöyle diyor: “Çünkü biz aslında yokuz.” Yunanistan ile müzakereyi yürüten organ, demokratik ve yasal manada yok! Aynen Çin’deki gibi. Buna internette yayınlanan bir yazımda da yer verdim, fantastik bir şey: Çin Komünist Partisi, yasal olarak yok. Çok güzel bir hikaye bak bu. Bir muhalif mahkemeye gidip ÇKP’ye Tiananmen’de işlenen suçlardan dolayı dava açmak istiyor. İki üç ay sonra bir cevap geliyor: “Üzgünüz, Çin’de kayıtlı böyle bir örgüt yok.” Bu evrensel bir eğilim. İkili bir güç söz konusu –Lenin’in bahsettiği gibi değil tabii–  kesinlikle şeffaf değiller. Bence Çin bir model bizim için.

Evet, şimdiki soru: iklim değişikliğine karşı IŞİD hakkında.

İlginç. Neymiş bağlantı?

İfade etmeye çalışacağım. George Monbiot geçtiğimiz günlerde The Guardian’daki makalesinde global bir kamuoyu araştırmasından bahsetti. “Pew Research Center’ın son çalışmasına göre Kuzey Amerika, Britanya, Avustralya, Japonya, Fransa ve Almanya’da yaşayanlar IŞİD’i karşı karşıya oldukları en büyük tehdit olarak görüyorlar; buna karşın, araştırmaya katılan daha fakir ülkeler –Afrika, Latin Amerika ve Asya– için en büyük tehdit küresel ısınma. Hatta Türkiye’de bile (ki Suruç katliamı terörist grubun gerçek bir tehdit olduğunu kanıtladı) insanlar IŞİD’den daha fazla küresel ısınma konusunda endişeli olduklarını söylüyorlar.”  Monbiot bunun, “hükümetlerin sömürmekten gayet memnun oldukları kıtalar-üstü bir paranoya salgını” olduğunu yazmış. Ne söylemek istersiniz?

Temelde katılıyorum buna. Henüz yayınlanmamış bir yazımda şunu anlatıyorum. Bugün medyada (iklim değişikliğini bir kenara bırakıp politikaya dönersek) üç tehdit, üç tehlike var gibi görünüyor: Mutlak düşman olarak deli IŞİD’ciler, dışımızdalar. Sonra orta seviye jeopolitik gerilimler; Rusya, Putin Çin vesaire. Ve sonra da içeride yaşanan rahatsızlıklar; Syriza, Podemos. Bu sonuncusu esas tehlikeye işaret ediyor. IŞİD tabii ki bir manada tehdit. 11 Eylül tekrarlanabilir, kimyasal silah kullanabilirler. Ama yaptıkları tek şey Batı’yı militarize edip, daha çok silahlanmaya yol açmak. “İslam her şeyi ele geçirecek” gibi gerçek bir tehdit yok ortada.  Ayrıca çeşitli politik tarafların IŞİD’le girdikleri oyun da çok garip. Bir yerlerde Israil’in IŞİD’le, İran’la ilişkisinden dolayı garip bir oyuna dahil olduğunu okudum mesela. Her şeyden önce IŞİD’in arkasında kimin olduğu konusu çok karanlık... Yani, tehlike olarak onlar en alt sırada. Kıtalar arası jeopolitik gerilimler meselesinde de Rusya ve Ukrayna’nın yanı sıra Pasifik’te Çin de ciddi bir tehdit oluşturuyor ama bu yine de potansiyel bir tehlike. Avrupa kurumlarını paniğe sürükleyen şey ise Podemos gibi vasat bir şey oldu. Varoufakis’in her zaman altını çizdiği gibi, Syriza’nın talepleri elli yıl öncesinin Avrupa standartlarına göre belirlenmiş taleplerdi. Bu, aşırı vasat bir sosyal demokrasi demek. Syriza’nın istediği ılımlı bir sosyal demokrasi. Bu nerede olduğumuzun, küresel kapitalizmin giderek seçenekleri kapattığının göstergesi; sözünü ettiğim anlaşmaların gizli kapaklı işleyişlerinde gördüğümüz gibi.

