Bıçaklara Yakın

-
Aa
+
a
a
a

David Wojnarowicz baskı altında geçen çocukluğundan, New York sokaklarındaki zorlu yeniyetmelik yıllarından, Amerikan rüyasının gölgesinde yaşadığı kısa hayatından beslenen sanatıyla damgalanmış bir azınlığın saklı tarihine katkıda bulundu. Sanatını aşağılamalara, şiddete ve cinsel ayırımcılığa duyduğu kızgınlıkla yaratan bu “öfkeli ibne”, “kişisel fantezilerini tarihsel projeyle” bağlantılandırdı, varoluşunu yeniden kurabileceği bir dil geliştirdi ve bir ruh haritası çizdi.

Wojnarowicz sanata 1970’lerin sonlarında East Village’deki yıkık dökük evlerin, Hudson nehri kıyısındaki metruk depoların duvarlarına püskürtme boyayla resimler yaparak başladı. 1980’lerin ortalarından başlayarak, özellikle de virüse karşı ölüm-kalım savaşı verdiği son döneminde, yüksek modernizmin estetik elitizm içinde etkisizleştirmeye çalıştığı avantgard’ın yeniden politikleşmesine önemli katkıda bulundu.

Çocukluğu Amerikan banliyölerinde, babasının yoğun ruhsal ve fiziksel baskısı altında geçti. Dargörüşlü insanları o şiddet dolu küçük dünyalarını güncesinde şu sözlerle dile getiriyor: “Cehennemin küçük bir uyarlaması olan banliyölerde büyüdüm ve Düzgün Biçilmiş Çim Tarhı Evreni’ni tanıdım. Orası, tarhı düzgün kırpılmış evde ikamet eden ve tapu senedini elinde tutan kişinin çizdiği sınırlar bir yanlışlık sonucu aşılmadığı müddetçe, işkence, aç bırakma, aşağılama, fiziksel ve psikolojik şiddet uygulama da dahil, akla gelebilecek herşeyin başkalarınca hiç engellenmeden gerçekleştirilebileceği bir yerdir. Eğer şiddet çim tarhının sınırları içinde kalıyor, çevredeki taşınmazları değerlerini azaltacak biçimde kirletmiyorsa herşey mümkündür, herşeye izin verilir.

İlk karısına fiziksel şiddet uygulayarak gaddarlık yapmış, ikincisine de öyle davranan bir babam vardı. Denizcilik yaparak kazandığı maaş çekiyle desteklediği ailesindeki her hayat belirtisini şiddet yoluyla yok ederdi. Benim büyüdüğüm evde gülemezdiniz, canınızın sıkıldığını söyleyemezdiniz, ağlayamaz, oyun oynayamaz, araştıramaz, bağımsız bir gelişme ya da büyüme belirtisi sayılacak hiçbir etkinliğe katılamazdınız. Komşularımızın evinin ötesinde bulunan ormanı keşfedişimi anımsıyorum. Ormanı ve gölü keşfettikten sonra oraya her fırsatta gittim. Ormanın dünyasında Düzgün Biçilmiş Çim Tarhı Evreni’ni düşünmezdim. Beş ya da altı yaşındaki bir çocuğun bodrum merdivenlerinden sürüklenerek aşağıya indirilişini, orada köpek zinciriyle ya da beşe on ölçüde kesilmiş bir kiriş tahtasıyla başına ve bedenine vurularak dövülüşünü aklıma dahi getirmezdim.”

Onaltı yaşında baba teröründen kaçarak New York’a gelen Wojnarowicz, karnını doyurabilmek için çelimsiz bedenini pazarladı. New York sokakları onun hem yuvasıydı, hem de savaş alanı. Bu şehrin sokaklarında yattı, sanatını da bu şehrin sokaklarında yarattı.

