Post Öykü ve yeni muhafazakâr edebiyat

-
Aa
+
a
a
a

Hüsna Baka’yla Post Öykü dergisi üzerinden yeni muhafazakâr edebiyat alanını konuşuyoruz.

Post Öykü dergisi ve yeni muhafazakâr edebiyat
 

Post Öykü dergisi ve yeni muhafazakâr edebiyat

podcast servisi: iTunes / RSS

Hasan Turgut: Post Öykü Edebiyat Dergisinde Modernlik, Gelenek ve Müzakere” başlığını taşıyantezinde bir grup muhafazakâr yazarın Post Öykü dergisindeki faaliyetlerine bakıyorsun. Öncelikle bu alanı senin için tercih edilesi kılan neydi ve ilk etapta ne tür yazarlık tutumlarıyla karşılaştın?

Hüsna Baka: Post Öykü’yü çalışmayı benim için cazip kılan ilk şey, yekpare bir görüntüsünün olmaması, farklı seslerin, kuşakların, yaklaşımların bir araya geldiği canlı bir mecra olmasıydı. Dergi içindeki bu farklılıklar arasındaki gerilimleri anlamaya çalışmak, dinamikleri incelemek çok cazip geldi bana. Postmodernist edebiyattan büyülenen, öykülerinde postmodernist anlatı biçimlerini, dil oyunlarını, alaycılığı kullanmayı seven, Calvino’yu, Borges’i, Cortazar’ı büyülenerek okuyan, onlardan büyülenerek bahseden çoğu daha yirmilerinde, hatta yirmilerin başlarında olan genç edebiyatçıları anlamaya çalışmak ilginç göründü. Bu genç öykücüler hem postmodernist anlatı tekniklerini kullanıyorlar hem de postmodernizm hakkında düşünüyorlar, postmodernizmin kendileri için bir olanak olup olmadığını tartışmaya açıyorlar. Ama sadece bu gençlerin sesi de yok dergide, onları uyaran, yol göstermeye çalışan, onlarla aynı edebi eğilimleri paylaşan ama kendilerini daha farklı konumlandıran, daha farklı bir yerden inşa etmeye çalışan üst kuşaklar da var. Gençler postmodernizmin sunduğu müphemliğin, geçişkenliğin, bir arada oluşların, çoğullukların bulunduğu çerçeveyi heyecanla karşılarken üst kuşak daha temkinli, sınırların belirsizleşmesini bir tehdit olarak görüyorlar, bir referans noktasına, hakikatten söz etmeye ihtiyaç duyuyorlar. Gençleri “kapılma”ya karşı uyarma gereği duyuyorlar. Sadece bu kuşak gerilimi değildi ilgimi çeken, dergi sayfalarında Müslümanlığın nasıl kurulduğu, nasıl tartışıldığı da çok ilgimi çekti. Hem gençler hem de üst kuşak için Müslümanlık önemli, vurgulanan bir şey. Üst kuşak için Müslümanlık bir sorumluluk demek, ürettikleri edebiyatı her bakımdan belirlemesi gereken bir referans çerçevesi. Hem konu seçimleri hem temalar hem de kullandıkları dil, anlatım teknikleri bu çerçeve ile uyumlu olmalı. Ama gençler için böyle değil, başta hiçbir politik anlamı yok artık, İslamcılığın söylemlerini tamamen terk etmişler, Müslüman bir toplum, İslami bir kamusal alan tahayyülleri yok. Müslümanlık onlar için daha ziyade kültürel bir arka plan, içinden geldikleri, benliklerinin bir parçası olarak kabul ettikleri, onları kültürel olarak besleyen bir kaynak. Kendilerini aidiyet kurdukları bir geleneğin parçası olarak görüyorlar. Hatta bu kaynağın verimli bir edebi malzeme de olabileceğini düşünüyorlar. Dinî menkıbeleri, tasavvufî unsurları malzeme olarak kullanmayı deniyorlar. Fakat onlar için hâlâ bazı sınırlar anlamına geliyor bu aidiyet, mesela cinsellik rahatça sözünü edebildikleri bir konu değil. Farklı cinsel yönelimlerden zaten hiç söz edilmiyor. Müslümanlıklarını kurma biçimleri genç kuşağın genel edebiyat kamusundan beklentilerini de şekillendiriyor. Çok katı, her anlamda belirleyici dinsel bir referans çerçeveleri yok, okurlarından da böyle bir çerçeveyi benimsemelerini beklemiyorlar fakat buna karşılık okurlardan, genel edebiyat kamusundan, seküler okurlardan kendilerini, kendi sundukları biçimde kabul etmelerini istiyorlar. Yani “benim edebiyatımın amacı dinsel bir söz söylemek,  bu sözü yaymak değil, hidayet edebiyatı yapmıyorum ama Müslümanlığı kimliğimin kurucu bir unsur olarak önemsiyorum, bunu edebiyatımda görünür kılmaktan çekinmiyorum ve tam da bu şekilde edebiyat kamusunun bir parçası olarak kabul görmek istiyorum” diyorlar.

