Bir deprem kültürü yaratmak zorunluluğu

-
Aa
+
a
a
a

Türkiye Psikiyatri Derneği Başkanı Dr. Ejder Yıldırım deprem travmasını, çocuk psikolojisini, nasıl destek verilebileceğini ve deprem kültürü edinmemiz gerekliliğini anlattı.

Fotoğraf: Hatay (AA)
Deprem kültürü ile travma sonrası stres bozukluğu nasıl yenilebilir?
 

Deprem kültürü ile travma sonrası stres bozukluğu nasıl yenilebilir?

podcast servisi: iTunes / RSS

Muzaffer Çorlu: Herkese iyi günler! Bu zor günlerde bütün radyo ekibi elinden geleni yapıyor. Ben de bu haftalarda, bu programlarda konuya dair psikiyatrist, psikolog ve terapistlerle konuşup, belki yaraya merhem olacak birkaç cümle çıkartmaya çalışacağım. Bugünkü konuğum Ejder Yıldırım. Kendisi Türkiye Psikiyatri Derneği Başkanı. Ejder Hocam hoş geldiniz!

Ejder Yıldırım: Hoş bulduk! İyi yayınlar diliyorum ve bizlere de söz hakkı verdiğiniz için teşekkür ederiz. Bence çok kıymetli bir iş yapılıyor.

M.Ç.: Estağfurullah, biz teşekkür ederiz. Şimdi hemen konuya geçmek istiyorum. Öncelikle özellikle bu tür çok büyük felaketlerden sonra oluşan travmaları hepimiz biliyoruz, bunun için psikiyatrist olmaya gerek yok. Üstelik Türkiye gibi ülkelerde de çok büyük bir tecrübe var. Bu tecrübeden ne kadar yararlanıldığını bilmiyorum, ama en azından çok büyük bir tecrübe var pozitif yanlarıyla transfer edilmemiş de olsa. Bir çok sorum var, bu yayında muhataplarına iyi geleceğini, en azından bir strateji, bir planlama oluşturacağını ümit ettiğim, cevaplarınıza muhtaç olan sorular bunlar. Timuçin Oral Hoca konuştuğumda sizi önerdi, sadece Türkiye Psikiyatri Derneği Başkanı olmanızdan dolayı değil, Post Traumatik Stress Disorder (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) konusunda uzman olduğunuz için. 

Deprem sonrasında hayatta kalanların, enkazdan çıkan ya da enkazda kalmasa bile depreme maruz kalmış kişilerin psikolojik hallerinden bahsedelim. Çünkü bunu tamamen travmasız atlatmak insanın yapısı gereği imkânsız duruyor ve şu anda Türkiye’de 13 milyon insanın doğrudan muhatap olduğu, yüz binlerce kişinin de enkazdan çıkarıldığı ya da çıkarılmak üzere olduğu bir durum var. Bunu nasıl açıklayalım? Bu aşamada tüm insanlığa neler düşüyor?

E.Y.: Aslında giriş cümlenizde saklı bir takım yanıtlar var zaten, oradan başlamamız doğru olur. Birincisi buradaki etkilenmeyi anlamak için psikolog, psikiyatr ya da bir sağlık çalışanı olmaya gerek yok dediniz. Çünkü bu olağandışı, beklenmedik bir olay. İnsanların güvenli dedikleri dünyanın bir anda güvensiz hale gelmesi, bir gelecek planı varken -belki bir saat sonra neyi yiyeceğini ya da neyi yapacağını düşünecek kadar yaşamla iç içe iken- bir anda başka boyutta, güvensiz ve belirsiz bir bağlamla karşı karşıya kaldıkları bir durum. Böyle bir durumda insan zihninin buna uyum sağlamak adına vereceği o kadar çok yanıt var ki. Bu yanıtların çoğu da aslında olağan dünyadan baktığımızda sanki bir ruhsal etkilenmeymiş geliyor. Olağan dışı olan aslında yaşadığımız. 

Sizin sorunuzun içinde gizli yanıt olduğuna değinmek istiyorum; Türkiye’de çok ciddi deneyimlerin olduğundan bahsettiniz. Yaşantısal olarak en azından, bu deneyimlerin ne kadar işlevsel olarak kullanıldığıyla ilgili soru işaretleri var dediniz. Deprem benzeri bir afeti açıklamak için “doğal afet” sözünü tek başına kullanmamamız gerekiyor, özellikle ruh sağlığı cephesinden bakıyorsak. Neden? Çünkü deprem bir doğal afet olmakla birlikte, deprem travması hem doğal hem de insan eliyle olan bir travma. Bu tanımı, bu izi koyduğunuz andan itibaren ruhsal etkilenme de önceden kestiremeyeceğiniz kadar çeşitlilikler içerebiliyor. 