Bugün elli sene öncenin sosyal demokrasisini savunacak olursanız, aşırı-solcu olduğunuz iddia edilecektir hemen.  Beni endişelendiren, şiddetin  Walter Benjamin’in ilahi şiddet dediğine şeye denk gelecek olması; hiçbir doğrultusu, açık hedefi olmayan akıldışı bir öfke patlaması. Beş- on sene önce Paris banliyölerinde arabalar yakılırken çok şaşırmıştım. Hiçbir talepleri yoktu, anlaşılmaz bir şekilde yakıyorlardı. Yöneticiler önce İslamcı olduklarını söyledi. Sonra fark ettiler ki İslami mekanlara da zarar veriliyor. Saf bir tecavüz hareketi, açık bir programı yok; açık bir düşmanları vardı üstelik. Ferguson’da gördüğümüz gibi. Asıl paradoksumuz bu: Bir yandan, giderek daha çok bireysel özgürlüğümüz oluyor, istediğinle istediğin şekilde sevişebilirsin, istediğini okuyabilir, istediğin yere gidebilirsin (paran varsa tabii), ama öte yandan tüm sosyal yapı giderek daha az şeffaf hale geliyor. Bireysel özgürlükleriniz var ama opak bir sosyal yapı içinde var; beni esas endişelendiren bu.

Demokrasiye her zaman eleştirel yaklaşmışımdır ama demokrasinin en etkileyici yönü, sadece kişisel özgürlüğe değil, toplumu kolektif olarak değiştirme özgürlüğüne de yer veriyor olması. Belirli sosyal koşullar dahilinde bir özgürlük değil de koşulları bile değiştirebilme özgürlüğü. İşte bu alan giderek yok oluyor.

Ekoloji konusunu çok seviyorum çünkü bu konu ideoloji ile dolu. Mesela, esas sorun şu: İnsanların çoğu, rasyonel davrandıklarında, ekoloji meselesinin gerçek bir sorun teşkil ettiğini bilse de bunun bir sorun olduğuna inanmamayı seçiyor. Rasyonel olarak biliyorlar ama dışarıda güneş var, çimenler… İnsanlar gerçekten inanıyor.

İnkar aslında. 

Evet, doğru ama ben başka bir terim kullanırdım, daha platonik bir terim “Verleugnung”; bilmezden gelmek. Biliyorsun ama bilmiyormuş gibi davranıyorsun. Fransızca bir deyim vardır: “Je sais bien, mais quand meme.” (“Biliyorum ama yine de.”) Bir arkadaşım, ekolojik krizi reddedişimizin dört farklı şeklini sıraladığı bir kitap yazdı. Durun bir dakika, arkadaşım diyemem ona, bir polemiğimiz var. Adı  Mckenzie Wark. Birincisi inkar, yani Amerikalı Cumhuriyetçilerin tavrı: “Böyle bir sorun yok.” İkincisi teknolojiye yaslanmak (bu da Amerika): “Endişelenmeyin, bir şey icat edilir.” Üçüncü tavır, derin ekoloji. “Emperyalistiz, doğayı sömürdük, kökenlere dönmemiz lazım,” falan filan. Bu da felakete giden kısa yol. Ve sonra gelen kapitalist vergilendirme bazlı bakış: “En çok kirletenleri en çok vergilendirelim, ekonomide nasılsa bir yol bulunur.” Bunu da yapalım tabii ama mega felaketler olacak, onları ne yapacaksanız? Fukuşima, ha ha! İşte bunu çözemezsiniz. En tehlikelisiyse başka bir yaklaşım ki işte orada ideoloji devreye giriyor. Türkiye’de nasıl bilmiyorum ama benim ülkemde ve bildiğim diğer ülkelerde baskın tavır bu; çift taraflı operasyon söz konusu burada. Önce şunu yapıyor: “Toplumu bırak da sen ne yaptım?”, “Geri dönüşüm yapıyor musun? Kola kutunu, gazeteni geri dönüşüme verdin mi? Önce bir sen değiş de öyle konuş.” Burada seni birey olarak her daim suçlu konumuna koyuyor: “Toplumu eleştirme önce sen değiş.” İkinci yaptığı şeyse sana kolay bir yol sunuyor gibi davranmak: “Geri dönüşüme yardım et, geri kalanını da düşünme.” Sana kendini iyi hissettiriyor, bir vatandaş olarak sorumluluklarını yerine getirmiş oluyorsun. İşte bu da gerçek sorunları yok saymanın bir yolu oluyor, çünkü aslında sorun çok daha derinde.  Sorun, üretim biçimimizi nasıl değiştireceğimiz. Bu noktada çok nefret etsem de aldığım tavır felaketten yana. Felaket tellalı olmadım hiç. Ama korkarım, belki de büyük felaketler işimize yarayacak.