H.T.: Derginin ilk yıllarında daha heterojen bir yazar havuzuyla karşılaştığımızı söylüyorsun. Seküler kesimden isimlerin de kendilerine Post Öykü’de yer bulduklarını ancak bu kapsayıcılığın peyderpey muhafazakârlık lehine bir daralmaya ulaştığını görüyoruz. Derginin ilk yılları Pazar Postası, Papirüs ve Yönelişler gibi dergilerde de gördüğümüz çeşitliliği yansıtıyor. Dindar ve dindar olmayan aktörler bir arada bulunabiliyorlar ki Barış Büyükokutan, Bound Together kitabında bu bir aradalığa “içerici sekülerlik” [deep secularity] diyor. Sık sık kurulan bu ortaklık zeminlerini ve bunların dağılmasını nasıl açıklayabiliriz?

Mitlere, fantazyaya ve postmodernist anlatıya yer veren bir dergi

H.B.: Post Öykü’nün böyle bir ortaklık zemini kurar gibi olmasının temel nedeni bilinçli bir çabayla muhafazakâr edebiyat kamusunun hem içine hem de dışına seslenmeye, o sınırı bulanıklaştırmaya çalışmasıydı. İlk ortaya çıktığında postmodernizm, postmodernist edebiyat üzerine düşünen, kafa yoran, bir yandan da, “biz kimiz, nasıl Müslümanlarız?” sorularını da soran bir dergiydi. Bu yönüyle kendini Müslüman veya muhafazakâr olarak tanımlasın ya da tanımlamasın, postmodernizme, postmodernist anlatı tekniklerine, fantezi gibi türlere ilgi duyan yazarları sayfalarına çekebildi. Fakat sonrasında işler değişti. Derginin çizgisi yazarlarının ilgi alanları, sorduğu sorular değişmedi: Post Öykü hâlâ postmodernizmi tartışan, mitlere, fantastik edebiyata, postmodernist anlatı tekniklerinin kullanımına ilgi duyan yazarlara sahip bir dergi. Fakat o ortak zemin kayboldu. Bunun iki nedeni var bana kalırsa, birincisi ülkedeki politik ortamın değişmesi, bunun kültür-sanat ve edebiyat çevrelerine de yansıması, kutuplaşmanın artması. Artan kutuplaşma edebiyat dünyasındaki aktörleri de taraflarını belli etmeye, saf tutmaya mecbur kıldı. Politik ortamdaki değişime, kutuplaşmaya Post Öykü’nün sermaye sahiplerinin değişmesi eklenince, ortak zemini kurmak daha da zor hâle geldi. Post Öykü ilk çıkmaya başladığında Dedalus Kitap altındaydı, sonra İz Yayınevi’ne geçti, son durağı da Ketebe Yayınları oldu. Dedalus Kitap iktidarla herhangi bir yakınlığı olmayan, özellikle muhafazakâr isimleri de çatısı altında toplamaya gayret etmeyen butik, küçük bir yayıneviydi. Dedalus Kitap’ın nötr görüntüsü, farklı aidiyetlere sahip yazarlar için daha güven vericiydi tabii. Ama sonra dergi ilgi çekti, belli bir takipçi kitlesi oluştu, daha büyük yayınevlerinin de ilgisini çekmeye başladı. Büyük yayınevleri dağıtım gibi konularda daha fazla imkân sunabiliyorlar, bu da dergiyi çıkaranlar için cazip bir şey. Önce İz’e, ardından Ketebe’ye transfer oldu Post Öykü. Fakat Post Öykü’nün yeni sermayedarlarının mevcut iktidara yakın olması, kendini muhalif olarak tanımlayan isimlerin dergiden uzak durmasına yol açtı. Bu isimler iktidara yakın bir sermaye grubuna bağlı bir dergide yer almayı etik açıdan problemli buldular. Etik hassasiyetleri o ortak zeminde yer almalarına gitgide engel oldu. Sonuç olarak ortak bir zemin kurulma imkânı da çok zayıflamış oldu.