Travmada ruhsal etkiyi belirleyen şey travma olduktan sonraki süreçtir

Neyi kastediyorum? Bizim coğrafyamız, sadece 20. yüzyılı düşünün, geçtiğimiz yüzyılda 100 binden fazla insanını kaybetmiş deprem nedeniyle. 20. yüzyılın en büyük depremlerinden biri Türkiye’de olmuş 8 şiddetinde tahmin edilen Erzincan Depremi. Onun öncesinde, 1900’lü yıllarında başında İstanbul, sonrasında ardı ardına devam eden Marmara depremine kadar giden bir depremler silsilesinde 100 binden fazla insanımızı kaybetmişiz. Ben sorsam kaç tane deprem türküsü biliyoruz? Çok az. Biz yıkıntı olan yerlerde tekrar yaşamak zorundayız, çünkü insanın böyle bir baş etme mekanizması var. İnsanın çaresiz kaldığı noktalarda çok güçlü, ama bazen de işlevsel olmayan baş etme yöntemleri olabilir. Yanıtı sorunuzda gizli olan dediğim şey tam da burada başlıyor. Kurumların bir belleği var mı? Çünkü deprem travması insan eliyle olan bir travma. Kurumların bir bellek oluşturmaması, insanların korunması bağlamında bir kültürün şekillenmemesi, toplumların kültürü bağlamında şekillenmemesi yoluyla oluşan bir travma. Deprem olduğu anda insan eliyle de bir travma haline geliyor. Bu da yaşanılan hasarı arttırıyor. İnsanın bir doğal afete vermiş olduğu tepkiyle, insan eliyle olan travmaya verdiği tepki aynı değil. Çünkü orada canımız yanıyor bizim, “Neden böyle oldu? Bu olmayabilirdi” diyoruz. 

İkinci bir konuya daha geleceğim sizin sorduğunuz soruya bu bağlama ek olarak. İnsan eliyle olmasının bir ikinci nedeni deprem olduktan sonra yaşananlar. Çünkü deprem olur, bir doğal afettir. Yapı güvenliği kötüdür insan yapısı nedeniyle, ama sonuçta olmuştur. Bu da engellenebilir miydi? Evet engellenirdi, ama oldu bir kere. Bizim için bir travmada ruhsal etkiyi belirleyen en önemli şey, travma olduktan sonraki süreçlerdir. Bu çok belirleyici bir şeydir, bazen travma kadar etkilidir. 

Deprem gibi bir felaketten sonra bir kişi travma sarmalına maruz kalıyor mu kalmıyor mu diye düşünmemiz gerekiyor elbette. Deprem oldu tamam, bir takım kayıplar yaşandı, ama bununla ilgili kişi acaba hızlıca desteklenebilir mi? Başka ek ruhsal zorluk yaşayacağı durumlarla karşılaştı mı ya da karşılaşmadı ve güvende oldu mu? Bu depremde, maalesef 1999 depreminde de karşılaştığımız en önemli sorun burada başlıyor. İçme suyu dahi bulmakta zorluk yaşadığınız bir yaşantı bir deprem kadar hasar bırakabilir. 

İnsanların acılarını arttırmak anlamında konuşmak istemiyorum, ama bir durum saptamasıyla gidelim, buradan nasıl güçleneceğimizi de konuşalım. Bir kişinin bazen depremden hemen sonra ya da bir müddet sonra ne yapacağını bilememesi doğaldır. Belli bir zaman geçtikten sonra kurumların da ne yapacağını bilememesiyle karşılaşması güven sınırının başka bir boyutta sarsılmasıdır. Çünkü biz düşündük ki dünya sarsıldı, tamam dünyanın yer kabuğu çok güvenli değil, ama kurumlar burada iyi sınav veremediği takdirde sizin için yaşadığınız yer daha da sıkıntılı hale gelmekte. İşte bunların hepsi bir araya gelince bir travma sarmalını oluşturur ve bu travma sarmalı yaşanılan afetin üzerine ek bir takım travmatik karşılaşmalar oluşturur. 

Aslında soracağımız ve belki de önlem alacağımız yerlerden biri, deprem öncesi yapı güvenliği. Hazırlıksızlığın bedeli olarak deprem sonrası bu travma sarmalını engelleyemiyor. Bence burada konuşmamız gereken şu; Nasıl müdahale edilmesi gerekir? Rasyoneli burada buluyoruz. İnsanların sıkıntısını azaltmanın yöntemlerini burada buluyoruz çünkü. Bu travma sarmalına biz insanlarımızı ne kadar maruz bıraktık? Kişi çaresizliği ne kadar yaşadı? Tabii ki yardım görevlileri de bu çaresizliğe tanık olarak kendi mesleklerinde ne kadar çaresizlik yaşadı? Bütün bunlar toplumsal olarak etkiledi. 13,5 milyon insan doğrudan etkilendi, ama aslında çok daha büyük bir kesim etkilendi. Bu bölge Türkiye’ye çok göç veren bir bölge aynı zamanda, Türkiye’de iç göçün çok yoğun olduğu bir yer. Bu sanayileşmeyle, şehirleşmeyle, akışkanlıkla ilgili. İstanbul’dan, İzmir’den, Antalya’dan, Karadeniz’den birçok insan yakınlarını orada bıraktılar. Kimisi evsiz kaldı, kimisi kurtarılmayı bekledi. Bu yüzden çok daha büyük bir nüfusun etkilendiğini de kabul ederek başlamamız gerekiyor. 

M.Ç.: Hocam bütün bu anlattığınız fiziksel gereksinimlere olan ihtiyacın karşılanamaması durumlarına tekrar geleceğim, ama en evvel emirde konuşmak istediğim bir nokta var o da çocuklar. Çocuk psikiyatrisi bambaşka bir alan tabii, ama yetişkin sayısı kadar da çocuk var. Çocuklar, hayatta kalmış, enkazdan çıkarılmış çocuklar için ilk yapmamız gereken şey ne? Herkes orada su dahi bulamazken, etrafta bir psikiyatrist, özelleşmiş bir çocuk psikiyatristi, psikolog bulamayacak. Ben size doğru sorular sormak için çalışırken Çin’de 2008’de yapılmış bazı çalışmaları okudum. Dünyadaki birçok psikiyatrist birleşip bir rapor yayımlamış. Orada şunu gördüm; insanlara müdahale ederken çok ciddi organizasyonlar gerektiğini söylemişler. Yakın arkadaş, ‘aklı başında bir yakın’ ne kadar önemli bir fonksiyona sahip şu anda. 13 milyon kişiye yüzbinlerce psikiyatrist, psikolog tedarik edip gönderemeyeceğimize göre bu çocuklara, en azından onlarla karşılaşan kişilerin neler yapması gerektiğini konuşalım, sonra profesyonel yardımı konuşuruz. Şu anda acil olan bir konu mesela, o çocuklarla enkazdan çıkaran insanlar yüz yüze geliyor ilk olarak. Önce onlara önerilerinizi lütfedin isterseniz.