Jean-Pierre Dupuy, teorisyen bir arkadaşım. Üst düzey bir Japon bürokratla yaptığı görüşmelerden şunu aktarıyor: Fukuşima patladığında bunu ilk gün duyurmamışlar. Radyasyonun güneye doğru ilerleyeceğini ilk başta anlamamışlar ve tüm Tokyo bölgesini boşaltmak zorunda kalacaklarını düşünmüşler (işte bu felaket olurdu, Japonya’dan mı, Rusya’dan mı yer isteyeceksin? Hazırlıklı değiliz bunlara). Dupuy şunu da ekliyor, felaket kamuya duyurulduğunda da gece hayatı ve televizyon gösterileri sürdürülmüş. İnsanların dikkatini dağıtmak için. İşte aynı ekoloji ve ekonomi bağlantısı… Hep kullandığım bir örnek, dâhiyane. Hem tüketici ligi hem de farkındalığı teşvik ediyor. “Kahvemiz biraz daha pahalı, ama onu içerek topluma katkıda bulunabilirsiniz, çünkü gelirimizin yüzde bilmem kaçı şuralara şuralara gidiyor.” İşte ideolojinin günlük hayatta nasıl işlediğine dair bir model, büyük fikirlerden konuşmaya gerek yok.

Bu noktada andığınız ideoloji kapitalist ideolojiye eşit sanırım.

Marx da biliyordu bunu. İdeoloji, yukarılarda bir yerlerde duran mutlak bir güç değil, kapitalizme içkin. Bu yüzden ben çok eleştirel olsam hâlâ onun meta fetişizmi fikrini çok önemsiyorum. Öyle sıra dışı bir fikir değil bu, kapitalizmde gerçekliğin yapılanma biçimi var bu fikirde. Bu yüzden Marx der ki, bir şeyin yanılsama olduğunu düşünseniz de gerçekte onu tatbik etmeye devam edebilirsiniz, doğruymuş gibi yaparsınız. Benim Marx’ım bu yüzden erken dönem Alman İdeolojisi Marx’ı değildir, nefret ederim ben o Marx’tan. 1848 Devrimi başarısız olduktan sonra bildiğimiz gibi Marx, kriz zamanlarında her iyi Marksist’in yaptığı şeyi yaptı, gidip Hegel okumaya başladı. Sosyal bilimci Hegel’i değil, mantıkçı Hegel’i. Lenin de öyle yapmıştı. Sonra ekonomik analize döndü, Grundrisse’ye. Bence Marx’ta harika olan iki şey var. 1848 analizi, Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i ve Politik Elyazmaları; geri kalanı şöyle böyle. Mesela açıktır ki Marx’ın devlet ve devlet gücüne dair, devletin nasıl işlediğine dair filan, iyi bir teorisi yok. Bu yüzden Gramsci sonra denedi ama o da olmadı.

Tamam, şimdi biraz yoruldum nasıl yapalım?

Her filozof, düşünüre sorduğumuz soruyla bitirelim: Sizce dünya nereye gidiyor?

Bir felakete ama tek şansımız da bu felaket. Dünya şu anki gidişatına devam ederse sonuç bir felaket olacak, bunu kabul etmeliyiz. Ancak bunun farkında olursak bir şeyler yapabiliriz. Bir tünelde olsanız bile sonundaki ışığa güvenin diyen iyimserliğe inanmıyorum ben. Buna cevabımı biliyorsunuz sanırım.

Evet…

Tabii ki bir ışık var, çünkü üstünüze bir tren geliyor. Bugün gerçekten iyimser olabilmenin tek koşulu radikal kötümserliktir. Şaka değil bakın bu söylediğim. İyi bir şey beklemezseniz zaman zaman iyi şeyler de oluyor, o kadar karanlık değil; yeteri kadar kötümserseniz iyi şeyler karşısında keyifle şaşıracaksınızdır. Mutlu olmanın tek yolu hiçbir şey beklememek.

Biraz da burası hakkında konuşursam, şimdi ben Yılmaz Güney’i severim, Yol filmini. Ama en son filmlerinizden biri, hani bir aile buluşması oluyor bir yerde. O kadar popüler oldu ki –yani, tabii çok geniş bir kesimde değil de, en azından benim çevremde herkes indirdi o filmi. Çehov, Tarkovski üstelik Türkiye’de.

