Roni Margulies'in ardından

-
Aa
+
a
a
a

Roni Margulies nasıl bir insandı? Yakınlarda aramızdan ayrılan şair ve yazar Margulies'i üç yakın arkadaşı İrvin Schick, Şavkar Altınel ve Mustafa Arslantunalı farklı yönleriyle anlatıyor.

""
Roni Margulies
 

Roni Margulies

podcast servisi: iTunes / RSS

Güven Güzeldere: Günaydın. Vakayiname’ye hoş geldiniz. Burası 95.0 Açık Radyo. Vakayiname’yi Ömer Madra, Özlem Teke ve ben Güven Güzeldere birlikte hazırlayıp sunuyoruz. Bugün bir anma programı yapmak istiyoruz. 19 Temmuz'da aramızdan ayrılan şair ve çok yönlü bir kişi olan Roni Margulies’i anacağız. Üç konuğumuz var; İrvin Schick, Şavkar Altınel ve Mustafa Arslantunalı. Hoşgeldiniz.

Özlem Teke: Merhabalar, konuklarımızdan Şavkar Altınel, ilk ve orta öğrenimini İstanbul'da yüksek öğrenimini de Chicago ve Glasgow Üniversitelerinde tamamladı. Yol Notları adını taşıyan toplu şiirlerinin yanı sıra en sonuncusu Wisconsin,1963’ün geçtiğimiz Mayıs ayında yayınlandığı altı tane gezi, otobiyografi, kurmaca karışımı düz yazı yapıtı var.

Diğer bir konuğumuz Mustafa Arslantunalı. Önceleri Pusula Yayıncılık ve Kanat Kitap’ı yönetti, Virgül derginin yayın yönetmenliğini yaptı. Halihazırda K24 kitap, kültür ve kritik dijital dergisinin ve Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi'nin yönetmenidir. Kitapları Ay Çöreği ve Teknopolis İletişim Yayınları tarafından yayınlanmıştır.

Diğer konuğumuz Doktor İrvin Cemil Schick. Doktorasını MIT’de tamamlamış, Harvard Üniversitesi, MIT ve İstanbul Şehir Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmıştır. Halen Fransa'da ikinci doktorasını bitirmeye çalışmakta. Başlıca ilgi alanları İslami kitap sanatları, İslam toplumlarında toplumsal cinsiyet, cinsellik, beden ve mekân, İslam'da hayvan ve çevre, İslam'da hafî ilimlerdir. Hoşgeldiniz.

Güven Güzeldere: Hepinize yeniden teşekkür ediyorum, programa katılmayı kabul ettiğiniz için. Konuklarımızın üçü de Roni Margulies’in yakın arkadaşları. Çeşitli dönemlerini en eski yıllarından beri biliyorlar, tanıyorlar. Dolayısıyla kendi öznel şahitlikleri ışığında da bu programda böyle bir anma yapmaya çalışacağız.

Ben kısaca bahsedeyim. Roni Margulies, İstanbul doğumlu birisiydi. 68 yaşında, genç bir yaşta aramızdan ayrıldı. Uzun süre Londra'da yaşamıştı, orada ekonomi eğitimi almış. Fakat Türkiye'de tanınması ekonomistliğinden ziyade yazarlığıyla, şairliğiyle, çevirmenliğiyle ve siyasi personasıyla oldu. Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nin de kurucu üyelerinden birisiydi.

Şimdi Roni Margulies’i herhalde hayatta en iyi tanıyan insanların üçüyle birlikteyiz. İrvin Schick, neredeyse doğduğu zamanlardan beri, bebekliğinden beri arkadaşı Roni Margulies’in. Şavkar Altınel, lise yıllarında arkadaşlığının geliştiğini ve daha sonra devam ettiğini söylüyor. Mustafa Arslantunalı da son yıllarda Roni Margulies’le çok yakın temastaydı. Hem arkadaşı hem yayıncısı olarak birlikte çalıştılar. İsterseniz böyle bir programa tabi Roni'nin her yönünü sığdırmak imkânsız ama, herkes kendi açısından tanıdığı Roni’yi şöyle yarı kronolojik bir sırayla anlatsın diye düşünüyorum. İsterseniz önce İrvin’le başlayalım en eski tanıyan kişi olarak Roni’yi, daha sonra Şavkar Altınel ile daha sonra da Mustafa Arslantunalı'yla devam edelim.