H.T.: Muhafazakâr yazarlarda öne çıkan iki kurucu temadan söz ediyorsun. Biri kutsal, diğeri gelenek. Bu noktada yazarların metinlerinde modernlik eleştirisi yaptıklarını ve modernliği postmodern düşünceyle ikame ettiklerini görüyoruz. Modernlik eleştirisinin Necip Fazıl’dan Sezai Karakoç’a, Cahit Zarifoğlu’ndan Rasim Özdenören’e İslamcılığı kuran en önemli unsur olduğunu aklımızda tutarsak, yeni dindar yazarların seleflerine yaklaştıkları ve onlardan uzaklaştıkları yerler nereler?

Büyüsü bozulan dünya ve modernliğin eleştirisi

H.B.: İncelediğim genç kuşağın en büyük farkı İslamcılığın politik söylemlerini terk etmeleri. Müslüman bir toplum, Müslümanca bir kamusal alan, bir devlet tahayyülleri olmaması. Kendilerini de zaten İslamcı olarak tanımlamıyorlar. Belki de kendilerini tanımlarken kullandıkları en net ifade, üzerinde uzlaştıkları yegâne kimlik tanımı İslamcı olmadıkları. Bunun dışında Post Öykü’de bir araya gelen genç kuşak, İslam dininin kutsallarına hem edebiyatlarında hem de dünyaya bakışlarında öyle çok da ayrıcalıklı bir yer atfetmiyor. Müslümanlığı, içine Şamanizm’i, farklı mistisizm biçimlerini, hatta dinsel olmayan unsurları da dahil ettikleri daha büyük bir geleneğin bir parçası olarak görüyorlar. Doğu’ya ait kabul ettikleri daha büyük bir geleneğin bir parçası… Bu Doğu vurgusu da ortak bir noktada ama Doğu’da sembolleşen şeyler yeni kuşakta daha farklı, tarihsel, toplumsal, politik bir tahayyül değil. Biraz masalsı, büyülü, biraz irfani bir şey Post Öykü’nün genç yazarları için Doğu’nun çağrıştırdıkları. Modernlik eleştirilerinin çıkış noktalarından biri, yani modernliğin dinsel olanı dışlaması, fakat bunu sadece İslam özelinde algılamıyorlar. Modernliği eleştirirken genel olarak bir büyü yitiminden bahsediyor, kutsalın yerinden edilmesinden duydukları hoşnutsuzluğu ifade ediyorlar. Bu bakımdan modernliği kısıtlılık hâliyle, hatta körlükle bir tutuyorlar. Üstelik İslamcılardaki gibi İslam dinini akılcı, sistematik bir din olarak sunma, tahayyül etme eğilimi Post Öykü’nün genç yazarlarında yok. Aksine İslam geleneğini onlar için cazip kılan, edebî bir malzeme olarak düşünmelerine neden olan şey, İslami unsurları büyülü bulmaları. Dahası kendilerini ne düşünsel ne de edebi olarak İslamcı edebiyatçılara, İslamcı edebiyat dergilerine eklemlemiyorlar. Kendinizi Mavera’ya mı yoksa Hayalet Gemi’ye mi daha yakın buluyorsunuz diye sorsak, tabii ki Hayalet Gemi cevabını verirler kii zaten genç kuşağın modernlikle hesaplaştığı düşünce yazılarında saymış olduğun o isimlerin hiçbirine referans verilmiyor; ne Necip Fazıl’dan, ne Sezai Karakoç’tan, ne de Cahit Zarifoğlu’ndan söz ediyorlar modernlikle hesaplaşan bir pozisyon almaya çalışırken. Kendi tavırlarını güçlendirmek için postyapısalcı düşünürlere, Foucault’ya, Derrida’ya atıf yapmayı tercih ediyorlar. Tabii bunun genç kuşağın tavrı olduğunun altını çizmem gerek. Dergide kendine yer bulan eski kuşağın pozisyonu böyle değil. Burada eski kuşak deyince en fazla öne çıkan isimden, Cemal Şakar’dan özellikle söz etmem gerekir. Cemal Şakar deneysel edebiyata duyduğu ilgi, postmodernist teknikleri kullanması gibi bakımlardan genç kuşakla çokça ortak noktası bulunan bir yazar ama edebiyata bakışı, edebi üretimi anlamlandırma biçimi o eski İslamcı kuşağa daha çok benziyor. Zaten gençliğinde Mavera ekibi içerisinde yer almış. Cemal Şakar’ın düşünce yazılarına Post Öykü’nün hemen her sayısında rastlayabiliyorsunuz. Genç ekibin son derece saygı duyduğu, “abi” olarak gördükleri biri ve ilginçtir yazılarının büyük bir kısmı genç ekibi eleştiren, onları uyaran, onlara İslami referans çerçevesini hatırlatan bir tona sahip. Yazılarında Kuran ayetlerinden, hadislerden alıntı yapan ve düzenli olarak yazan tek Post Öykü yazarı olabilir. Cemal Şakar gençlerin, merkezi İslam olmayan gelenek anlayışını da, Müslümanlığı kültürel bir repertuvar olarak kavramalarını da, modernliği eleştirmek için en az onun kadar “tehlikeli, zararlı” bulduğu postmodernizmi öne çıkarmalarını da eleştiriyor. “Madem tutumları bu kadar farklı, neden bu isme yer açmaya, onu önemsemeye devam ediyorlar?” diye sorabilirsin. Ben bunu muhafazakâr edebiyat camiasının içerisiyle yapılan müzakerenin bir parçası olarak görüyorum. Genç kuşak ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın o eski kuşaktan, İslamcı çizgiden tam olarak ayrışmaya razı değil, belki de buna cesaret edemiyor. Ama somut bir bağ da kalmamış artık aralarında. Kendi kuramadıkları bağı Cemal Şakar gibi aracılık etmeye uygun başka isimler vasıtasıyla kurmak istiyorlar.