Wojnarowicz, New York’a adım attığı günden 1992 yılında otuzaltı yaşında AIDS’den ölünceye değin hep günlük tuttu. Günlüğün en çarpıcı sayfaları kuşkusuz, ölümün usul usul yaklaşmasını, virüse karşı savaşı yitirmiş dostlarının ardından duygularını dile getirdiği bölümdür: “Ölüm küçük dozlarda geliyor. Bazı günler güneş battığında bu oda bir ölüm mimarisine dönüşüyor. Gece, binaların arasından çıkıp geliyor ve pervazların çevresini kuşatıyor, cama sere serpe uzanıyor. Geldiğinde koyu ve ağır oluyor. Ve ben, bedenim o gözle görünmez virüsün başlattığı süreci izleyecek olduğunda çevremdeki bütün bu tahta, metal ve plastik eşyanın, lavaboların, abajurların, banyo kabininin, fincanların benden daha uzun ömürlü olacaklarını fark etmenin anlık şokunu yaşıyorum. Zaman masum ve yanıltıcı bir yapı olarak ortaya koyuyor kendini. İçinde yatışmaya çalıştığım sosyal manzara paramparça olup gözden kayboluyor. Parçalanan manzarada önceleri pek az tanıdığım, ama zamanla çok yakınlaştığım düzinelerce yüz var. Bu insanların yeryüzünde bir yerlerde yürüdüklerini, soluk alıp verdiklerini bilmek bana güven verirdi. Onlar bir inancın ya da inançlar yansımasının zihinde canlanmasını sağlıyorlar, onların her biri benden bir parça taşıyor ve son bir ay içinde ne zaman telefon çalsa bu insanlardan birinin öldüğünü öğreniyorum. İşte o zaman manzara yavaş yavaş aşınıyor; yerine aşk ve nefret, hüzün ve cinayet duygularının parçalarından oluşan bir anıt inşa ediyorum. Anıt, masumiyetin karnının baştan başa yarıldığı, yüreğinin sökülüp atıldığı, gözlerinin oyulduğu, dilinin koparıldığı, parmaklarının ezilip bacaklarının kırıldığı kutsal bir yer işlevini görüyor. Buranın temeline ölmüş ya da ölmek üzere olan her bir insanı tanımlayacak değişik öğeleri yerleştiriyorum.”

Wojnarowicz ölümünden bir süre önce, “Yokoloşumuza Tanıklık” adı altında düzenlenen, AIDS temasını ele alan ve NEA (Sanat İçin Ulusal Bağış Kurumu) tarafından desteklenen bir sergiye katılmıştı. Fakat, Ulusal Aile Birliği başkanı rahip Donald Wildman, Wojnarowicz’in sergide yeralan yapıtlarında müstehcen imgeler bulunduğunu ileri sürerek bir kampanya başlattı, senato üyelerine mektup göndererek bu soy yapıtlara federal bütçeden destek sağlanmasını yasaklayan “Helms Değişikliği”nin işletilmesini istedi. Kampanya etkili oldu ve NEA sergiye verdiği desteği geri almak zorunda kaldı.

“Helms Değişikliği”, Reagan yıllarında homofobiyi körükleyen ve bu tür kampanyaların başını çeken cumhuriyetçi Jesse Helms’in teklifiyle kabul edilmişti. Wojnarowicz onun eşcinsellere duyduğu marazi hisleri sorguluyor: “Helms, lezbiyenlerin ve eşcinsellerin güvenli seks konusunda bilgilendirilmeleri, AIDS konusunda eğitilmeleri için federal bütçeden sağlanan yardımın kaldırılmasını öngören tasarıyı hazırlayan ve yasallaştıran adamdır. Neden hiçbir gazeteci ya da çalışma arkadaşı Helms’e eşcinsellerin idam edilmeleri gerektiğine inanıp inanmadığını sormuyor? Neden kimseler bu baya, kendi cinsinden birine ilk kez kaç yaşında aşık olduğunu ve çevresindeki neyin onu böylesine ölümcül bir tepki duymaya yönelttiğini sormuyor?”

Wojnarowicz için AIDS ontolojik bir yaraydı. Teşhis konulduğu andan itibaren sadece virüse karşı değil, bu yarayı deşmeye ya da ona tuz basmaya çalışacak bir topluma karşı da mücadele etmek zorunda olduğunu biliyordu. Bu noktadan itibaren sanatı giderek politikleşti, onun için sanat yapmak politik eylemde bulunmakla ayırt edilmez biçimde içiçe geçti.

Wojnarowicz’in yapıtlarında yeniden ve yeniden beliren imgeler vardır. Parçalanmış dolar, yanmakta olan binalar, alevler içinde bir çocuk, kolları koparılmış ve yan yatırılmış bir gövde, uçurumdan yuvarlanan buffalolar, bir şehrin yıkıntıları arasında sevişen iki erkek, dev karıncalar, akbabaların yemekte olduğu bir at leşi, trenler, yüzünde hedef tahtası olan bir adam, cenin, mikroskopik bir virüs, ıssız korular… Bunların çoğu “bulunmuş imgeler”di. Wojnarowicz onlardan kolajlar oluşturdu, onları yeniden bağlamlandırdı.

Sokaklara püskürtme boyayla yaptığı resimlerle bir tür gerilla estetiği yaratan Wojnarowiczs uzun süre, kapılarını sadece kurumlaşmış avantgard’a açan ve bu özelliklerinden dolayı da Craig Owens’ce “kapalı sistemler” olarak adlandırılan galerilerin, müzelerin dışında kaldı. Bu konuda, sanata sokakta başlamış diğer sanatçılardan, örneğin Jean-Michael Basqiat ve Keith Haring’den daha uzlaşmasız davrandı. Ancak yaşamının son döneminde ve kısmen “kapalı sistemler” içine girebildi.

