Ağustos ayı boyunca yayınlanacak Antroposen Sohbetler programlarında kitaplardan konuşuyoruz.

Kitaplar neden değerli?
 

Kitaplar neden değerli?

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.) 

— Kitap insanlığın fikir ve anlam dünyasının temel oluşturucusu. Bundan asla vazgeçemeyiz, hangi formatta olursa olsun gelecekte de böyle olacak. 

— Anti-kütüphane kavramı var. Umberto Eco’nun otuz bin kitaplık bir kütüphanesi varmış ve bu kütüphanede de okumadığı kitapları biriktiriyormuş aslında. Bu insanda belki de bir tevazu yaratıyor.

— Kitaplar neden hala var dediğimizde, çünkü okumak var, bu yazılı gelenekle başlayan okumak var. Okumak hala devam ediyor. Okumak da bir maddi ortam gerektiriyor, bu ortam da kitaplar…

— Kitap duygusu olan bir nesne ve bir zaman makinası gibi, biz zaman kapsülü gibi sizi başka çağlara ışınlıyor.

— Kitap, kitap olarak çok kıymetli bir şey ve biz onu önümüzde görmeyi değerli bir şey olarak görüyoruz.
 


Allan Bennett’in şu sözü çok hoş: “Bir kitaplık, sahibi için en az giysileri kadar özeldir; bir ayakkabının ayaktan şekil alması gibi, bir kişilik de bir kitaplığa damgasını vurur.” Bu iki programlık seride kitaplardan konuşuyoruz. Farklı ilgi alanlarından katılımcılarla şekillendirdiğim bu iki programlık seri ve Ağustos ayı boyunca yayınlanacak tüm bölümler benim Antroposen Sohbetler serisinde yaptığım en keyifli kayıtlar arasında yer aldı. Ağustos ayı boyunca kitapları konuşacağız. Bu iki program dışında önemli iki isme de kitapları sordum. Can Kozanoğlu 15 Ağustos 2023 Salı günü yayınlanacak programda konu hakkında sorularımı yanıtlarken, Murat Yetkin de 29 Ağustos 2023 Salı günü yayınlanacak programda sorularımı yanıtlayacak. Kıssadan hisse hemen okumayı planlamasanız bile kitap almaya devam edin.. Film yapımcısı John Waters, "Hiçbir şey okunmamış bir kitaplıktan daha önemli değildir" demiş. Ben bu fikrin tamamen arakasındayım.

Keyifli dinlemeler… 

Utku Perktaş: Bugün iki farklı soru üzerinde konuşacağız. Okumak değerli bir eylem, fakat, hala çok fazla kitaba ihtiyacımız var mı? Birinci soru bu. Ve neden kitapları seviyoruz? Bugün Antroposen Sohbetler'de bu soruları cevaplamaya çalışacağız. Esasında bugün program bir panel gibi olacak ve programı iki bölüm olarak tasarladım. Bunu baştan söylemek istiyorum. Dolayısıyla programın devamını Antroposen Sohbetlerin önümüzdeki söyleşisinde yayında olacak. Beş farklı konuğum var. Birazdan yayına alacağım kendilerini fakat öncesinde bir giriş yapmak istiyorum. İki bölüm yapmak istememim nedeni de buydu, biraz kendime de zaman ayırmak istedim. Çünkü kitaplar dediğimizde akan sular duruyor. Evet, kitaplar hala neden var?