H.T.: Bazı muhafazakâr yazarların modernlikle hesaplaşırken pek çok türden yardım aldığını görüyoruz. Bunlardan biri de fantezi. Fantezinin müphemliğe dayalı nitelikleri bu yazarlar için cezbedici bir özelliğe dönüşüyor. Zygmunt Bauman ve Thomas Bauer gibi yazarların da aktardığı gibi müphemlik, Weberci anlamda modernliğin demir kafesini parçalayacak bir unsur olarak görülebilir bu noktada. Fantezi muhafazakâr yazarlara nasıl bir açıklık sunuyor ve nasıl özgürleşmelerini sağlıyor olabilir?

İslamı İslam dışı yazınla buluşturmak

H.B.: Muhafazakâr edebiyat kamusunun hem içiyle hem de dışıyla müzakerede pek çok işlevi üstleniyor fantastik edebiyat. Birincisi, modernlikle hesaplaşma fırsatı sunuyor. Fantastik edebiyatı tartışırken, konumlamaya çalışırken sıklıkla modernliğe bir başkaldırı, bir meydan okuma olduğunu vurguluyorlar. Fantastik edebiyatta ciddi metafizik bir yan olduğunu, bunun metafizik olanı, kutsalı dışlayan, akılcılığı merkeze alan modernliğe bir karşı duruş anlamına geldiğini söylüyorlar. Bir de kanonla meselesi olan bir grup Post Öykü’dekiler, hem eski kuşak hem de yeni kuşaktan taşıdıkları müslümanlık vurgusu nedeniyle merkez tarafından görülmedikleri, kenara itildikleri kanısındalar. Türkiye’de edebî modernleşme sürecinde bugün fantastik diye nitelediğimiz kurmacaların değersiz bulunması, kanon dışı kalması kanona yönelik bir eleştiri imkânı doğuruyor onlar için. Fantastik edebiyatla beraber modernleşme sürecinde dışlanmış her edebî türü ve pozisyonu savunma imkânı buluyorlar. Bunun başka bir işlevi daha var, dergideki eski kuşak aslında modernist estetiği takdir ediyor, modernist edebî metinleri gençlerin yazmayı sevdiği, düşsel unsurlar içeren metinlerden daha kıymetli buluyor. Fantastik edebiyat üzerinden bir modernlik eleştirisi yapmak genç kuşağa kendi edebî üretimlerini eski kuşağa karşı savunmak için de bir olanak sunuyor. Örneğin daha derginin ilk iki sayısında A’mak-ı Hayal dosyasına yer verilmesinin, A’mak-ı Hayal’in modernliği eleştiren ve fantastik unsurlara yer veren, geleneksel anlatı biçimlerini kullanan bir eser olarak sunulmasının altında biraz bunlar var. Fantastik edebiyatta buldukları ikinci büyük olanak da şu, fantastik edebiyat sayesinde hem geleneği hem de dinsel olanı kendi kavradıkları gibi yansıtma, edebiyatlarının