İrvin Cemil Schick: Olur. Ben evet, ben Roni'yi hakikaten doğuştan tanıyorum diyebilirim. Roni benden biraz, birkaç gün daha küçüktü. Dolayısıyla yani onun doğmasından itibaren tanıdım diyebilirim. Roni’nin içine doğduğu aileyle benimki birbirine çok benziyordu aslında, yani gerçi birçok kişi hani diyecektir ki işte elbette ikiniz de İstanbullu Yahudi ailelere doğdunuz. Ama aslında iş o kadar basit değil. İkimiz de eski İstanbul melezi, karmakarışık ailelere doğduk, ikimizin de annesi Osmanlı Yahudisi bakiyesiydi. Benimki Osmanlı tebaasından yarı Iraklı, yarı Rumen asıllı, Makedonyalı bir anne babadan doğmuş. Onunki ise İstanbul, Marmara ve Ege Bölgesi yerlisi bir anne babadan.

Arap kıyafetiyle İrvin Cemil Schick, kovboy kıyafetiyle Roni Margulies. 1958/1959.

Öte yandan ikimizin de babası Orta Avrupalıydı. Benimki Çek, onunki yarı Rus, yarı Polonyalı. Yani babalarımız Türkiye'deki Yahudi çoğunluk gibi İspanya asıllı Sefarad Yahudisi değildi. Minik, zaten minik olan Yahudi azınlığın içindeki çok daha minik Aşkenaz Yahudi azınlığa aitti. Evdeki kültürü belirleyenler de daha çok babalarımızdı. O bakımdan biz tipik – ya her ne demekse tipik – Türkiyeli Yahudi ailelerde büyümedik. Roni’nin baba tarafından dedesi, eşiyle beraber Türkiye'ye çalışmak için gelmiş. Benimkiler ise savaş nedeniyle geldiler. Yani aslında ne benimkiler ne onunkiler temelli yerleşmek niyetiyle gelmemişti. Ama evdeki hesap çarşıya uymayınca Türkiye'de kalmışlar. Oğulları Türkiyeli kadınlarla evlenmiş. Her birinin bir erkek bir de kız çocuğu olmuş ve işte tahmin edeceğiniz gibi o erkek çocuklar Roni ile ben.

Ya bu kadar karışık ailelerden geliyoruz dedim. Kimlik zaten karışık bir şey. Roni kendini Yahudi değil İstanbullu olarak tanımlardı ve İbranice bilmemesi, havraya gitmemesi gibi gerekçelerle de bunu ispat ettiğini sanırdı. Oysa dünyadaki Yahudilerin büyük çoğunluğu için aynı şey söylenebilir. Yani mesela Einstein da, Kafka da, ne bileyim Mahler de, Canetti de hepsi bunların seküler Yahudilerdi. Zaten Yahudiliğin önemli bir kolunu, hatta belki ana akımını böyle insanlar teşkil etmiştir. Hiç olmazsa aydınlanma devri reformlarından beri Avrupa'da ve Amerika'da. Nitekim Roni’nin gerek şiirleri gerekse anıları onu tam da bu ana akımın merkezine konumlandırıyor. Bana kalırsa onları ancak bir Yahudi yazabilirdi.

Roni Türkiyeli seküler, sosyalist bir Yahudi'ydi ve bu etiketler arasında hiçbir çelişki yok aslında. Yani hepsi, hepsi birden doğruydu. Bir gazetecinin ona sorduğu soru meşhurdur duymuşsunuzdur, “Neden kendi dilinizde şiir yazmıyorsunuz?” diye sormuştu. Zannedersem Cumhuriyet Gazetesi'nin bir muhabiri. Halbuki onun kendi dili, Roni’nin kendi dili Türkçe'ydi. Nasıl ki Einstein'ın dili Almanca, Canetti’ninki Bulgarca ne bileyim Primo Levi’ninki İtalyanca ise.

Mustafa Arslantunalı: Bir arkadaşım tanıştıktan sonra Roni’nin arkasından, “Türkçesi de bayağı iyiymiş,” demişti.

Şavkar Altınel: Peki bu soruya ne cevap vermiş Roni, Cumhuriyet Gazetesi muhabirinin sorusuna?

İ.C.S.: Ona cevap vermemiş. Bu sorular yazılı olarak gelmiş, o soruyu cevaplandırmamış. Çünkü cevaplandırsaydım küfür edecektim diyordu, onun için cevaplandırmamış.