Bazı insanlar kitaplara totem, büyülü nesneler gibi davranır. Belki bunlardan biri de benim.Çok fazla kitabım olduğunu düşünüyorum bazen ve br toplayıcımıyım diye kendi kendime soruyorum. Ya da kitaplara sahip olarak bir kimlik mi yaratıyorum kendime diye soruyorum. İyi bir okuyucunun belli bir konu düzeni içinde iyi bir kütüphanesi olması gerektiğine inanıyorum. Şunu da düşünmeden edemiyorum, iyi bir okuyucu yalnızca yeniden okuyacağından emin olduğu kitapları elinde tutar. Peki bu tutku istifçilikle sonuçlanabilir mi? Bu düşünceyi şöyle edindim. Geçen günlerde bir tartışma içinde buldum kendimi, sebebi ikinci el olarak edindiğim kendi uzmanlık alanımla ilgili iki farklı kitaptı. Uzun yıllardır çevirmenlik yapan ve edebiyattan anlayan bir arkadaşım kütüphanesi olmadığını söylüyordu. Sonra benzer bir tartışmaya internet ortamında denk geldim. O tartışmada da bir kişi okuduğu kitapları verdiğini, elinde tutmadığını söylüyordu. Çünkü bu kişi okuduğu kitabı okuduktan sonra elinden çıkarıyor ve daha sonra yeni bir kitap ediniyordu. Bu tarz bende bir çeşit korku yarattı. Nasıl olur da kendi akademik ve entelektüel tarihimi gösteren bu kitaplardan vazgeçebilirdim? Yapamazdım! Yapamıyorum da… İnsanların tartışmalarını okuyunca da süreç daha farklı bir noktaya, yani şuna yöneltti: Kitaplara sahip olmayı bir tür kimlik olarak ele alan çağdaş eğilim üzerine düşünmeye başladım. Bu nedenle bugün Antroposen Sohbetlerde konuyu beş farklı okuyucuyla tartışmak istedim. Doğrusu ben bugünkü konuklarımın her birini iyi okuyucular ve esasında iyi okuryazar kişiler olarak tanımlayacağım. Öncelikle hepsine bir hoş geldiniz demek istiyorum ve sırasıyla konuklarımı tanıtmak istiyorum sizlere. Hacettepe Üniversitesi, İletişim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Suavi Aydın bizlerle beraber, Hocam hoş geldiniz! 

Suavi Aydın: Merhaba, hoş bulduk.

U.P.: TRT emekli prodüktörlerinden Muzaffer Evci bizimle beraber, kendisine Muzaffer Abi diye hitap edeceğim izni olursa… Muzaffer Abi hoşgeldin!

Muzaffer Evci: Hoş bulduk, merhabalar…

U.P.: İstanbul’dan iki konuğum var. Tuğrul Özkaracalar, Kadir Has Üniversitesi öğretim görevlisi. Tuğrul hoşgeldin!

Tuğrul Özkaracalar: Hoşbulduk, teşekkürler…

U.P.: Gazeteci arkadaşım Selin Uğurtaş, İstanbul’dan katılıyor. Selin hoşgeldin…

Selin Uğurtaş: Hoşbulduk Utku, çok teşekkürler davet ettiğin için.

U.P.: Ben çok teşekkür ediyorum, iyi ki burdasın. Ve Bodrum’dan bir konuğum var, Atıl Güngüt. Kendisiyle yakın bir akrabalık ilişkim de olmasından dolayı ve bugünkü kitaplarımın da bu şekilde dizilmesinden ve bu kitaplara sahip olmamdan sorumlu kişi olarak kendisini tanımlayacağım. Atıl Güngüt bizlerle beraber, Atıl Abi hoşgeldin…

Atıl Güngüt: Merhaba, selamlar, hoşbulduk…

U.P.: Evet, ben hepinize hoşgeldin dedikten sonra tartışmayı yavaş yavaş açmak istiyorum. Sözü çok uzatmayacağım. Evet, kitaplar sizce ciltli bir kağıt bütününden fazlası mı? Bu düşüncelerim hakkında ne düşünüyorsunuz? Şunun altını çizmek istiyorum. Kitapların okunmadan yığılmasını tanımlamak için Japonca bir kelime olan “tsundoku” diye bir sözcük, ben bunu bilmiyordum. Bu kelimeyle programa hazırlanırken karşılaştım. İlginç geldi bana. Demek ki böyle bir problem var. Kitapları alıyoruz, çok seviyoruz ve belli ölçüde de bir arada tutuyoruz, okumasak da bunu yapıyoruz. İlk soruya geçiyorum. Kitaplar hala var. Çünkü teknolojik gelişmeler birçok alışkanlığımızı rafa kaldırdı, örneğin televizyon… Peki, kitaplar neden hala var? Kulağa kendi başına bir roman gibi geliyor… Zorlukların üstesinden gelen, teknolojik gelişmeleri ve günlük modern yaşamın gerilimlerini geride bırakan ve hâlâ galip gelen kitaplar. Modern yaşam saatte 1.5 milyon kilometre hızla ilerliyor. Bazen hayatın rüzgarı arkasına alıp her şeyi ileri doğru ittiğini ve bizleri geride bırakıp nefes nefese kaldığımı hissediyorum. Kitaplar, sürekli hareket eden bir dünyada küçük bir sihir parçası sanki. Biraz romantize ediyorum belki. Başka dünyalara girmemizi sağlayan kitaplar bazen zamanı durdurup bizi başka bir dünyaya götürüyor, bazen de hayatın akışını değiştirmediğimiz dünyada bu başka dünyanın sayfasını bir süreliğine kapatıp ara verebiliyoruz.) Evet, kitaplar neden hala var? Söz sizlerde… İzniniz olursa Suavi Hoca ile başlamak istiyorum. Hocam söz sizde…