Fakat, Wojnarowicz eleştirilerini Jesse Helms gibi kampanyaların başını çekenlerle sınırlandırmıyordu. Ahlakçı çoğunluğun (William Burroughs’un nitelemesiyle, ‘moron çoğunluğun’) desteği olmaksızın bu tür kampanyaların etkili sonuçlar doğuramayacağını gayet iyi biliyordu. Dolayısıyla, en keskin eleştirilerini Amerika’nın çirkin çehresini oluşturan, akılalmaz bir günah keçisi yaratma mekanizmasının işleyişine büyük katkıda bulunan insanlara, onların ikiyüzlü ahlak anlayışına, küçük ve kirli dünyalarına yöneltti: “Eğer size bir eşcinsel, bir ibne olduğumu söylersem bana kızar mısınız? Bu çok yalın ifşa karşısında hayatım boyunca değişik tepkiler aldım. Çoğu zaman merak etmişimdir, cinsel kimliğimi açıkca dile getirdiğimde acaba alnımda İBNE yazısı mı okunuyor? Ayrıca, bu ifşanın bazılarının başka şeyleri duymalarını engelleyip engellemediğini de merak etmişimdir. İbne olduğumu açıklamam bütün diğer herşeyin değerini mi düşürüyor? Baştan savmak, Amerika’da bir politikadır. Şu bizim seçilmiş ‘temsilcilerimiz’ başka insanların yıllarca, on yıllarca, yüz yıllarca önce yarattığı, tarih öncesine ait bir ahlak yasasına dayalı, otomatik olarak işleyen bir semboller sistemi ortaya koyuyarlar. Bu ahlak yasası bukalemun gibi. Yasanın amacı onu kullananların saçma arzularına göre değişiyor, eğilip bükülüyor. Bu ülkede seçilmiş temsilcilerin herhangi bir toplumsal sorunu ahlak yasasındaki sembollerden biriyle bağlantılandırmaları yetiyor; söz konusu sorundan doğrudan etkilenmeyen insanlar kendilerini uzakta ve emniyette hissediyorlar. Eğer sokaklarımızda evsiz yuvasız insanlar varsa, bu onların suçudur; çünkü, onlar böyle yaşamayı seçmişlerdir. Eğer AIDS gibi bir hastalık varsa bunun suçu elbette ki mikrobu kapanlardadır; çünkü onlar böyle bir hastalığa yakalanmayı seçmişlerdir. Eğer üç siyah adam bir beyaz adam tarafından metro treninde vurularak öldürüldüyse suç ölenlerdedir; onlar herhangi bir nedenle vurulmak istemişlerdir. Ve hayat böyle sürüp gider. Çoğu insan, en azından görünüşte, bu ahlak yasasını benimsiyor. Böylelikle kendilerini evsizlik, AIDS, sağlık yardımlarının yapılmaması, yaygın suç, açlık, işsizlik, ırkçılık, cinsiyetcilik gibi nice berbat olayın ve sorunun dışında hissediyorlar. Her gece temiz odaları ve sağlam duvarları olan bir evde, bir apartman dairesinde ya da bir otel odasında uyumaları, gündelik rutinlerinin tekrarlanan düzenli yapısı onlara dışarıda olupbitenlerin bozamayacağı bir emniyet hissi veriyor.”

Kendi de genç yaşta AIDS’e yenik düşen sanat kuramcısı ve eleştirmeni Craig Owens, baskılanmışlar arasındaki ittifakın özgürleşebilmek bakımından yaşamsal önem taşıdığına dikkat çekmiş, Jean Genet’nin Filistinlilere ve Kara Panterler’e verdiği desteği anımsatarak baskılanmış olmanın doğurduğu “Genet(ik) bağ”dan söz etmişti. Owens’e göre homofobi ve misojeninin (kadın düşmanlğının) bir madalyonun iki yüzü olmalarından dolayı eşcinsel erkeklerle feministler arasındaki ittifak özellikle önemlidir.

Wojnarowiczs resimleri, fotoğrafları, filmleri ve yazılarıyla Owens’inkilere benzer düşünceleri dile getirdi. Wilde davasından bu yana modern toplumun homofobiyi bir infaz biçimi olarak benimsediğini, bunu eşcinsellere uygulamakla kalmadığını, “zorunlu heteroseksüellik” yoluyla bütün toplumun baskı ve disiplin altına alındığını vurguladı.

Wojnarowicz’in sanatı ütopyacı bir vizyonu yansıtıyordu. Radikal alt kültürler arasında sıkı bir ittifak öneriyor, radikal çoğulculuğu öngörüyordu.

26 Ekim 2001