“Yerli halk, göçmenlerle aynı kaderi paylaşıyor.”

-
Aa
+
a
a
a

Osman Elbek ve Kayıhan Pala’nın gündeminde pandemi, salgın ve sağlık hizmetleri çerçevesinde Türkiye’deki göçmenlerin durumuna dair araştırmalar vardı.

Pandemi ve göçmenlerin sağlığı
 

Pandemi ve göçmenlerin sağlığı

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Osman Bey, Kayıhan Bey. Bugün özel bir program yapıyoruz. Değil mi?

Osman Elbek: Evet, her zamanki gibi Türkiye ve dünyanın pandemi gündemini özetleyip uzun zamandır konuşmayı istediğimiz göçmen konusunu konuşmak, pandemi ortamında göçmenlerin sağlığına ve pandemiye yaklaşımı gündeme getirmek istiyoruz. Türkiye’de göçmenlere dair giderek artan bir ırkçılık var.

Pandemiye bakarsak 2 hafta önce balayı döneminde izlemiştik. En azından Avrupa’da balayı bitti. Geçtiğimiz hafta Avrupa’daki vakalarda yüzde 8’lik artış oldu. Almanya ve Fransa en çok vaka saptanan 5 ülke arasına girdi. 9 Ekim verilerini değerlendiren Dünya Sağlık Örgütü, dün akşam yayımladığı raporda dünyada en çok vaka saptanan 5 ülkeden 3’ünün Avrupa’da olduğunu açıkladı. Almanya birinci, Fransa üçüncü, İtalya ise beşinci. John Hopkins Üniversitesi’nin verilerine bakarsak son 7 günde Avrupa’da yüzde 18 oranında vaka artışı gözlendi. Başı Almanya çekiyor, günlük 100 binin üstünde vakayla mevcut vaka sayısını ikiye katlamış gibi duruyor. Bu yüzden Avrupa’da yeni bir dalganın ortaya çıktığını söylemekten imtina etmemek lazım. Bunun bizim açımızdan doğrudan belirleyici özelliği var. Çünkü yaklaşık 4 hafta sonra da Türkiye’yi etkiliyor bu dalgalar. Etkilemeye başladığını da ifade edebiliriz. Bakanlık vakalar azalırken günlük, haftalık açıklıyor vaka sayılarını. En son 2 Ekim’de açıkladı. Bugün itibarıyla haftalık açıklanacaktı. Bir gecikme var, bu da kişisel deneyimim itibarıyla vakaların arttığına işaret ediyor. Bunun dışında rakamsal artış var. 12-18 Eylül haftasına göre, 26 Eylül-2 Ekim haftasında yüzde 8 oranında vaka artışı görüyoruz. Bir takım dezavantajlarımız var; örneğin aşılamada istediğimiz noktada değiliz. İkinci doz aşılama oranımız yüzde 64, üçüncü dozda ne yazık ki yüzde 34’e, takip eden dozlarda ise yüzde 16’ya düşüyor. Omicron varyantını kapsayan mRNA aşımız ve Bivalan dediğimiz daha etkili aşı ne yazık ki Türkiye’de yok. Yine kronik sorunlarımızdan biri, 12 yaş altına aşı hakkının olmaması. Böyle bir ortamda Covid-19 tedbirlerinin alınmadığını zannetmeyelim. Siyasi iktidar elinden geldiğince tedbirlerini alıyor. Biliyorsunuz bir müzik kısıtlaması vardı. Geçtiğimiz hafta içerisinde de açık cezaevindeki hükümlülerin izinleri 2 ay uzatıldı. 200 bin civarında hükümlü, 15 Nisan 2020’den bu yana izinde. Türkiye, müzik kısıtlaması ve cezaevi izniyle halk sağlığı tedbirlerini alıyor. Kişisel olarak benim dinleyicilerimize tavsiyelerim olacak: Kapalı ortamlarda mutlaka mümkünse FFP2, N95 dediğimiz koruyuculuğu yüksek maske, o yoksa tıbbi maske taksınlar. Yumurta alerjisi olmayan kişiler, risk gruplarını önceleme şartıyla, grip aşısı ve son aşının üzerinden 4 ay geçmişse Covid-19 hatırlatma aşısı yaptırsın. Sıkı bir dalga geliyor gibi görünüyor. Kayıhan, sen ne dersin?