S.A.: Teşekkür ederim, Utku. Kitap insanlığın fikir ve anlam dünyasının temel oluşturucusu. Bundan asla vazgeçemeyiz, hangi formatta olursa olsun gelecekte de böyle olacak. Şimdi öncelikle ben şunu söyleyeyim, ben pdf formatına falan karşı değilim, yani elektronik ortamda da okur yazarlık mümkün, fakat kitabın ayrı bir yeri, ayrı bir kültürel dünyası var, kapladığı bir yer var. O da, bir defa sadece fikir ve anlam dünyasını inşa eden kültürel varlık olmakla değil, aynı zamanda bir maddi kültür ürünü olarak da kitabı kabul etmek zorundayız. Çünkü kitab bir grafik tasarım ürünüdür, bir sayfa tasarımı ürünüdür, bir kağıt seçimi ürünüdür… Yani, pek çok entelektüel faaliyetin bir araya geldiği bir ürün karşımızda ve bu çok değerli, eşsiz bir fikir ve anlam dünyasına açıyor bizi. Yani bir maddi unsur üzerinden bir manevi alana, bir düşünme alanına açılıyoruz. Dolayısıyla bu ikisi birbirinden ayrılabilir değil. PDF formatında, elektronik formda pek bunları bulamayız, bunlar kaybolur gider, ama öte yandan kitabın bu şekildeki varlığı, bu tasarımı (bu tasarımsal birliği diyelim) bozulabilir, dağılabilir birlik değil ve bu değer katıyor, esasında bu başlı başına bir değer. Şunu unutmamak lazım, bu neoliberal üniversite geleneğinin, gelenek de değil de bu, akımın diyelim… Bu akımın getirdiği bir anlayış var, makale yazarız gibi… Biz sosyal bilimciler makaleyi kitap yazmak için yazarız. Makaleler fikirlerin biriktiği, parçalı olan görüşlerimizin ya da teyit ettiğimiz verilerin bir sunumudur. Bütün bunlardan bir anlam dünyasına açılabilmemiz, derli toplu bir bakış açısı ortaya koymamızın yegane yolu kitaptır. Bunları kitaba dönüştüremezsek, o makaleler yok olup gidebilir ya da birer anonim unsur olarak kalabilirler. Bir süre sonra bizimle de ilişkisi kopar. Kitap, bizimle de ilişkisi olan, bizim öznel varlığımızı da temsil eden bir varlık olarak bu dünyada hep duracaktır ve onunla anılacaksınızdır. Siz hiç bir zaman büyük düşünürlerin, büyük bilim insanlarının bir makale ile anıldığını duymazsınız ya da duysanız bile onların bize sunulduğu, tanıtıldığı bir başka ürünün içinden tanınır onlar. Bu da başlı başına esas olarak kitabın kendisidir. Çok uzatmayayım, diğer arkadaşlarımız da konuşacak, şunu söyleyeyim, bu yeni çağın temel eğilimi yeni bir şey çıkınca ötekinin kenara atılması, eskimesi veya ihmal edilebilir hale gelmesine inanmak biçiminde tezahür ediyor. İşte bunun en tipik örneği plakların, kasetlerin ve CD’lerin yok olması, işte Spotify’dan müzik dinliyoruz. Spotify’dan ne müziği dinliyorsunuz? Anlık bir şey, ama CD elinizin altındadır, “long play” elinizin altındadır, üstelik onlar biraz önce söylediğim gibi kitaba benzeyen entelektüel faaliyet üründür. İçinde grafik vardır, içindeki müzik ürünlerinin tanıtımı vardır, hikayesi vardır. Bunlarla ilgili bir özlü söz vardır, şu vardır, bu vardır… Yani bir derlemedir o. Bunun kaybı yeri doldurulabilir bir kayıp değil. Kitapta bununla ilişkili bir biçimde ele alınmalı bence, ve bence kitap daha dirençli. Bunu da belirterek burada durayım.