Ş.A.: Bu ne zamandan beri durduruyormuş Roni’yi, küfretmek ne zamandan beri Roni’nin yapmadığı bir şeymiş?

Roni Margulies ve İrvin Cemil Schick

İ.C.S.: O güne mahsus olarak yapmamış galiba. Neyse şey edeyim, Roni ile ben işte Şişli Terakki Lisesi’nde ilkokul okuduk. İngiliz Erkek Okulu’nda o zamanki adıyla ortaokul, Robert Kolej'de lise eğitimi gördük, iyi İngilizce öğrendik. Bir de evde kulaktan dolma öğrendiğimiz bilumum diller vardı. Üniversiteyi Roni İngiltere'de okudu. Ben Amerika'da okudum. İkimiz de doktora yaptık ama ikimiz de doktora yaptığımız alanları sevmedik. Ben beş parasız bir savaş mültecisi olan babamdan geçen hırsla herhalde, henüz öğrenciyken hayatımı kazanmaya başladım. Roni biraz daha ağırdan aldı. Babası paralı bir ailenin çocuğu, biraz bohem bir insandı. Roni de hiçbir zaman maaşlı bir çalışan olmadı. Biraz aileden, biraz şuradan buradan, özellikle de tercümeden geçindi. Haftada bir iki meyhane parası kazandığı sürece memnundu halinden, yani birikim sahibi olmak gibi bir derdi yoktu.

Benim çocukluğum sıcak, sevgi dolu, beni ölümüne şımartan bir ailede geçti ama son yıllarında kendilerinden o kadar kopmuştum ki annem babamla ilişkim tamamen kesilmişti. Oysa Roni’nin çocukluğu pek de mutlu olmayan, parçalanmış bir yuvada geçti ama babasına tapardı. Vefatına kadar da annesini en az haftada bir görürdü. Ben çocukluğumu hatırlamamaya çalışırım. Roni'nin şiirleri ve düz yazıları ise buram buram otobiyografi kokar. O nedenle de ben onları okumakta zorlanırım epey açıkçası. Çünkü Roni’nin hayatını okumak biraz da kendi hayatımı okumak gibi oluyor. O da pek hoşuma gitmiyor ne yalan söyleyeyim.

Geçen gün bir dostum bana internette dolaşan bir fotoğraf yönlendirdi. Böyle saçı rüzgârda dalgalanan çok genç bir Roni. Bayağı yakışıklı. “Gençliğinde çok kalp çalmış olmalı,” demiş arkadaşım mesajında. Doğrudur, yani çok kalp çaldı Roni. Ama kendi kalbini vermedi pek. Fena halde zamparalık etti yıllarca. Ama gerçekten sevdiği tek bir kadın oldu sanırım. O da İngiltere'de tanıştığı Selanik güzeli Elsa'ydı. Şiir kitaplarından birini Elsa'ya adadıydı nitekim. Çok güzel bir kitaptır. Belki kendi ailesi bir arada kalmadığı içindir bilmiyorum; o kadar sevdiği Elsa için bile mazbut bir hayat yaşamayı göze alamadı. Öyle Elsa’nın istediği çok ulaşılmaz talepler de yoktu açıkçası ama onları bile Roni karşılayamadı, istemedi.

Vefatından birkaç gün önce Elsa, İstanbul'a gelip onu hastanede ziyaret etmiş, bunca sene sonra. Ayrılırken, “İnsan nasıl bu kadar kocaman hatalar yapabilir?” diye sormuş Roni. Elsa bana, “mümkün olsaydı anında en başa dönerdim,” dedi. Roni’ye söyledi mi bu sözleri, bilmiyorum. Umarım söylemiştir.

Yani, bu kadar şimdilik söyleyeceklerim. Roni çok önemliydi benim için. Vefatı hala gerçek değil sanki. Yani onsuz, en yakın dostumun olmadığı bir dünyayla henüz barışık olduğumu söyleyemem.

G.G.: Evet, çok teşekkürler İrvin. Bu anlattıklarını tabii sana da söylediğim gibi daha önceden ancak dünyada tek bir kişi böyle şeyleri biliyor, anlatabilir. O da sen, sensin. Şimdi benzer bir şekilde aslında kendi açısından Roni’yi anlatması için sözü Şavkar Altınel'e sözü verelim.