bir parçası yapma imkânı buluyorlar. Kutsalla, gelenekle bağ kurma, geleneği dönüştürme, yeniden yorumlama: Bunlar gençler için önemli, çokça tekrarladıkları, vurguladıkları şeyler. Fantastik edebiyatta bir yeniden yazım, geleneği hatırlama olanağı buluyorlar. Böylece mitleri, halk hikâyelerini hem İslam öncesi hem İslam sonrası destanları, masalları ele alabiliyorlar. Hazreti Ali Cenkleri’ni, Dede Korkut Hikâyeleri’ni yeniden yazabiliyorlar, Orta Asya’da geçen, baş karakterin  Şaman’a dönüştüğü inisiyasyon öyküleri kurgulayabiliyorlar. Yani İslam’a dair bir şeyleri içeren ama İslam’la da sınırlı olmayan, asli unsuru İslam’dan ibaret olmayan bir gelenek tahayyül edebiliyorlar. Dinî olanı edebiyatın içine dahil etme ama bunu yaparken hidayet edebiyatından da farklılaşma, daha geniş bir okur kamusuna seslenebilme olanağı sunuyor bu. Bu muhafazakâr edebiyat alanının dışıyla yapılan pazarlıkta da işlevsel, İslami bir dil kullanma zorunluluğu duymadan kutsaldan söz edebiliyor. Sınırları bulanık, çokça geçirgen bir İslami edebiyat sahasının içinden dünya edebiyatıyla bağ kurabiliyorlar. Tabii böylece İslam geleneğini nasıl kavradıklarını, edebiyatlarında İslami unsurları nasıl kullandıklarını, kendi kutsallarıyla nasıl bağ kurduklarını da görebiliyoruz. Bu da Müslümanlık biçimlerinin yeni kuşakta nasıl değiştiğini, dönüştüğünü gösteriyor. Politik olan geride kaldığı gibi imanla, itikatla ilgili olan unsurlar da geride kalıyor, kültürel olan iyice öne çıkıyor. Genç kuşak edebiyatında  İslam’ı bir hikâye geleneği, tahkiye geleneği, semboller, anlatılar birikimiyle yansıtma eğilimi var.

H.T.: Türkiye’nin özellikle son 20 yılı İslamcı bir kültür endüstrisinin inşasına sahne oluyor. Yayınevlerinden dergilere, televizyon kanallarından radyolara pek çok mecra dindarlık ortak paydasında buluşan bir millet projesi için seferber edilmiş durumda. Burada resmî ve gayri resmî pek çok kurumun patronaj ile ortaya çıkan bir kültür hamlesinden söz ediyoruz. Bu, gizlenen ve şaşırtıcı bir şey de değil üstelik. Kültür, dindar olsun olmasın her meşrepten iktidar için bir strateji alanı. Buradan baktığımızda son yıllarda Türkiye’de özellikle yayıncılık ayağında açığa çıkan İslamcı kabarmayı nasıl değerlendiriyorsun ve Post Öykü bu noktada nasıl bir yerde duruyor?