U.P.: Çok teşekkürler hocam. Ben şimdi hemen Selin’e geçmek istiyorum. Selin sen neler söylersin? Bir dönem beraber kitapları da tartışmıştık ve paylaştık da kitapları, dolayısıyla senin görüşün de çok önemli. Sana bıraktım sözü…

S.U.: Çok sağ ol Utku. Burada değerli hocalarım var, ben burada amatör bir okur olarak kendi fikirlerimi paylaşacağım, aksi haddime düşmez. Ben biraz senin de bahsettiğin “tsundoku” kavramı üzerinden gitmek istiyorum aslında. Çünkü ben de bu kavramı birkaç yıl önce duymuştum, daha doğrusu sosyal medyada görmüştüm. Ve ben gerçekten bunu mu yapıyorum, kitaplarla kurduğum ilişki de sorunlu bir taraf mı var diye o zamandan düşünmüştüm. Sonra içimi ferahlatan bir şey öğrendim, biraz onu paylaşmak istiyorum. Bu belki kendi kendime kurduğum kitap istifleme bahanesi olarak da görülebilir. Şöyle, bir anti-kütüphane kavramından haberdar oldum bu süreçte. Umberto Eco’nun otuz bin kitaplık bir kütüphanesi varmış ve bu kütüphanede de okumadığı kitapları biriktiriyormuş aslında. Orada bana şey çok ilginç gelmişti, biraz kendimde de bunu gördüm, çünkü benim de kitap alma hızım kitap okuma hızımın ötesinde. Ve buna yetişme olasılığım da çok zayıf görünüyor. Hep kitap alırken şeyi hissediyorum, sanki o an kitabı almazsam elimden uçup gidecek, bir daha bulamayacağım ya da bu bilgiyi kaçıracağım, kanatlanıp uçacak… Böyle bir endişe yaratıyor bende. Ama bir yandan da kitaplığıma bakarken orada bilmediğim keşfedeceğim çok şey olduğunu görmek bana heyecan veren bir şey, bunu kaybetmek istemiyorum. Umberto Eco da benzer bir şey yapıyormuş aslında. Seninle konuştuğunuzda da demiştik ya, kitabı bir statü simgesi olarak mı biriktiriyoruz, ben kitap okuyan çok bilgili bir insanım demek için mi bu kadar kitaba sahip oluyoruz… Aslında Umberto Eco’nun dediği bu durumun farklı olduğu… Aslında bir etki vardır ya, Dunning-Kruger etkisi… her okuyan insanın ne kadar çok şey bilmediğinin bilincinde olması, her alanın ne kadar derinlikli olduğunu ne kadar çok şey bilmediğinin bilincinde olması, öte yandan az şey bilen insanın da çok şey bildiğini düşünmesi. Bunun bir ismi varmış. Kendi kütüphanemin de böyle bir işlevi var. Baktığım zaman okumadığım şeyleri gördüğümde bu bir tevazu yaratıyor insanda. Bu açıdan da ilginç olduğunu düşünüyorum. Kendi kendime kitap biriktirmeme böyle bir açıklama buldum diyeyim. Ben de böyle bir katkı yapmak istedim. Teşekkürler. 

U.P.: Çok teşekkür ederim. Tuğrul, söz sende.