Kayıhan Pala: Ben senin söylediğin önlemlerin halk sağlığı önlemleri içerisinde değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Sen orada bir gönderme yaptın. Ama bazen bu göndermeler dinleyiciler tarafından iyi anlaşılmıyor. Sonra da epey mesajla karşı karşıya kalıyoruz. “Siz bunu nasıl halk sağlığı önlemi olarak adlandırırsınız?” diyorlar. İşin doğrusu Türkiye’de herhangi bir halk sağlığı önlemi alınmıyor. Senin verdiğin rakamlar, özellikle Avrupa bölgesindeki vaka ve ölüm sayılarındaki artışın artık Türkiye’de gündemde olduğunu, önümüzdeki haftalarda ise daha fazla gündemde olacağını gösteriyor.

Bakanlığın verileri dışında bizim gözlemlerimiz de var. Örneğin çevremizde tekrar tanı konmuş Covid-19 hastalarının varlığı, ölümlerdeki artış eğilimi sürecin zora girebileceğini söylüyor. Bizim aylardır burada dile getirdiğimiz şu: Eğer Covid-19, grip hastalığıyla birleşirse bir ikiz pandemi sorunu karşımıza çıkabilir. Bu iddianın Batı’da analizinin yapıldığını ve sonucun can sıkıcı bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Türkiye’de henüz bu veriler karşımızda yok. Ama öyle anlaşılıyor ki bu yılın son çeyreği ve 2023’ün ilk çeyreği hem grip hem de Covid-19 açısından canımızı sıkacak.

O.E.: Pandemi kadar, hassas ve kırılgan grupların sağlığına da dikkat çekmek istiyoruz. Bu kapsamda göçmenler uzun zamandır aklımızdaydı. Türkiye’de resmî ve gayri resmî araştırma ve haberlerden veri analizi yapmaya çalıştık. Bir takım verileri derleyerek karşınıza gelmek istedik. Pek çok kaynağımız var ama onlardan birini özel olarak vurgulamak isterim. Göçmenler konusunda bir tartışma yapabilmek için kamuoyuna 2020’den bu yana düzenli veri sunan, araştırma yapan, birebir görüşen ve bunları belgeleyen Gaziantep Üniversitesi Sosyoloji Anabilim Dalı’nın altını çizmek lazım. Kürsü başkanı Mehmet Nuri Gültekin’in, ki araştırmaların çoğunda da imzası var, ve bu üniversitenin yaptığı araştırmaları Türkiye’de veriye dayalı konuşabilmek için gündemde tutmak lazım. Biz hem bu araştırmalardan hem de farklı araştımalardan yararlanarak göçmen sağlığı ve göçmenler ile Covid-19 ilişkisi üzerine konuşmak istiyoruz.