E.Y.: Çok önemli bir soru bu, daha doğrusu yaklaşım olarak da çerçevemizi belirleyecek yer burası. Zaten bu tür afetlerden sonra ruh sağlığı profesyonellerinin gidip bu acıyı azaltması gibi bir genel kabul, bir meslek tanımımız yok. Bizler öncelikle insani temasların sağlanılması konusunda çevresel önlemler almak durumundayız, yoksa her bir insana bir profesyonel kişiyi bile versek, bir arkadaşının ona sarılması ya da bir yakının sarılması kadar etkili olmayacaktır. 

Çocuklara hızla güvenli bir sosyal yaşamın kurulması şart

Çocuklarla ilgili başlayalım, ne yapılabilir? Burada birden fazla durum var; enkazda kurtarılmış olan ya da yakını enkazda iken kurtarılan çocuklar var, depremi yaşamış ama evleri yıkılmış olanlar var. Bir de şu an uzakta da olsa bu deprem gerçeğiyle etkilenmiş olan çocuklar var. Örneğin şu an çevremde görüyorum ya da hastalarımdan biliyorum “Sinekten korkuyorum” diyor çocuk, “Daha önce hiç korkmazdım şimdi korkuyorum” diyor. Bu etkilenme birçok boyutlu oluyor. Çocuğunuz böyle bir olaydan sonra biraz duygusal tepki verdiyse hiç endişelenmeyin, insani bir şey bu. Çocuklar tepkilerini farklı farklı verebilir. Ben çocuk psikiyatristi değilim, daha çok ergenlerle çalıştım. Çocuk psikiyatrisi mesleğimizin bir başka alanı, o yüzden meslektaşlarımın sınırına girmek istemem. 

Doğaldır ki çocukların yaşamış oldukları şey yaşamın, dünyanın belirsizliği, kendi ebeveynlerinin buna karşı tedirginliği sırasında yaşadıklarıdır. O yüzden çocuklarımıza öncelikli mesaj, uzaktakiler açısından söyleyeyim, dünyayı güvenli kılmaya yönelik bir takım sözcükler söylenmektir. Deprem bölgesi dışında çocuklar soracaklar. Onlara cevap verirken sanal bir dünya çizmeden yapmamız gerekiyor. Deprem gerçeği var, çocuk bunu bilmeli. Burada bir takım acılar yaşanmış, bunu da bilmeli, ama bunu çocuğa geleceği belirsiz olmadan anlatmamız, zihin dünyasında kabul edeceği şekilde anlatmamız gerek. 

Çocukların bazı görüntülere maruz bırakılmaması gibi, bu gerçekliği ona hasar verecek şekilde yapmamamız gerekiyor, ama diğer taraftan da yaş kapasitelerine göre “Evet deprem oldu ve depremde böyle durumlar olabilir,” diyebilmemiz gerekiyor. Ebeveynler çocuklarına en azından gelecek konusunda güven verecek şekilde konuşmalı, çünkü çocukların zihninde güvensiz bir dünya bir ebeveynin ya da bir erişkinin yaşadığından çok daha farklı, çok daha etkili olabilir. 

Özellikle o bölgede yaşayan çocuklarla ilgili başka bir konu var. Onlar bir gerçek yaşadılar, onlar bir acıyı gördüler. Elbette ki tüm dünya, bizim insanlık tarihimiz acılarla dolu ve o acıların önemli bir kısmına çocuklar şahitlik ettiler. Hepimiz gördük, bugünlere geldik, insanlık devam edecek, ama acıların nasıl işlendiği burada çok önemli. Biz çocuklara eğer hızlı bir şekilde, sosyal yaşamı organize edebilecek, bir zamanı planlayabilecekleri, yapabilecekleri konusunda bir süreç sunabiliyorsak o zaman çocuklar korunabilir. Ama biz eğer çocuklara çok güzel şeyler söyledik, ama yanındaki annesi, babası ya da kardeşi ertesi gün ne yiyeceğini bulamayacaksa, bunu düşünüyorlarsa, o çocuk biz ne söylersek söyleyelim, annenin, babanın ya da kardeşin yüzündeki o tedirginliği okur, hatta bazen çok daha iyi okur ve onun için dünya güvensiz bir yer olur. O yüzden dönüp dolaşıp şuraya geliyor konu, afet yaşandıktan sonra hızlı bir şekilde ortamın stabilize edilmesi ve ortamda güvenli bir sosyal yaşamın sunulması şart. Yoksa şu an çocukların bir kısmı İstanbul’da tedavi altındalar, bizim meslektaşlarımız onlarla ilgileniyorlar. Şu anda ciddi sayıda meslektaşımız, farklı branşlardan hekimler çocuklarla hangi dili kurmaları gerektiği konusunda çok duyarlı bir şekilde bizimle temas kuruyorlar. 