T.Ö.: Teşekkür ederim. Şimdi sen bana haber verdiğinde, projeni ilk bana anlattığında hemen bir kitaba dönüş yapmıştım ben, geçmişte, yakın zamanda okuduğum. Bu kitap da Umberto Eco’nun kitabıydı, ismi de son derece manidar: “Kitaplardan kurtulabileceğinizi sanmayın”. Bu aslında Umberto Eco’nun bizzat kendi yazdığı bir kitap değil, üç kişilik bir söyleşinin kitaplaştırılmış hali. Ve orada da Umberto Eco ve söyleştiği kişiler konuya şuradan yaklaşıyorlardı ve benim çok ilgimi çekmişti, bu nedenle onu buraya getirmek istiyorum. Kitap denince akla gelen ilk sözcüklerden bir tanesi senin de vurguladığın gibi “okumak”. Okumak dediğimizde de ve insanlık tarihine dönüp baktığımızda sözlü gelenek ve yazılı geleneği görüyoruz. Sözlü gelenekle bir başlangıç var, sonra yazılı gelenek başlıyor. Hangisi öne geçmiştir? Yazılı gelenek öne geçmiştir, sözlü geleneği unutturmuştur falan gibi bir iddiamız yok ama yazılı geleneğin, o insanlığın yüzlerce yıldır sürdürmüş olduğu sözlü geleneğin üzerine gelmiş bir gelenek olduğunu görüyoruz. Şimdi burada kitabın önemi ortaya çıkıyor. Belki de kitaplar neden hala var dediğimizde, çünkü okumak var, bu yazılı gelenekle başlayan okumak var. Okumak hala devam ediyor. Okumak da bir maddi ortam gerektiriyor. Maddi ortam derken şunu kastediyorum, yani bu mağara duvarı da olabilir, bir papirüs de olabilir. Yani üzerine yazılabilecek ve okunabilecek bir ortam. Kitap o ortamların sadece bir tanesi. Ama bunu, nesne olarak kitabı önemsizleştirmek için söylemiyorum tabi… Okumak sözlü gelenekten farklı olarak madem böyle bir maddi ortama ihtiyaç duyuyor, bunlardan bir tanesi kitap. Kitaplar bu anlamda dijital olsun, ciltli olsun varlıklarını devam ettiriyorlar ve devam ettirecekler de. Dijital ve maddi kitap ayrımları üzerine sonra belki detaylı olarak dururuz, özellikle konunun gelecek boyutuna değindiğimizde. Ama benim ilk eklemek istediğim bu, yani kitap dediğimiz nesne insanlığa benim gördüğüm anladığım kadarıyla ve Umberto Eco’nun kitabında da okuduğum kadarıyla yazılı gelenekle gelmiş bir şey. Bu anlamda kitaplar hep yoktu. Yani kitap insanlık tarihinin belli bir aşamasında belli bir geleneğe geçildikten sonra, işte bu yazılı gelenek dediğimiz geleneğe geçildikten sonra bizim sahip olduğumuz ve kullanmaya başladığımız bir nesne. Buradan enteresan tartışmalara gidilir tabii, ben şimdi çok detaya girmeyeceğim. Bu perspektif benim ilgimi çekmişti ve senin sorunla bağlantılı gördüğüm için, “neden hala kitaplar var?”, yani bütün bunlara rağmen “neden hala kitaplar var?”… Çünkü okumaya devam ediyoruz ve okumaya devam edeceğiz. Bu nedenle kitaplar var olmaya devam edecek. Ben biraz böyle teorik açıdan yaklaştım soruna ama, bunu ilginç bulduğum bir perspektif olarak gündeme getirmek istedim.
eco

Umberto Eco, bu söyleşi şeklinde hazırlanan kitapta kitabın yazılı gelenekle gelmiş bir şey olduğunu söylüyor.

U.P.: Çok teşekkürler… Muzaffer Abi sana dünüyorum bu noktada, sen neler söylersin?