Göçmen denildiğinde Türkiye’de ne yazık ki ötekileştirilen, değersizleştirilen, en dipte yaşayanlardan bahsediyoruz. Sağlığı etkileyen bir parametre olarak bakarsak Türkiye’de nüfusa oranla daha fazla göçmen barındıran Antep, Hatay, Urfa, Kilis bölgesinde daha genç bir yaş grubunu tanımlıyoruz. Temel eğilimleri burada yaşayan insanlara benzer. Göçmen deyince herkesin aklına “tavşan gibi ürüyorlar” şeklinde insanlık dışı cümleler geliyor. Halbuki veriler göçmenlerin, ki burada kastedilen Suriyeli göçmenler, hane halkı nüfuslarının yıllar içerisinde azaldığına işaret ediyor. Aslında bu da bir toplumsal gerçekliğe karşılık geliyor. Sağlık konusunda da, sağlığın sosyal belirleyicileri ve gelir çok önemli. Bu yüzden istihdam çok önemli. Suriyeli göçmenlerle bölgenin yerel insanı arasında istihdam konusunda çok ciddi farklılıklar yok. Örneğin kadın istihdamı konusunda hem Suriyeli göçmenlerde, hem yerli nüfusta oran çok düşük. Neden kadınlar gelir getirici bir işte çalışamıyor? İki grupta da benzer iki sorun var: Çocuk bakıyorlar ve ailenin “reisi” çalışmalarına izin vermiyor. Göçmenlerle yerli nüfusu ortaklaştıran bir diğer sorun da kayıt dışı çalışma. Her iki grupta da çok yüksek. Tabii ki bu Suriyelilerle yerlilerin her durumda eşit olduğuna işaret etmiyor. Suriyelilerde emek sömürüsü daha fazla, haftanın her günü en az 12 saat çalışıyorlar. Yerli nüfusa göre daha fazla çalışıyorlar ve ev sahipliği, evde dayanıklı tüketici mallara sahiplik daha az. Örneğin her iki grupta da internete erişim oranı çok düşük. Bu çok önemli çünkü Covid-19 sürecinde Türkiye, eğitimi internet üzerinden yapmayı düşünmüştü. Yine iki grubu ortaklaştıran temel sorun faturaların ödenememesi, gıdanın karşılanamaması. Aslında iki grubu da ekonomi yakıyor. Göçmenleri ayrıca kira sorunu yakıyor çünkü ev sahipliği oranları çok düşük. Sağlık hizmetine dair de birkaç veri paylaşmak istiyorum. Her iki grubun da kaderi ortak: 1 ve 5 yaş altında çocuk ölüm oranları benzer düzeyde çok yüksek. Sağlık hizmeti kullanım oranları benzer. Sağlıkta okuryazarlık, gerçek ve nitelikli sağlık bilgisine ulaşma her iki grupta da çok düşük. Yine her iki grubun yaşlılarına sorulan “Destek alıyor musunuz?” ve her yaş grubuna sorulan “Psikolojik destek alıyor musunuz?” sorusuna her iki grupta olumsuz yanıt verenlerin oranı çok yüksek. Suriyelilerin daha dezavantajlı olduğu noktalar şunlar: Sağlık sistemine kayıtları çok az, özellikle aile hekimlerine. 0-6 yaş aralığındaki çocukların tam aşılanma oranları düşük. Türkiye’de yerli nüfusun, özellikle o bölgede 0-6 yaşın tam aşılanma oranları da düşük. Burada da bir kader ortaklığı var. Hizmete erişim her iki grupta da benzer şekilde gelişiyor. Bu anlamda sağlık hizmetinin görece bir eşitliği var ancak erişim zorluğu nedenleri çok farklı. Örneğin yerli nüfus “Muayene randevusu alamıyorum” derken Suriyeliler “Ben çok zor alıyorum, dil bariyeri yaşıyorum ve sağlık çalışanları tarafından ayrımcılığa maruz kalıyorum” diyor. Sağlık çalışanları üzerine çok düşünmemiz lazım. Türkiye’de kendi mahallemizin dillerine, Arapça’ya, Kürtçe’ye, Zazaca’ya kapalı, kör, sağır ve dilsiz bir toplumuz. Halbuki sağlık hizmetinin çok temel bileşenlerinden biri dildir. 

Ö.M.: Bir tercüman sağlanması sorunu mu var?

O.E.: Tercüme desteği alamayanların oranı yüzde 71. Türkiye’de Covid-19 veya genel sağlık konusunda, Sağlık Bakanlığı tarafından anadili Türkçe olmayan herhangi bir doküman bugüne kadar yayımlamadı. Bu çok büyük bir problem. Hasta merkezli sağlık hizmetini önleyen bir şey.

K.P.: Osman bu senin sözünü ettiğin araştırma gerçekten çok değerli. Yaklaşık 10 yıldır birlikte yaşadığımız Suriyeli sığınmacılara ilişkin özellikle sağlık alanında çok sınırlı veri var. AFAD zaman zaman kamplarda yaşayanlarla ilgili verileri açıklıyor. AFAD’ın verilerine baktığımızda, ki kamplarda sığınmacıların çok az bölümü yaşıyor, iki temel sonuç açıklanmış sağlıkla ilgili: Sağlık hizmetlerine erişim çok düşük. Kadınlarda daha da düşük. Ayrıca sağlık hizmetlerine erişenlerin de ilaca erişimleri düşük. Dolayısıyla diğer toplumsal alanlarla bir entegrasyon söz konusu olmadığını, temel bir insan hakkı olmasına rağmen sağlık hizmetine erişimle ilgili ciddi sıkıntılar olduğunu görüyoruz. Bu araştırmalar büyük kentlerin çeperlerinde yaşayan sığınmacıları kapsayacak şekilde genişletilirse sonuçların çok daha büyük sıkıntıları karşımıza çıkarabilme potansiyeli olduğunu görüyorum. Örneğin 2018’de Türkiye Nüfus Sağlık Araştırması kapsamında yayımlanan “Suriyeli sığınmacı ailelerin çocuk ve bebek ölüm hızı” verisine baktığımızda, Türkiye genelindeki bebek ölüm hızıyla kıyaslandığında neredeyse 2,5-3 kat daha fazla. O ailelerde doğan bebeklerin bir yıl içerisinde hayatını kaybettiğine tanıklık ediyoruz. Gerçekten bu konu üzerine hepimizin ciddiyetle düşünmesi, hiç olmazsa eğitim ve sağlık gibi temel alanlarda sığınmacıların gereksinimlerini karşılayacak bir kamusal hizmet yöntemini bir an önce hayata geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Özdeş Özbay: Göçmen dayanışma mücadelelerine omuz vermeye çalıştığım için hatırladığım bir ayrıntı var: Sığınmacıların merdivenaltı sağlık oluşumlarına gitmek durumunda kaldığını görüyoruz. Türkiye’de sığınmacı göçmenler arasında sağlık çalışanı da var. Onlar için de bu tarz merdivenaltı yerler bir istihdam alanı. İnsanın ne diyeceğini, ne düşüneceğini bilemediği karmaşık bir durum. 