İnsanların yalnız olmadığını hissetmesi lazım

Çocuklarla ilgili başladık erişkinlerle ilgili devam edelim. Covid pandemisinde de benzeri yaşandı, diğer büyük depremde de aynısı yaşandı. İnsanın sıkıntılı anında ihtiyaç duyacağı en kritik ifade ya da yaşantı “Burada benim için biri var" hissiyatının oluşmasıdır. Bizim yapacağımız ilk iş, ilk temas budur. Örnek veriyorum, ben meslektaşlarıma da bazen soruyorum “Ne yapalım?” diye. Buna çok kıymet verdim buradaki dönemde. Örneğin yaralılar geldi, ben yarın bölgeye gideceğim, bölgeden de çok fazla insan “Ne yapabiliriz?” diye soruyor. Bu çok önemli. Halkımız her şeyden önce şundan dolayı güvende olsun, kurumlar ayrıdır ama insanlarından dolayı güvende olsun. Türkiye’nin bu alanda en iyileri diyorlar ki, “Ben oraya gideceğim, ama ne yapacağım konusunda lütfen gerektiğinde bana bilgi verin”. İyi bilen biri, ne yapılması gerektiği konusunu sürekli zihninde bir plan oluşturandır. En iyi meslektaşlarımız bile bu dille gidiyorlar. Bu çok önemli, yani zarar vermeden, onlar için en iyisini bulma çabası. Örneğin bazı meslektaşlarımız İstanbul’a yaralı gelenlerle ilgili soruyorlar “Bizim için çok kıymetli bu hasta ne yapalım?” İsterse kişi yaralı olmasın, sizin bir yakınınız olsun, çünkü çok önemli sayıda insan Ankara’ya, İstanbul’a, Türkiye’nin farklı illerine gitti, bunların yakınları, akrabaları geldi. Burada yapabileceğimiz iki ya da üç şey var, bence bu da kıymetli olacaktır. Örneğin “Yakınım deprem bölgesinden geldi, oradan onu aldım, ne yapayım, nasıl davranayım?” Bu soru da çok geliyor bize. Birincisi bu insanlara yalnız olmadıklarını hissettirmemiz lazım. Diyelim ki bir hekim olarak ya da bir sağlık çalışanı olarak gittik; “Nasılsınız, bir şeye ihtiyacınız var mı?” “Yok” “Olsun ben yarın da uğrayacağım,” demek. Bu çok önemli. Pandeminin çok erken aşamasında bir kaos vardı biliyorsunuz, ne olacağını bilmiyoruz, İtalya’yı duymuşuz, bir anda ölümler başladı Türkiye’de. Benim kliniğimde tüm Türkiye’ye hizmet veren, maruz kalan sağlık çalışanlarına yönelik ilk hizmet hattını kurmuştuk. Uzman arkadaşlarıma da çok teşekkür ederim, çok kıymetli bir işti. Şöyle dedik bizi arayanlara “İyi misiniz?” Yüz yüze görüntülü görüşme yapıyorduk, “İyiyim,” dedilerse de, “Peki bir daha aramamızı ister misiniz?” dedik. “Yok, gerek yok,” dediler, ama biz onlara dedik ki “Olsun, biz sizi gene arayacağız.” Tam da budur yapılması gereken. Çünkü gerçek bir yakınlık ihtiyacı olsun veya olmasın onun olası ihtiyacını öngörerek, onun olası ihtiyacını kabul ederek davranmak. İster yakınları gelsin ister bir profesyonel olarak bizim gerçekten orada olmamız lazım duygu olarak. İkincisi uzun vadede bütün sosyal sistemlerin, psikososyal desteklerin kuralı, her şeyi uzun vadeli yapmaktır. Çünkü bu bir balayı dönemi, herkes gidecek oraya. Sonra bu insanlara şu kaybı yaşatmamamız gerekiyor; “Yardımlar geldi, insanlar geldi, sonra ‘o insanlar o güzel atlara bindiler ve gittiler” duygusunun olmaması gerekiyor, kalıcı olmak gerekiyor. Birinci ilkemiz bu, yalnız olmadıklarını hissettirmek.

Sonra ikinci ilkeye gelelim. Bir yakınımıza, bir arkadaşımıza, herhangi birine destek olmak istiyorsak şu söyleyeceğim çok kıymetli. BM’nin yönergelerinde bulunan insan otonomisine ve haysiyetine uygun bir yardım yapmak. Ben bunu şu örnekle açıklıyorum: Örneğin bir yemek arabası koydunuz oraya, iki çeşit yemek çıkarın. Örneğin sıcak yemek veriyorsanız, 4 kap veriyorsunuz, en azından bir ya da iki tanesi birkaç çeşit olsun. Çünkü, “Ben bu yemeğe muhtacım,” duygusu insanın kendi otonomisini kazanmasını ve haysiyetinin onarılmasını zorlaştırır. Ama örneğin biri size şunu derse “Hangi çorbadan istiyorsunuz?” O zaman seçersiniz. İnsan olmak, güçlü olmak seçebilmekle başlar. O yüzden aslında biz bir kişiye bir yardımda bulunuyorsak, daha doğrusu destekte bulunuyorsak, bu destek onların seçimi ile ve insani olarak haysiyetleri korunarak yapılmalı. Bu işin en önemli ilkelerinden biridir. Sadece bu ikisini yaptıktan sonra bir de ruh sağlığı profesyoneli olarak yapacaklarımız var.

M.Ç.: Tabii onu mutlaka soracağım ama bu ikisi çok önemli.