Seküler ve muhalif olanın dindar ve angaje olanla sentezi

H.B.: Bu sözünü ettiğin muhafazakâr yayıncılık hamlesi çok ilgi çekici bir durum. Dediğin gibi hem resmî hem de gayri resmî bir patronaj söz konusu. Devlet kurumlarından gelen büyük siparişler, toplu alımlar gibi yöntemlerle doğrudan bir destek de söz konusu, o seferberlik çağrısına cevap olarak aslında başka alanlarda faaliyet gösterirken yayıncılığa yatırım yapmaya karar vermiş, iktidara yakın sermaye sahipleri de söz konusu. Bir sermaye bollaşması mevcut muhafazakâr yayıncılık kısmında. Ama benim dikkate değer bulduğum husus, 2000 sonrasında görülen bu sermaye bollaşmasının muhafazakâr edebiyat, kültür sanat camiasının aktörlerinde hâlihazırda mevcut bir arzuda karşılığını bulması. O daha evvel sözünü ettiğim “Ben de buradayım, ben de yıllardır yazıyorum, çiziyorum, sözümü söylemeye çalışıyorum, beni de görün, beni de duyun,, beni de bilin” arzusu. Bu insanlar böylesi bir dindar kültür sanat seferberliği başlamadan evvel de oradaydılar. Bu kültür sanat hamlesiyle görünürlük kazanma, öne çıkma fırsatı buldular, devletin televizyonları radyoları onlara kapılarını açtı, yayıncılıkta daha fazla söz sahibi  oldular, o hamlenin yürütücüleri oldular bir nevi.

Dikkate değer bulduğum bir diğer husus da bu kültür, sanat, yayıncılık hamlesinin öngörülemeyen sonuçları olması. Bu sonuçların bir kısmının tam da o politik tahayyülün aksine cereyan etmesi. Bir anda, hızla, agresif bir biçimde büyüyen bir alanı bütünüyle kontrol altında tutamazsınız, hem hızla yayılmaya çalışıp hem de alanın tamamında güçlü bir denetim kurmanız zor. Bu yayıncılık hamlesiyle iktidar ve sermaye sahipleri tarafından teoride hayal edilen şey seküler ve muhalif olana karşılık dindar ve angaje olan bir alan yaratmaktı. Fakat pratikte tam olarak böyle olmadı bu. O saha genişledikçe çok çeşitli aidiyetlere, kimliklere, konumlanışlara sahip çok çeşitli aktörler girdi devreye. Böylesi hızlı bir büyümeyi, genişlemeyi sürdürmek için farklı ortaklıklar kurmak gerekti, yeni kesişim alanları ortaya çıktı. Tek renk, itaatkâr olması için inşa edilmeye çalışılan o yekpare blok, tabandan aşınmaya, alacalanmaya başladı. Örneğin iki üç ay evvel ilk öykülerini Post Öykü’de yayımlamış çok genç bir yazarın (Mürüvvet Özpehlivan) muhafazakâr yayınevlerinden birinden çıkmış öykü kitabını okudum. Muhafazakâr yayıncılık için cinsellik, bedenden ve arzudan söz etmek çok kalın bir kırmızı çizgidir normalde. Ama bu kadın daha 22-23 yaşlarında açıklıkla kadın bedeninden, arzudan söz edebiliyor öykülerinde. Muhafazakâr yayıncılık adına çok heyecan verici buldum bu değişimi. Tabii bu konuştuğumuz her şey hâlihazırda olup bitiyor, daha tozu dumanı üzerinde. Toz inince nasıl bir manzara ortaya çıkacak bilemiyorum. Fakat bu hızlı büyüme hamlesinin öngörülemeyen sonuçlarının tam da o inşa edilmek istenen alanın temel dinamiklerini, devreye giren o tekil, küçük aktörler aracılığıyla değiştirebileceğini, dönüştürebileceğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Öyle olur umarım.