M.E.: Ben de izninizle biraz da kendi deneyimlerimden yola çıkarak insanlarla kitaplar arasındaki o patalojik ve kırılgan ilişkiden söz etmek istiyorum. Aslında Suavi Hocam, Tuğrul Hocam ve Selin Hanım kitapların özellikle bilim dünyasına ve bizim bilgi dünyamıza neler kattığı konusunda çok güzel bir giriş yaptılar. Ben, biraz da iletişimci olduğum için fiziki olarak kitap bize ne söylüyor, konunun o tarafını biraz aktarmak isterim. Kitabın duygusu nedir? Aslında kitap fiziki olarak çok güzel bir nesne. Boyutuyla, içindeki kağıdı, cildi, deri kaplı sırtı, üzerindeki altın yaldızlı yazısı, boyutları, şömizi, ayracı, ayraç ipliği, kutusu, kapağındaki kulakçığı… Birçok ayrıntısıyla fiziki olarak çok değerli bir nesne, bir kere üretimi çok zor. Biraz mesleğimiz gereği matbaacılık kısmıyla da ilgilendiğim için hangi teknoloji ile yapılırsa yapılsın kitaplar son derece emek yoğun bir üretim gerektiriyor. Fiziki olarak çok değerli nesneler, ister nadir kitap olsun, isterse onbinlerce basılan kitap olsun, fark etmiyor. Kitap kendisi değerli bir şey. Kitap bir zaman makinası gibi, biz zaman kapsülü gibi sizi başka çağlara ışınlıyor. Ben bir ikinci el pazarından rastgele bir kutu döküldüğünde bir kitap almıştım, herkes kapıştı falan, ben de elime bir kitap aldım. Baktım Fransızca, Jean-Jacques Rousseau’nun bir kitabı. Benim Fransızcam yok. Sonra, gelince kontrol ettim, üzerinde şöyle bir ibare var kitabın: “Jean-Jacques Rousseau’nun zamanında basılmıştır.” Yaklaşık iki yüz elli yıllık bir kitap bir ikinci el pazarında çıktı karşıma ve birden beni Rousseau’nun dünyasına, o dönemki dünyaya, Fransa’ya, basıldığı yere götürüverdi. O kadar diri, o kadar genç bir kitap ki tertemiz halde ve kitabın hep böyle diri kalan, sizi sürprizlerle dolu her an bir yere ışınlayıp götürebilecek bir doğası var, benzersiz bir doğa. Bir ikincisi de, yani fiziki güzelliğinin yanı sıra son dönemde ben biraz kokularla da ilgileniyorum. Çok koku almazdım daha önceden, sonra bir takım şeyler sonrası daha fazla koku almaya başladım. Kokular dünyamda daha hatırı satılır bir yer kapladı. Kitapların çok kendine has bir kokusu var. Yani kağıdının kokusu, üzerine sürülen cilanın, lakın kokusu, mürekkebin kokusu, derinin ve cildin kokusu, kullanan kişinin kokusu, içine koku sürülen, bırakılan kitaplar gördük. İçine nesne bırakılan, mektuplar, fotoğraflar, kurutulmaya bırakılmış çiçekler… Kitaplar onların da kokularını içine alan, aslında çok ciddi sahibinin de elinin değmesinden kaynaklanan kokusu… İçine, Umberto Eco’nun bahsi geçti, Gülün Adı eserindeki gibi, kitabın köşelerine zehir koyularak kaçak okuyanların zehirlendiği bir bölüm vardı onda, çok manidardır. Kitap aynı zamanda zehirleyen, öldüren kriminal bir araca da dönüşebilir. Ya da içinde, filmlerde de çok kullanılır, gerçek hayatta da çok olmuştur, bir silah saklanır, bir zehir şişesi saklanır… Bir yere kriminal bir şeyi kitapla götürebilirsiniz. Kitap harikadır ama aynı zamanda böyle de bir tuhaf nesnedir. Ben sözü şimdi diğer konuklarımıza vereyim, böyle bir giriş yapmış olayım. Benim duygu dünyamda kitabın çok önemli bir yeri var, hem fiziki olarak hem de özellikle kokusu itibarıyla. Her birinin ayrı ayrı koktuğunu ben de çok sonra fark ettim ne yazık ki…

U.P.: Çok teşekkürler Muzaffer Abi. Bu sorunun cevabına bambaşka bir pencereden baktık. Atıl Abi sana dönmek istiyorum, sen neler söylersin. Sen de yıllardır okuyup yazan birisin ve tamamen farklı bir alandasın ama kitap dediğimizde sende de akan sular duruyor, biliyorum. Bu konuda söz sende. 