Ş.A.: İrvin gerçekten ilginç ve güzel bir Roni portresi çizdi ve özellikle de Roni’ye çeşitli sıfatlar yakıştırarak -Yahudi, zampara, bohem filan gibi- değişik kimlikleri olduğunu vurguladı. Bu vurgulanması gereken bir şey. Çünkü Türkiye'de birçok insan Roni’yi sadece siyasi kimliği ile biliyor. Oysa bunun çok ötesinde Roni’nin başka kimlikleri vardı. Bunu kanıtlayan bir şey de zaten benim şu anda burada olmam. Çünkü ben tamamen siyasetle ilgisiz bir insanım, oy vermek hatta gazete okumak gibi alışkanlıklarım yok. Buna rağmen yarım yüzyıl kadar uzun bir süre Roni’nin yakın bir arkadaşı olmuş olabilmem Roni'nin siyaset dışında paylaşacak birçok daha şeyi olduğunu gösteriyor.

Bu aslında çok şaşırtıcı değil çünkü sonuç olarak hepimiz, birçok değişik insanız ve değişik bağlamlarda değişik yanlarımız ortaya çıkıyor ve dikkatle bakıldığında hepimizi oluşturan bu değişik insanlar, birbirleriyle bütünüyle ilgisiz değil, bütünüyle birbirlerinden farklı değil. Böyle bir torbadan rastgele çekilip bir araya getirilmiş değiller. Aralarında bir ilişki, bir bağ var. Roni’nin durumunda Roni’nin değişik kişiliklerini birbirine bağlayan şey -K24’deki yazımda da aşağı yukarı belirtmeye çalıştığım gibi- Roni’nin dünyaya hâkim olmak isteği yahut diyeyim bu isteğin de ötesinde ihtiyacı. Dünyaya hakim olmak derken, James Bond filmlerinin dünyayı ele geçirmeye çalışan Dr. Goldfinger, Mr. Scaramanga gibi karakterlerinden söz etmiyorum. Roni’nin hayatının dizginlerinin kendi elinde olmasını istemesinden, kendisine dayatılmış koşullarla değil kendi seçtiği koşullarda yaşamak istemesinden, dünya tarafından biçimlendirilmek yerine dünyayı kendisini biçimlendirmek istemesinden söz ediyorum. Bunlar o kadar önemliydi ki, Roni’nin bu şekilde dünyaya hâkim olma ihtiyacı bence Roni’nin karakterinin temeliydi.

Birçok insan kendi karakterinden habersizdir. Roni ise kendini bilmez bir insan değildi. Tam tersine, çok fazla kendi karakterinden haberdardı ve dünyaya karşı bu tavrı, bilerek takınılmış bir tavırdı. Bunu kanıtlayan, gösteren birtakım anekdotlar aktarmak istiyorum.

Bir tanesi 1980’lerin ortalarında işte Roni yeni iktisat doktorasını almış East Anglia üniversitesinden, Londra'ya gelmiş, Londra'da bir ev kiralamış. O sırada işte o İngiltere'nin güneybatı ucunda oturuyor, ben tam tersine kuzeybatıda Glasgow’da oturuyorum. Aramızda böyle 600 kilometreden filan fazla yol var. Fakat çok sık Londra’ya gidip geliyorum ve o da olduğunda Roni’nin evinde kalıyorum. Gene öyle bir gün işte gece geç vakit oturuyoruz. Biraz da viskiye bir bakalım nasıl bir şey falan diye onun tadına bakıyoruz. Ondan sonra günün muhasebesini yapıyorduk yani; şuraya gittik, buraya gittik filan derken birdenbire günün muhasebesinden hayatın muhasebesine geçtik.

Roni bana dedi ki, “Ben varoluşçuyum.” Ben dedim, “Yani Jean-Paul Sartre öldü ama yani mektup yazmamız için bir engel değil, yazalım çok sevinir.” Yani ben 1965’ten beri kimsenin varoluşçu dediğini, olduğunu filan duymadım. Roni dedi ki, “Yok ben ciddi olarak öyleyim.” Çünkü herkes bu varoluşçuluğu karanlık bir felsefe, kötümser bir felsefe zanneder. İşte insan yalnızdır, labirentlerde kaybolmuştur, Tanrı’dan hiçbir işaret gelmiyordur filan. “Bense,” dedi, “Bunu dünyaya meydan okuyan, ben dünyayı biçimlendiririm, dünyaya komutu ben veririm diyen özgür insanın felsefesi olarak değerlendiriyorum,” dedi.