K.P.: Bu politika baştan eleştirilebilir. Ama sonuçta çocuklar, kadınlar bu politikaya karar verici olmadıkları hâlde yenik düşmüş insanlar. Bu bölgelerde Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları da sağlık hizmetlerine erişim açısından ciddi sorunlar yaşıyor. Örneğin o bölgedeki bebek ölüm hızlarına baktığımızda Batı ve Doğu arasında çok ciddi fark olduğunu görüyoruz. Hem sağlık hizmetlerine erişim hem de sağlığın sosyal belirleyicileri açısından ciddi eşitsizliklerin olduğu görülüyor. Ve maalesef eşitsizliklerin de durağanlaşmasını bir kenara bırakın, giderek arttığı bir döneme tanıklık ediyoruz.

O.E.: Şair Behçet Aysan’ın dediği gibi, “Bir cehennemde yaşıyoruz, başka bir cehennem yok ve o cehennemi paylaşıyoruz.” Bu yüzden birbirimize karşı öfkelenmek yerine birlikte bu cehennemi düzeltebilmenin yollarını aramak lazım. 

Covid-19 bağlamında göçmen ve yerli nüfusu analiz ettiğimizde Gaziantep Üniversitesi Sosyoloji Ana Bilim Dalı’nın yaptığı bir araştırma var. Verilerimi bu araştırmaya dayandıracağım. Yerliler de, Suriyeli göçmenler de Covid-19 bilgisini en çok televizyondan alıyor. Sonra arkadaşından ve komşudan alıyor, arkasından sosyal medya geliyor. Kamusal otoriteler, meslek örgütleri, uzmanlık dernekleri bu ilk üç sıralamaya girmemiş. Sosyal medya çok önemli, bugün itibarıyla “Dezenformasyon Yasası”nı konuşuyoruz. Orada yapılabilecek müdahalelerin toplumun bilgilenme hakkını da doğrudan ihlal ettiğini söylemek mümkün. 

“Etrafınızda Covid-19 testi pozitif çıkan var mı?” sorusuna Suriyeli göçmenler çok daha az oranda “evet” yanıtı veriyor. Bu, Suriyeli göçmenlerin daha az hastalığa yakalandığına işaret etmiyor, test sayılarında ciddi düzeyde bir farklılık olduğuna işaret ediyor. Aslında teste ulaşım hastanın tanısını belirliyor. Bu yüzden test ulaşımında bir problem olduğunu düşünebiliriz. Ama Suriyeli göçmenler de yerli nüfus da tanı konduktan sonra benzer bir tedavi etkinliğine maruz kalıyor. Bu anlamda sağlık hizmetinin görece eşitlikçi olduğunu ama tanısal metotlarda ciddi bir farklılık olduğunu söylemek mümkün. PCR ulaşımı konusunda ise kamu çok önemli bir rol üstleniyor. Göçmenler de yerli nüfus da “En çok kamu hastanelerinden yararlanıyoruz” diyorlar. Ancak teste ulaşamama nedenleri farklı. Hem yerli nüfus hem de göçmenler “Teste ulaşamamamızın en önemli nedeni para” diyor. Çünkü “Hastaneye gidebilmek için bir ulaşım aracı kullanmam, para ödemem lazım. Param yok” diyorlar. Bu da testlerin Güney Kore’de, Çin’de, Vietnam’da olduğu gibi toplumun içine yayılmasının ne kadar önemli olduğuna işaret ediyor.