E.Y.: Depremin ilk anından itibaren ruh sağlığı profesyonellerinin orada yapacakları var. Ruh sağlığı profesyonellerinin yapacakları bu belirtileri azaltmak değildir. Sistemin oluşması, sistemin insani, haysiyetli dağıtılması konusunda bir şeyler yaparlar. Kişilerin hızlıca sosyal desteğe ulaşmalarını sağlamak, bu sosyal desteklere ulaşırken yalnız olmadıklarını hissetmelerini, sürekliliği sağlamaktır. Sosyal sistemin hangi ruhsal değişkenler göz önüne alınarak dağıtılacağı konusunda yapacakları vardır, yoksa ruhsal tepkileri söndürmek anlamında yoktur. Bu çok önemli. Programdan önce izlediğim bazı video görüntülerinde rastladım;  yardımların insanların kafalarına atıldığını gördüm. Bizim söylediğimiz şeyin tam tersi bu. İnsanlara seçme şansı vermek, onları özgür bırakıp onurlarını, şahsiyetlerini, kişisel bütünlüklerini korumalarını sağlamak önemli. Onun yerine, böyle görüntüler gördüm. 

M.Ç.: En azından sizin söyledikleriniz birçok kişiye ulaşır, çünkü şu anda profesyonel sağlık ekipleri, ruhsal ya da bedensel sağlık ekiplerinin ulaşmasına çok zaman var. 

İlk kısma tekrar döneceğim, o ısrar da önemliydi “Ben yarın da geleceğim, bir şeye ihtiyacınız var mı?” demek. Bunun aslında insanları rahatsız etmemek adına, belki kibarlıktan atlandığını düşünüyorum. Bunu söylediğiniz çok iyi oldu, çünkü o durumdaki kişi bazen neye ihtiyacı olduğunun bile farkında olmayabilir büyük travmadan ötürü. O yüzden karşılaşılan kişilere “Yarın tekrar geleceğim, tekrar burada olacağım" şeklinde bir süreklilik ve “Yalnız değilsin” duygusunu ısrarla hissettirmek gerektiğinden bahsediyoruz değil mi? Belki dinleyen ve depremden etkilenmiş olan kişiler bilirler ki bir ruh sağlığı personeli konuşuyor, bir de böyle yapılması gerektiğini söylüyor. 

E.Y.: Bu öğrendiklerimizi biz yaşadığımız acılardan öğrendik, bizim daha önceki kitaplarda bunlar yazmıyordu 30 yıl önce. Bunlar yoktu. Ben travmalarla ilgilenmeyi seçmedim, 99 depremi öncesinde daha çok nörobilimle ilgileniyordum. Arkadaşların travma grupları vardı, onlarla ilgilenirlerdi. Onlar eğitim yapardı, ben kantinde otururdum, başka bir şey yapardım. Ama deprem oldu. Deprem olduğu gün, o günden itibaren ve sonrasında bu ülkede yaşanan cinsel şiddet, başka şiddetler, terör, işkence, vs. her ne ise, bizleri ister istemez bu acılarla karşılaştırmaya itti. 

Yalnız bırakmamak diyoruz ya, Türkiye’deki psikiyatristlerin, psikologların, sosyal çalışmacıların acılarından öğrendik. Hepimiz aslında ortak bir yaşantının, ortak bir zorluğun sonucunda bu ifadeyi kullanıyoruz. Çünkü aynı zamanda benim de ihtiyaç duyduğum bir şeydi. Örneğin ben bu acılarla karşılaştığımda, ister profesyonel ister yaşayan biri olarak neyin bana iyi geldiğini bilerek ya da neyin temas kurduğum zorluk yaşamış insana iyi geldiğini deneyimleyerek öğrendim. O yüzden ben genellikle asistan arkadaşlarımla konuşurken hep ‘yalnızlık’ kelimesini vurgularım. Çünkü yalnızlığın, yalnız kalmanın, yalnız bırakılmanın kültürel olarak karşı taraftan çok kolay anlaşılmadığını, ihtiyacı sormanın bazen bir katalog soru olduğunu, ama insanın içsel yalnızlığına dokunabilmenin ne kadar da hızlı bir toparlama olduğunu bizler yaşayarak ya da profesyonel yaşamımızda deneyimleyerek öğrendik. 

Bu yaşanan büyük acının güzel resimlerini çizmemiz çok kolay değil ama aynı zamanda bu fotoğrafta dokunduğumuzda bizi ısıtacak yanlar da var. Bu kısmı da bilerek gitmemiz gerekiyor. Dediniz ya “Çok önemli, duyulsun bu.” İnanın bu dediğimi ben söylemesem bile yapmaya çalışan o kadar çok kişi var ki, kendiliğinden, kendi insani dayanışma duygularıyla bunu yapmaya çalışan çok kişi var orada. Çırpınıyorlar “biz nasıl buraya faydalı oluruz” diye. O nedenle yalnız olmadığımızı hissetmek bazen bize sıcak resimler de sunuyor bu büyük acının yanında. 

M.Ç.: Sağlık profesyonelleri, yardımcı olacak psikiyatrist, psikolog arkadaşların neler yapacağını, neler yapması gerektiğine geleceğiz Bir de sıradan, bu konuda eğitimi olmayan, uzakta olanlar var, örneğin evde televizyon seyredip kahrolan, çaresiz olan, ağlama krizine giren... Bana da onlarca mesaj geliyor bu konuda. Tabii ki rasyonel olmaya davet etmek dışında bir şey yok bu kadar sıcağı sıcağına. Belki daha anlamlı yapılabilecek bir iş vardır. Siz Türkiye Psikiyatri Derneği Başkanı olarak bütün Türkiye’yi kapsayan bir şemsiye figürsünüz ve bu konuda söyleyecekleriniz çok önemli. Uzakta olan televizyondan seyrederek kahrolan, doğrudan etkilenen 13 milyonun dışında başka bir 60-70 milyon insan var ki onlar da günlerdir uyku uyumuyor. Hepimiz biliyoruz bunu. Ne yaparsak en iyisi olur? İlla o bölgeye gitmesek de yapabileceği bir şeyler olduğuna inanıp yine de bu konuda çaresiz hissedenler var. Ne önerirsiniz?