Bir sürü insan bana dert yanmaya geliyor. İşte evde şöyle sorularım var, işte böyle sorunlarım var, para sorunlarım var, şu sorunlarım var, bu sorumlarım var falan. Ben de,” dedi, “Sempatik sesler çıkartarak dinliyorum. Ama bir süre sonra bir kısmı hiçbir şey anlamıyor, gidiyorlar. Bir kısmı da birden kafalarına dank edip, ‘ya Roni kusura bakma, kendi dertlerimizle senin başını ağrıttık. Senin de kim bilir ne dertlerin vardır diyorlar’” dedi. “Ben de o noktada artık dürüst olma ihtiyacını hissediyorum, diyorum ki, ‘vallahi benim hiçbir derdim yok. Bir derdim olduğunda çözümlüyorum, hayatıma devam ediyorum’” dedi. Şimdi benim yakın bir arkadaşım olmasına rağmen tuhaf geldi bana. Yani bu ‘hiç derdim yok, ben bütün dertlerimi çözüyorum’ filan demesi.

Bu yeterince tuhaf fakat şimdi çıtayı biraz daha yükselteceğim. Aradan 10 yıl geçti. Roni’nin babası bir akşam aniden bir beyin kanaması geçirdi. Hastaneye yatırıldı. Roni’yle garip bir paralellik gösteren bir şekilde haftalarca hastanede kaldı ve sonra Roni’den de daha genç bir yaşta öldü. Öldü derken burada bir parantez açma ihtiyacını hissediyorum, Roni bir yazısında der; “İnsanlar falancayı kaybettik, filanca aramızdan ayrıldı filan şeklinde konuşurlar, ben böyle demem. Ben öldü derim,” der. Ben de aynı kelimeyi kullanıyorum. Onun ölülere daha saygılı olduğunu düşünüyorum. Sadece kendimi yadırgayabilecekler için bu açıklamayı yaptım.

Devam ediyorum konuşmaya, Roni’nin babası hastanedeyken, biz de bir takım bir şairden hatırlamıyorum kimdi, bir şeyler çeviriyoruz Roni’yle. Roni bir akşam bir telefon etti bana, “Ya,” dedi, “Uzun süredir bu çevirilere bakmadık, bir bakalım ne oluyor, nasıl bitiyor falan diye.” Ben dedim ki, “Şimdi bunun sırası değil.” Roni, “Niye böyle diyorsun?” dedi. Dedim ki, “Yani baban hastanede şimdi çeviri işi mi konuşacağız?” Roni bana, “Ben böyle anlam kaymalarına izin veremem,” dedi. Bu söz, kelimesi kelimesine aklımda kalmıştır; “Böyle anlam kaymalarına izin veremem.”

Düşünün bir insanın babası ölüyor ve bundan etkilenerek şiir çevirilerini bırakmayı anlam kaymasına izin vermek olarak görüyor ve burada önemli olan şey şu ki Roni babasını çok severdi. Yani ‘ne olursa olsun babama’ diye düşünen birisi değildi. Babası da gerçekten sevinecek bir adamdı. Ben de Roni’nin babasıyla arkadaştım, yani Roni ile olan arkadaşlığımdan bağımsız bir şekilde. Çünkü genç yaşta baba olmuş birisiydi. Roni’yle sanıyorum 24 yaştı arası. 24 yaşında yedek subayken telefon edip Ankara'ya haber vermişler ‘oğlun oldu’ diye. O benden iki yaş büyük olduğu için benimle arası daha da azdı. Tamam, biyolojik olarak baba olacak yaşta ama sosyal olarak bir ‘abi’ olabilecek bir insandı. Neyse tuhaf geldi bana bu. Roni’nin bu kadar kendini sıkması, bu kadar ‘hayat beni ezemez ne yaparsa yapsın. Babam da ölse ben devam edeceğim’ demesi bana garip geldi.