Ayrıca kamu hastaneleri dışında teste para alınmasının çok büyük bir sorun olduğu ifade ediliyor. Teste gitmeyi tercih etmemenin bir diğer sebebi “Hastaneye gittiğim zaman bana virüs bulaşabilir” korkusu. Bu da sağlık kurumlarımızın niteliğinin artırılmadığının ve güvenli kurumlar hâline dönüşmediğinin işareti. Ayrıca testlerin kamu sağlık kurumlarının dışında da yapılabilmesinin ne kadar önemli olduğuna işaret ediyor. Görebildiğimiz kadarıyla yerli nüfus da düzensiz sayılan göçmenler de Covid-19 sürecinde yaşlıların ihmal edildiğini, kadınların şiddete uğradığını ifade ediyor.

Benzer bir şekilde, “Covid-19 hayatınızda ne gibi zorluklara yol açtı?” dediğiniz zaman göçmenler de yerli nüfus da ilk sırada, “Yoksulluğa neden oldu, ekonomik durumumuzu bozdu” diyor. Çocuk işçiliğinden dert yanıyor ve bu durumun travmalara, fiziksel şiddete sebep olduğunu belirtiyorlar. Bu durum bir kere daha sorunların ortak olduğuna işaret ediyor. Her iki grup da sağlıktaki en belirgin şikayetini ücret talebi olarak tarif ediyor. Ayrıca neoliberal sağlık paradigmasının sağlıkta dönüşümün yarattığı katkı paylarından şikayet ediyorlar. Bu da yine ortak bir soruna işaret ediyor. Geleceğe dair kaygıları sorulduğu zaman ise iki grubun da en büyük kaygısı ekonomi, hayat pahalılığı ve enflasyon. Bir diğer sorunda ise ayrılıyorlar: Yerlilere göre Türkiye’nin kaygılanması gereken en önemli sorunlardan biri Suriyeliler, Suriyelilere göre ise kira ücretlerinin yüksek olması. Aslında ortaklaşılan çok büyük bir alan var: Neoliberal sağlık paradigması, katkı payları, enflasyon, hayat pahalılığı ve Suriyeliler özelinde de onlara yönelik ayrımcılık ve dil sorunu.

Suriyeli göçmenlere, “Bu kadar soruna rağmen başka bir ülkeye gitmeyi düşünür müsünüz?” diye soruluyor. Farklı araştırmalarda farklı sonuçlar var ama yaklaşık yüzde 25-30 oranında “Evet, gitmek istiyorum” cevabı veriliyor. “Koşullarınız iyileşirse Suriye’ye tekrar dönmek istiyor musunuz?” sorusuna kabaca 10 Suriyeliden 4’ü “Evet” diyor, 4’ü ise “Artık gitmem” diyor, 2’si de gri alanda. O zaman şöyle bir projeksiyon yapabiliriz: Her şey iyi gitse, koşullar iyileşse, Suriye’de savaş bitse bile Suriyeli göçmenlerin en az yarısı bu ülkede kalacak. O zaman ya onlarla birlikte, onları dışlamadan, onları dahil ederek, onlarla ayrımcılık politikalarını konuşarak bu neoliberal sağlık sistemine, enflasyona ve hayat pahalılığına karşı başka bir yol önereceğiz yahut birbirimizi yiyeceğiz. Temel sorunumuz bu. Ben ilkini yapabileceğimiz sosyal, siyasi bir hayat görüşünün ortaya çıkmasından tarafım. “Cennetimizi göçmenlerin çaldığı” hissiyatından hızla çıkmamız gerektiğini düşünüyorum.

K.P.: Gerçeklikten uzak yaklaşımlar, ırkçı, insanlığa yakışmayan tutumlarla sürecin gölgelenmesine izin vermemek gerekir.

Ö.M.: İktidarın dışında kalanların, muhalefetin bu konudaki izlenimi nedir? Ne yapacaklarına, ne yapılması gerektiğine dair bir açıklama oldu mu?

K.P.: Genel olarak Suriyeli sığınmacıların tekrar ülkelerine dönmelerini sağlayacak bir politikadan söz ediliyor.

Ö.Ö.: Hem de “davulla, zurnayla” deniyordu.