E.Y.: Biraz insan fizyolojisinden, ruhsallığın fizyolojisinden bahsederek başlayayım. Bir yerde otursak, bir topluluk içerisinde, gülen birini gördüğümüzde hoşumuza  gider çoğunlukla. Ama bir yerde ne kadar önemli bir mevzuda konuşursak konuşalım, birinin ağladığını görürsek herkes susar ve o gözyaşına müdahale etmek ister. Gözyaşı çok ağır ve belki de dünyanın en kıymetli sıvısı değil mi? Hepimizi etkiler. Ama sorun şu, o kişinin ağlaması geçtikten sonra biz hâlâ o kişiyi merak ediyor muyuz, etmiyor muyuz? O yüzden uzakta olanların bence yapacakları var elbette. Yardım edebildikleri güçle yardım edecekler. Toplumsal dayanışma bazen bu tür yoğun duygularla karşılaşma sırasında tetiklenir, ama yoğun duygulardan uzak durmaya başladıkça sönümlenme eğiliminde olabilir. Biz bence toplumsal olarak bu depremi ve acılarını unutmamalıyız. Bu depremde uzakta olan ve doğaldır ki daha az yaralanan kişilerin bence en önemli görevi, doğrudan etkilenenlerin adına, bu depremin unutturulmamasını sağlamak ve Türkiye’nin afet yapılanmasının, kurumsal yapılanmasının yeniden düzenlenmesi konusunda geleceğe sahip çıkmak. Bence en önemli yapılacak şey bu.

Sorulan sorular “Daha iyisi nasıl olabilirdi? Bu önlenebilir miydi?” şeklinde olmalı

M.Ç.: O zaman yapılan yanlışları dile getirmek, yetkili olmasına rağmen, sorumluluk kabul etmeyenlere karşı hukuk yollarını deneyerek, hukuk içerisinde kalarak itiraz etmesi, isyan etmesi de normal o zaman?

EY: Kesinlikle. Bunu bir kademe daha büyütelim. Sadece siyasal hesap sormanın ötesinde bir şeyden bahsediyorum. Afet bilimi, afet yönetimi sadece o konuda eğitim aldığınızda yapılacak bir şey değildir. Çok kapsamlı bir şeyden bahsediyorum. Örneğin bir afete gidip müdahale ettiğinizde sizin raporunuz birkaç türlü olmalı. “Ne yaptık, ne ettik, nasıl iyi şeyler yaptık,” yerine “Daha iyisi nasıl olabilirdi? Bu önlenebilir miydi?” şeklinde olmalı. Türkiye bir sürü deprem yaşadı bu depremden önce. Malatya depremini yaşadı, İzmir depremini yaşadı. Şu raporlar yok mu? Nerede eksik kalındı bu müdahalede? Böyle sormakla başlar bu. Bu bir kültürdür. Bu kültür kurumlarda pek yok. Marmara depreminden sonra biz örneğin yetkilileri, kurumları, hükümeti sorguladık mı “Ne yaptınız?” diye. Örneğin Türkiye’nin üniversiteleri çok mu kaliteli? Siz kalkıp herhangi bir kurumun başına liyakatsiz birini koyarsanız, depremle ilgili bir durumda da liyakatsizlik başlar. Yani bu bence çok büyük bir sistem sorunu. Çok kapsamlı bakmamız gerekiyor. Bunun elbette doğrudan siyasal sorgulanması yapılsın, sizin dediğinize katılıyorum, zaten bu ayrı. Ama bunu yaptık “A evet işte baştakiler şöyle dedi” diye düzelmeyecek bu.  Bir kültür olarak yerleşmeli.  Sorgulayan, yanlışı soran, hatanın nerede olduğu üzerine giden, bunu bir kültür olarak gören bir yapılanmaya ihtiyacımız var. Bu coğrafya 100 bin insanını kaybetmiş 100 yılda. Depremi yaşayıp deprem kültürü olgunlaşmış ülkeler var, ama sizin ülkeniz Meksika’nın bile gerisinde olunca hesap sormamız gerekir. Meksika örneğin şunu yaptı. X şiddetindeki depremde falanca binalarda daha çok yıkılma varsa, o katlı binalar ve o dalga salınıma dair bir matematik hesap yapıldı. Bir başka örnek size vereyim; 39 Erzincan depreminde -ki dünyanın en büyük depremlerinden biri- 2. Dünya savaşı başlamış ve Türkiye’nin ulaşımı daha çok trenle sağlanıyor, düşünün ve inanılmaz bir kardan bahsediliyor o dönemde, evler kar altında kalmış. Buraya geç ulaşılmış. 40 bin insan ölmüş, çoğu da donarak ölmüş. Bir karar alınıyor, bu karara göre şehir taşınıyor. Planları var bunun, şehir fay hattından alınıyor biraz daha kuzey batıya taşınıyor. Bu şehrin planı Avusturyalılara veriliyor. Avusturyalılardan 2+1, 3+1 ve 1+1 kurma evler ithal ediliyor. Bunlar çelik ya da ahşap temelli depreme dayanıklı evler ve bu şehirde 3 kattan büyük binaya izin verilmiyor. Şehrin göbeğine de -ben oralıyım o yüzden biliyorum- büyük bir meydan, hani Avrupa kentlerinde gördüğümüz gibi, hükümet meydanı yapılıyor. 2 katlı bir hükümet konağı var. Her yer 2 katlı. O meydanda da bir heykel var, şehirdeki çocukların çoğu onu Atatürk heykeli zanneder, ama İsmet İnönü şehre geldiğinde deprem sırasında ona sarılan bir kadınla olan heykelidir. Yani meydana deprem anıtı dikiliyor. Neden? Çünkü siz bir yerde bir kültür yaratmak istiyorsunuz. Türkiye’nin o dönem doğruyu aramaya çalıştığı dönem ve bu sadece tek parti CHP döneminde de yapılmamış. Bunun borçlarının ödenmesi, tamamlanması Demokrat Parti döneminde de devam etmiş. Raporlar var ve 1980’e kadar o şehirde bir deprem kültürü oluşmuş. 3 kattan büyük bina yapılamaz. 80’lerin sonrasında, '83, 84’te  bir anda bu kat sayısı arttırılıyor. O meşhur dönemi hatırlıyoruz, Özal döneminde kat sayısı arttırılıyor. Kat sayısı arttırılınca hemen 2 katlı olan oteller, binalar kat çıkmaya başlıyor. Şehrin ortasından geçen yolda 4-5 katlı evler yapılıyor. O kurma evler yıkılıyor yerine daha “güzel” toplu apartmanlar dikiliyor. '92 depreminde yıkılanların önemli bir kısmı bu binalar oluyor. Bakın bu bir kültür ve bu kültürün devam ettirilmemesinin sonuçları. O yüzden depremden uzakta olanların bence yapacakları en önemli şey desinler ki “Ben bu depremi unutmayacağım ve ben bu kültürü, bu acıyı bir daha yaşanmamak üzere canlı tutacağım.”’ Bu travmayla baş etmek ya da travmatize olmak değil, ama adalet arayışı ve aynı zamanda da bir daha aynı acıyı yaşamamak adına farkındalık yaratmak. Bence depremden uzak kalacakların bugün dayanışma dışında yapacakları en büyük fayda bu olur. O insanların, şu an acıyı yaşamış insanların bunu sorma güçleri şu an olamayabilir. Onlar unutmaya meyledebilirler, çünkü bu acıyla baş etmenin iyi yöntemlerinden biri de unutmaktır. Yas da yaşıyoruz, ama sonra unutuyoruz. Tabii unutmayın derken şunu kastediyorum, hayata tekrar bağlanın, ama uzakta olan ve bu kadar yoğun acıyı doğrudan yaşamayan insanın yapması gereken en önemli şey hem adaleti aramak hem hesap sormak, ama en önemlisi bir kültür yaratmaktır. Bence bunu yapmak hepimizin birincil görevi olmalıdır. 