Şimdi biraz daha yukarı çıkartacağım. Aradan biraz daha zaman geçti. Gene birisi Roni’ye dert yanmaya geliyor, Roni’nin bir arkadaşı. Unuttum bu adamın karısı mı, sevgilisi mi, neyse işte partneri diyeceğim. Onu bırakıyor, beraber tanıdıkları, müşterek tanıdıkları bir aile dostlarıyla, onunla yaşamaya başlıyor. Adam diyor ki Roni’ye, “Burada beni en rahatsız eden şey de onları sevişirken aklıma getiriyorum, hayal ediyorum, kahroluyorum.” Roni bana dedi ki, “Bu nasıl bir adam ya! Niye kahroluyor ya? Bu basit bir kıskançlık,” dedi. Ben dedim ki Roni’ye,Geçenlerde Jean-Paul Sartre’a yazmıştık. Şimdi de Shakespeare’e yazalım. Ya vaktinizi israf etmişsiniz, o Othello denen piyes ne işe yarıyor, yani basit bir kıskançlık bu,” diyelim geçsin gitsin dedim. Sonra dedim ki, “Yahu sen manyak mısın oğlum? Senin basit bir kıskançlık dediğin şeyden tarih boyunca on binlerce insan kendisini öldürmüştür, sevgilisini öldürmüştür, hayatı mahvolmuştur, hapse girmiştir, idam olmuştur. Bilmem ne filan. Sen diyorsun ki ‘basit bir kıskançlık’. Yani insanları bu kadar etkileyen durumlar, duygular filan ‘beni etkileyemez’ nasıl diyebilirsin? Yani nasıl bunlardan kaçabilirsin?” diye aramızda bir tartışma çıktığını hatırlıyorum.

Fakat şimdi buna bakarak, Roni’nin böyle bir tavrının olmasına bakarak, Roni’nin değil başkalarının, kendi duygularının, kendi etkilenişinin hayattan farkında olmayan bir insan olduğunu -Roni’nin sevdiği, çok sevdiği kelimelerle eblehin biri olduğunu- düşünmek tamamen yanlış olur. Roni tamamen tersine, dünyaya karşı çok hassas bir insandı. Hem kendisinin hem başkasının başına gelenleri çok iyi bilebilen birisiydi ve hayatın bize karşı ne kadar acımasız olduğunu bildiği için kendisi de eşit derecede hayata acımasız ve ödün vermez bir şekilde karşı koymak istiyordu. Benim de bildiğim Roni buydu. Yani bir yerde çok hassas bir Roni, çok kırılgan bir Roni. Fakat onun hassas ve kırılgan olmasına yol açan şeylerin üzerine de gitmeye kararlı bir Roni’ydi. Ben bu şekilde anlatıyorum Roni’yi, şu anda söyleyecek başka bir şeyim yok.

G.G.: Evet Şavkar Bey. Mustafa Arslantunalı'dan dinleyelim son olarak.

M.A.: Evet, bu benim de çok yakından bildiğim bir şey; inatlaşırdı çok. Yani insanlarla inatlaştığı konularla, mevzularla ve hayatla da inatlaşırdı. Ama o göründüğü gibi olmazdı. Mesela bana uzun uzun bir arkadaşını anlatır, onun ne kadar depresyonda olduğundan bahseder. Ama ‘herif’ diye bahseder, ortak tanıdığımızdan. Hatta ben rahatsız olduğumu da söylemiştim, ama çok kaygılanırdı. Yani onun belki de şeyini düşürmek için o ‘herif’ ibaresini kullanırdı vesaire. Yani ilk böyle kitabını yayınlayacağımız zaman duyan bazı tanıdıklarımız, “Yazık, çok huysuz bir insandır,” derlerdi. Ama beraber çalışması son derece kolay bir insandı. Yani iş yapmaya geldiğinde o kaprisler, inatçılıklar, huysuzluklar hemen ortadan yok oluyordu. Ama rakı masasında ya da konuşurken tabii çok.

Şöyle bir şey oldu son iki ayda Roni hastanedeyken. Eskiden de ortak tanıklığımız vardı ama ortak yeni tanışlarımız çok fazla oldu. Hastaneye gelip gidenlerden ve bunlar arasında o ana kadar hiç görmediklerimiz çoğunluktaydı ve onların çoğundan bizi onlara anlattığını anladım ve onlar da bize anlatıyordu. Tabii ben o zamana kadar görmemiş olduğum için o insanların kim olduğunu bilmiyordum ve herkesin ortak söylediği şey şuydu. Tabi Şavkar’la İrvin çok eski arkadaşı, ben topu topu 20 yıldır tanıyorum. Ama herkesin söylediği şey; “Hayatımızda bu kadar büyük bir boşluk oluşacağını bilmiyorduk,” şeklindeydi. Benim kızım da dahil buna. Yani küçükken onlar çok oynarlardı. Ergenlikte tabi bir kesinti oldu. Ama o da aynı şeyi, kendi terimleriyle söyledi.