Kış Uykusu’ndan bahsediyorsunuz…

Evet! Çok güzel bir film, değil mi? İşte ruh budur. Kültür budur yarabbi. O kadar harika bir film ki. Benim kitabım için de öyle; mesela bu Hiçten Az Kore’de (hemen aklınıza sarı robotlar geliyor, değil mi?) çevrildi. İkinci ayda ikinci baskıyı yaptı.  Yani insanların, toplumun basit girizgahlardan hoşlandığı tam bir safsata. Ciddiyet istiyor insanlar! Çoğu zaman aptal yayıncılarımla ters düşüyorum: “Neden IŞİD ya da TV reality hakkında kısa bir şeyler yazmıyorsun?” Hayır! Bu kitabım İngilizcede daha önceki politik kitabımdan, Tehlikeli Rüyalar Görme Yılı’ndan çok daha iyi sattı.  İnanılmaz. Yani sadece aptal tüketicilerin olduğu doğru değil, ciddi işleri satın alanlar da var. Bu yüzden dekadan bir zamanda yaşıyoruz diyenlere itirazım var.

Birinin çıkıp da “okunacak kitabın” kesinlikle üç yüz, hatta en fazla iki yüz  sayfa olması gerektiği kuralını ortaya atması doğru değil. Çünkü bu doğru değil. Ciddi bir okuyucu kitlesi var. Televizyon için de bu geçerli. (Ben çok sevmiyorum ama mesela sizin şu Süleyman dizisi Slovenya’da kült oldu.)  Son dönem Amerikan dizileri artık sinema filmlerinde olmayan bir psikolojik karmaşıklığa sahip. Sinemayı efektler, blockbusterlar  ( gişe patlaması yapan filmler ) işgal etmiş vaziyette. Bir dizide inanılmaz ince şeyler var. Hegel gibi söylersek, dünyanın ruhu sinemadan dizilere kaydı. Yeni bir şey çıkıyor, çok hoşuma gidiyor. Wire’ı yapan adamın bir mülakatını okudum, Wire kırk saatlik bir film diyor. Harika bu, algı tamamen değişti. Dizileri artık çocukluğumuzdaki gibi haftada bir izlemiyoruz. Bir sezonu alıp bir hafta sonu başına geçiyorsun. En otantik sanat bu şu anda. Üstelik uluslararası bunlar. Ben gençken, kırk yıl önce, komünist Slovenya’da bir dizi vardı: Köle Isaura. Başrol oyuncusu şehre geldiğinde 60.000 kişi merkeze akın etti ve her yer tıkandı. Demeye çalıştığım, söz konusu olan sadece Amerikan yapımları değil. Global kapitalizmin iyi yanı bu, tüm kültürlere şans veriyor. Global kapitalizm, Hollywood’un baskın olması demek, diyenler yanılıyor. Birkaç yıl önce Romanya sineması nasıl da öne çıkmıştı hatırlarsanız. Daha küçük ülkeler bile duyuluyor artık. Bu momenti kullanmalıyız. Bir şey soracağım, şu Kış Uykusu tek bir yapıt mı? Yoksa bir eğilimi mi temsil ediyor?

Kesinlikle bir eğilimi temsil ediyor, Türkiye’de son yıllarda ciddi bir yeni sinema akımı var.

Harika! Sordum, çünkü bir de sizin şu devlet propaganda filminizi izledim. Adı neydi? İstanbul kuşatması hakkında.

Fetih…

Evet evet… Gerçekten  kitsch, Hollywood özentiniz. Çok tatlı bir sahne de vardı. Sultan şehre giriyor ve Hıristiyan kilisesindeki çocukları kurtarıyor. E yalan tabii. Büyük bir şehir düştüğünde, askerlere yağma için iki-üç gün verilmesi kuraldır. Avrupalılar daha da beterdi sizden. Etik oydu. Yoksa ayaklanma. Ama sizin Süleyman çok popülerdi gerçekten.

Artık olamaz, çünkü artık öyle bir dizi yok.

Neden?

kümet sevmedi. Aşk sahneleri filan rahatsız etmiş olsa gerek. Dizi bitti.

Ama bilmiyorlar mı Stalinizm bile farkındaydı, Goebbels bile. Savaşın ilk yılları, komedi ve müzikallerin en iyi yıllarıydı ve Goebbels farkındaydı bunun. Eğlenceye ihtiyaç vardı.

Dizideki padişah Gezi’deydi sanırım o yüzden oldu.

Harika,  işte bu harika. 

 

***

İstanbul, Temmuz 2015

Söyleşi: Halil Turhanlı & H. İlksen Mavituna

Türkçesi: H.İlksen Mavituna