Ben Türkiye Psikiyatri Derneği’nin yöneticisiyim. Bununla gurur duymamın en önemli nedeni şu: Bu dernekle birlikte 99’da Halıdere’ye gittim. Düşünün daha 2 yıllık asistanım. Hiçbir şey yok orada, organize gittik, o zaman İstanbul Tabip Odası’nda da bir yöneticilik görevim vardı. Gittiğimde bana dediler ki, “Buranın sağlık merkezi sorumlusu sensin.” Çok güzel, ama elimizde yapacak bir şey yok. Derken bana bir takım föyler geldi ne yapacağımıza ilişkin Türk Tabipler Birliği’nden, İstanbul Tabip Odası’ndan, Türkiye Psikiyatri Derneği’nden. Bir deprem kültürü vardı, orada tanıştığımız. Orada bir aradalıkla bir işe başladık. 2019’da İstanbul’da bir deprem oldu, tam 99 depreminin 20. yılında. Türkiye Psikiyatri Derneği dedi ki, “Bu 99 depreminin 20. yılı. Hem bir anma yılı yapalım hem de bütün kurumları davet edelim, İstanbul’un göbeğinde bir deprem sempozyumu yapalım.” Biz tam 19 Ağustos’ta bunu yapacağız. Kimse katılmadı, sadece hekim dernekleri, psikologlar, sağ olsun sosyal hizmet uzmanları katıldı. Başka kimse gelmedi. Biz demiştik ki, “Ya çok kalabalık olur, çünkü 20. yıl.” Depremde neler yapılır, ne acılar yaşandı, tekrarı nasıl olur diye deprem planlarımızı sunduk, ama kimse yok. 