Bir tek şey daha söyleyeceğim. Bu belki ‘dünyaya hakim olmak’ dedi ve yazmıştı da bunu Şavkar, bunun bir parçası da şeydi. Büyük hikayelere hakim olmak. Yani büyük hikayelerin bilgisine hakim olmak. Onunla ortak konumuz, Roni’yle ortak konumuz vardı. Siyasi meselelerde o kadar iyi anlaşamazdık ama mesela telefon eder ya da mesaj atar. Tiktaalik diye bir şey bulundu, yani evrim, fosil işte dünyanın tarihiyle ilgili hararetli konuşurduk. Yani tamamen ikimize özel bir konu olduğu hissine kapılırdım bazen. Yani hepimiz gibi ben de çok üzüleceğim, çünkü ben de aynı şeyi düşünüyorum. Yani bu kadar hayatımızda boşluk açılacağını bilmiyorduk. Hazırlıksız yakaladı bizi.

G.G.: Evet, çok teşekkür ederiz Mustafa Bey. Ömer Bey siz de tabi tanıyorsunuz çünkü Roni Margulies’in Açık Radyo muhabirliği yapmışlığı da var. Özdeş bir kaydında yayınlamıştı.

Ömer Madra: Evet. Kaybı üzerine onu bulup çıkartıp maalesef hemen onu devreye soktuk. 15 Şubat 2003’te, yani Londra'nın, yani dünyanın da en büyük barış hareketlerinden bir tanesi, protesto hareketlerinden birisinde Londra'daydı ve tabi ki başkasına da bunu yaptırmak söz konusu değildi. Çok da iyi oldu. Onu ölümünün hemen üzerinden tekrar yayına sokarak bence de iyi bir şey yapmaya çalıştık yani.

G.G.: Peki şimdi zamanımız bitti maalesef. Ben şunları söyleyerek kapatmak istiyorum. Öncelikle bu programı bir araya getirirken bana pek çok kişi yardımcı oldu. Başta İrvin Schick olmak üzere. Özdeş Özbay ve Meliha Korkmaz'a da buradan teşekkür ediyorum. Sonra Roni’yi şair olarak çok seven bir arkadaşıma söz verdiğim için bir şiirinden iki üç satır okumak istiyorum; “Metrodan çıktığım An” isimli şiiri. İrvin’in de dediği gibi otobiyografi kokan bir şiir aslında. Diyor ki bir yerinde;

Bir de çıkışım var ertesi sabah yurttan sokağa:
ne dil yabancıydı bana, ne kıyafetler,
ne de kentin ortasında kıvrılıp giden o nehir.
Ama ben yabancıydım hepsine, ben, Roni,
tek bir bilen yoktu bunca insan arasında beni.
Bilen yoktu doğduğum evi, gittiğim mektebi.

Böylece şair tarafını da anmış olalım. Son olarak da şunu söyleyeceğim; Şavkar Altınel'in bu sene yayımlanan kitabı Wisconsin, 1963’ün teşekkürler kısmında Roni’ye dair bir cümle var. Çok da manidar bir cümle olduğunu aslında tabi şimdi anlıyoruz. Diyor ki, “Camlarındaki parıltının akşam kızıllığına dönüştüğünü görmezlikten geldiği kendi teknesiyle açık denizlerde inatla yol almaya devam eden Roni’yi düşünerek,” diye yazmış. Çok da güzel yazmışsınız bence Şavkar Bey.

M.A.: Bu arada son okuduğu kitaptır o hastanede.



G.G.: Evet. Peki, böylece bitirelim. Son olarak da şunu söyleyeyim. Gelecek hafta, bu siyasi analizler meselesini artık bıraktığımız için sosyolog Prof. Mahmut Mutman konuğumuz olacak ve kültür nedir, değişime dirençli bir şey midir, niye böyledir gibi soruları ele alacağız. Bugün konuklarımız İrvin Schick, Şavkar Altınel ve Mustafa Arslantunalı'ydı. Roni Margulies’i andık. Hepinize çok teşekkür ediyorum. Görüşmek üzere.