A.G.: Teşekkürler. Şimdi ben konuya şu açıdan girmek istiyorum. Dijital kitap, klasik ciltli kitap ayrımı konusunda mesela. Suavi Hoca çok doğru bir şey söyledi. Dedi ki, kitap yalnızca içinde yazanlarla ilgili bir şey değil, onun grafik tasarımı var, rengi var, dokusu var… Yani ayrıca bir değeri var. Kitabı kitap olarak elimizde bulundurmamızın kitabın yazarından ve konusundan bağımsız olarak da bir ruhu var. Bana bu şunu hatırlatıyor. Kur’an’da böyle bir tartışma vardı. Kur’an’da levhi mahfuz dedikleri bir şey var. Anlamı orada kapalı kalmış bir şeyin açığa çıkması mıdır? Esası orada mıdır? Yoksa Kur’an bir mahluk mudur? Yani yaratılmış mıdır? Kur’an bir cisim olarak da, bir kitap olarak da ayrıca varlığı olan bir şey midir? Mesela biz bunu kitap olarak da düşünebiliriz, yani kitaplar mesela, önümde Dostoyevski’ler var. Bunlar, orada benim önümde duran İş Bankası Kültür Yayınları’nın Hasan Ali Yücel serisinden çıkmış Dostoyevski’lerin bir kendi varlığı var mı? Yoksa bu hiç önemli değil mi? Onun Dostoyevski’nin yazdığı haliyle metin olarak değerli bir şey olduğu mu önemli? Ben burada kitabın benim için fiziksel olarak önemli olduğunu biliyorum. Bilgi aktarımı, yani bilginin ister dijital olsun ister ciltli olsun, ister mağara resmi olsun… Bilginin aktarılma biçimi ne olursa olsun başlı başına değerli bir şey, bu kabul. Fakat insan değişen bir şey. Bu benim kuşağım için bizdeki izleklerden ötürü, bizdeki imajlardan ötürü kitap, kitap olarak çok kıymetli bir şey ve biz onu önümüzde görmeyi değerli bir şey olarak görüyoruz. Ama mesela ben şunu da gördüm, bakın mesela arkamda orijinal tablolar var. Mesela Muzaffer Bey’in arkasında da orijinal bir tablo var. Suavi Hoca’nın yanda orijinal tabloları vardı. Ben şunu gördüm, birisi orijinal tablo asmıyor duvarına, bunun yerine çok özel yüksek çözünürlüklü bir dijital çerçeve asıyor ve ortama göre orada resimler beliriyor. Şimdi bu aynı şey mi? Değil!... Ben orijinal tabloyu orada görmeyi, benim duygusal durumum ve ortam ne olursa olsun onu orada görmeyi seviyorum, sıkılmıyorum. Fakat ben altmış yaşındayım. Benim yeğenim hayatını bilgisayara gömmüş bir zihne sahip ve zihnini oradan çıkarmayan bir insan olarak ve onun gibi bir çok insan benimle aynı şeyi görmüyor. Ben bunun farkındayım. Kitaplar da böyle bence. Yani buraya dijital bir çerçeve asmak yerine, dijital bir kitaplık sahibi olmak yerine onları karşında görmeyi, hatırlamayı, unutmamayı… Benim dijital kitabım da var, ama o kitaplığın içinde unuttuğum bir sürü kitap var. Burada şimdi kitaplığımı gezmek dahi bana büyük bir keyif veriyor. Onlara dokunmak, onları hatırlamak… Bir daha okumak isteyeceğim kitapları önümde görmek… Bunlar farklı şeyler. Bu açıdan benim kuşağım için bu önemli bir şey. 

U.P.: Peki, çok teşekkürler. Aslında şöyle, zaman o kadar hızlı akıyor ki, bana verilen süre 20 ila 25 dakikalık bir program süresiydi. Süreyi hemen hemen tamamladık. Dolayısıyla burada programın ilk bölümünü ben bitirmek istiyorum. İkinci bölümde yine söyleşimizle devam edeceğiz. Önümüzdeki haftaki Antroposen Sohbetler'de buluşmak üzere, hoşça kalın, iyi akşamlar…

Not: Programın ikinci bölümü 22 Ağustos 2023 Salı günü saat 19.00’da…