“Bu topraklarda yaşayan herkesi kapsayan bir sosyal politika anlayışına ihtiyaç var”

K.P.: Evet, eğer bu olacaksa kimsenin itirazı olmaz. İnsanlar, Suriye’de barış sağlandığında kendi yurtlarına dönmek istiyorlarsa elbette bu herkes için kabul edilebilir. Ama burada kalma ısrarı olan, burada doğmuş, burada doğmaktan kaynaklanan bazı hakları olan yüzde 40’lık bir kesimden söz ettik. Zaten 10 yıldır birlikte yaşıyoruz, entegrasyonu ciddi ciddi tartışmamız gerekir. Bu entegrasyonu tartışırken de yoksulluk ve yoksullukla ilgili ülke yurttaşlarının durumunu da gündeme getiren bir perspektife ihtiyaç var. Osman’ın verilerle çok iyi açıkladığı gibi, burada paylaşılan ortak durum yoksulluk ve yoksunluk. AB veri setine baktığımızda, 2020 yılı için konuşuyorum, Türkiye’de yoksunların oranının yüzde 40’ın üstünde olduğuna ilişkin bir tahmin var. Yani kendi yurttaşımızı ve burada kalmak zorunda olan, burada kalmayı tercih eden, bu topraklarda yaşayan herkesi kapsayan bir sosyal politika anlayışına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

O.E.: Yeni bir bakış açısına ihtiyacımız var. Benim iki kuşak öncem Girit’ten gelmiş. Annem ve babam burada doğmuş, ben burada doğmuşum. Bu yüzden yerliyim ama bir kuşak öncesi başka bir yerde doğan Suriyeli Ahmet bir yabancı. Bunların dışına çıkan, Anadolu’nun gerçekten bir halklar kapısı, bir köprü olduğunu ifade eden, bu ülkede yaşayan herkesi kapsayan, gerçekten kimsesizlerin kimsesi olan bir ülkeye, dünya ve tahayyüle ihtiyacımız var. Avrupa’ya da dünyaya da bunu anlatmaya ihtiyacımız var. Sorunları ortak olan insanlar birbirlerine karşı hasımlık ilişkisi kurmak yerine dayanışarak bu ülkenin de bu dünyanın da kaderini değiştirebilir. Yoksa hakikaten önümüzde bir barbarlık çağı açılıyor. 

K.P.: Barbarlık çağı dediğin zaman, iklim krizinin etkilerini de eklemek gerekecek. Dünya bu sürece bir set çekemezse yerinden edilme artık bütün dünyanın gündeminde olacak. 50 yıl sonra yeryüzü varlığını sürdürüyor olursa, o zamanın kuşakları bugün konuştuklarımıza gülerek bakacak.

Birkaç gün önce Oxfam’ın eşitsizliği azaltma taahhüdünün 2022 yılı endeksi yayımlandı. 161 ülke sıralandı bunlar içerisinde maalesef Türkiye 74. sırada. Raporun gösterdiği en önemli şey şu: Covid-19 pandemisi özellikle en yoksul ve savunmasız kişileri etkilediği için dünyada bir yandan eşitsizlik artarken bir yandan da sosyal belirleyicilerle ilgili kaynaklarda bir azalmaya gidilmiş oldu. Dün yayımlanan,Lancet Global Health Dergisi’ndeki makaleden atıfla şu soruyu sormak lazım: “Dünyada kimin yaşayıp kimin öleceğine kimler karar veriyor?” Çünkü şu anda gerçeklik buna karar verenlerin Big Pharma’nın CEO’ları olduğu biçiminde.

Ö.M.: Yani büyük ilaç şirketlerinin, devlerinin yöneticileri.

K.P.: Büyük ilaç şirketlerinin CEO’ları bu kararı veriyormuş gibi görünüyor. Başka kimler bu kararlar içerisinde önemli rol oynuyor? Burada da STK’lar üzerinden tartışma yürütülüyor. Bazı büyük STK’ların ulus devletlerden veya hükümetlerarası kuruluşlardan daha etkili rolleri var. Örneğin raporda Bill & Melinda Gates Vakfı, Gavi, Welcome Trust ve Salgın Hazırlık Yenilikleri Koalisyonu’nun 2020’den bu yana Covid-19 salgınıyla mücadele için 10 milyar dolar harcadığı tespit edilmiş. 2020-2021 için DSÖ’nün bütçesi 9.4 milyar dolarla bunun altında kalıyor. Dolayısıyla bu süreçlerde “ister istemez” bir takım STK’lar, ilaç firmaları, aşı üreticileri gibi şirketlerin daha ön plana çıkması hem sağlık hizmetine erişim hem de aşı tedirginliği açısından ciddi bir problem oluşturmaya başladı. O yüzden de dünyanın yalnızca daha iyi sağlık sistemine değil, küresel kapitalizmi sorgulayan ve eşitlikçi bir sisteme ihtiyacı var.