Depremlere hazırlanmayı “Unutmayacağız!’ diye söz verelim

Ben Türkiye Psikiyatri Derneği’nde meslektaşlarıma Temmuz ayında bir plan sundum: Türkiye Psikiyatri Derneği’nin afetlere hazırlık ve müdahale birim planı. Bu aynı zamanda ulusal bir plan olmak üzere düşünülmüştü. Neden? Çünkü büyük İstanbul depremi olacak buna hazırlanmamız gerekiyor. Bunu bizim dernek ulusal bir planla yapmamız gerek.  Hatta bir mobil hat oluşturalım ve depremde ola ki bir meslektaşımızın dahi acil yardım çağrısını ulaştırabilecek uluslararası çapta bir elektronik yapı oluşturalım. Bunu şundan dolayı söylemek istiyorum; bir kültür var ve bu bize bulaştı. Ben bu anlamda kendimi vicdanen rahatlatamıyorum. Hâlâ diyorum ki, “Ben Temmuz ayında bu kararı aldım, niye Aralık ayına kadar harekete geçiremedim?” En azından bir bellek oluşsa. Bu bellek şu anda Türkiye’de nerede vardır biliyor musunuz Muzaffer Bey? Şu an meslek derneklerinde, kurumlarda var. Ne devletimizde var ne de entelektüel kimliklerimizde var. Bunu tekrar var etmek zorundayız. Çünkü şu da çok yalnızlaştıran bir şey, biri deprem diye bir şey diyor, ama duyulmuyor ama bir sarsıntı olduğu zaman çok hissediliyor. O yüzden bugün yapacağımız en güzel şey, bir yere yazalım, kocaman “Unutmayacağız!’ diye söz verelim. Neyi unutmayacağız? Depremdeki acıları değil, deprem için yapacaklarımızı ve bu coğrafyada sağlıklı yaşamak için yükümlülüklerimizin olduğunu unutmamalıyız. Bence bunu yapabilir olmamız, bunu yaşatabilir olmamız bugün bu acıları yaşayanlara ve bundan sonraki insanlarımıza yapacağımız en büyük katkı olur diye düşünüyorum. Biraz sosyal bir mesaj oldu ama... 

M.Ç.: Çok iyi oldu. Çünkü gerçekten dövünmeyi yavaş yavaş bırakıp artık dediğinizi yapmanın tam zamanı gerçekten. Şimdi profesyonellerin ne yapacağıyla ilgili konuya geçebiliriz. Bu konuda bir çalışmaya rastladım. Çin’de yapılmış daha, sonra tekrarlanmış. Enkaz altından çıkarılan insanlarla yapılan bir MR çalışması. İstatistiki olarak da, sayısal olarak da karşılaştırmalı gruplarda da görmüşler ki, aslında beyin fonksiyonlarında bir değişme söz konusu. Nöronal bağlantılarda bir değişme söz konusu. Belki bu daha çok sinir bilimin konusu olabilir. Eğer beyin plastisitesinde bir değişiklikten, fonksiyon değişikliğinden söz edebiliyorsak MR çalışmaları sonucunda, yapısal nörolojik değişikliklere bile maruz kalan bu kişilerin psikolojik, fizyolojik değişikliklerini anlamak mümkün. Dolayısıyla çok uzun soluklu olduğunu tahmin ediyorum sürecin. Böyle bir terapi, tedavi sürecinden bahsediyor olacağız gibi geliyor bana. Bunu kaldıracak altyapısı var mı Türkiye’nin? Bu kadar çok sayıdaki insanın uzun soluklu terapisi açısından soruyorum. 

E.Y.: Sorunuzun içeriği bence çok önemli, ama biraz farklı yönden bakalım. Bu konuda bilgi birikiminiz olduğunu biliyorum. Özellikle enkazda uzun süre yaşamanın getirmiş olduğu yapısal değişiklikler. Başka bir uzun süreli yaşantıdaki yapısal değişikliklerden çok farklı olmayacaktır. Nasıl? Kapsam olarak da yer olarak da sonuçta her bir yaşantı beyni değiştirir. Travma yaşamış kişilerde şunu dersek, “Travma yaşadı artık burada bir şey oldu,” biraz zorlanırız. Bunu bir tür arazmış gibi tanımlarsak bu bizi güçlendirici olmaz. Çünkü beyin çok dinamik bir yapı. Bir yaşantı varsa değişecektir, ama bu değişimin fonksiyonel olarak bir kayıp mı yoksa diğer taraftan zihinsel işlevlerini başka türlü güçlendiren bir şey mi olduğunu bilmiyoruz. Şöyle bir örnek vereyim: Değerli bir büyüğüm, kongrelerde izin alarak ismini anıyorum ama burada ismini vermeyeyim, bizim kıymetli bir hocamız, Irak’ın bombalanacağı gün bir yakınıyla konuşurken -o da bir ruh sağlığı profesyoneli- diyor ki “Biliyor musun çok kötü hissediyorum, bir sıkıntı var, haberleri izliyorum. Bush bir şey diyor, Saddam bir şey diyor, bir de sözcüsü bir şey diyor. Bir şey olacak bir sıkıntım var.” O sıralarda her gün açıklamalar yapılıyordu, “Irak bugün mü bombalanacak şu gün mü?” Yine böyle rutin bir gün, her şey aynı, “Neden bilmiyorum, kötü bir şey hissediyorum, yani sanki bugün bir şey olacak orada,” diyor ve o gece bombalama oluyor. Diyeceksiniz ki “Bunu nereden biliyor?” Bu kişi çocukluğunda bir savaş travması yaşayan kişi. Travma bizim zihnimizde bir takım değişikliklere neden olabilir, ama bu değişiklik bazen fonksiyonel olarak bize bir kazanç da sağlayabilir. O yüzden bir yaşantı eşittir bir araz, bir işlev kaybı gibi düşünmeyelim. Bir yaşantı eşittir bir farklılaşma gibi düşünelim. Bu farklılaşma bazen kişiyi yoran bir farklılaşma olabilir. 

Tam da sizin sorunuza geleyim. O zaman buna yapılacaklar var mı? Elbette ki var. Biz bu zihni yoran, işlevleri bozan kısmını mutlaka tedavi edebiliriz, çünkü bu bir tür terapi, rehabilitasyon gibidir. Bunu yaparız. Yani bu konuda Türkiye’nin son derece deneyimli ekipleri vardır. Türkiye travma terapileri konusunda dünyanın en deneyimli ekiplerine sahip. Yani siz bir yerde çok fazla acı yaşarsanız, doğaldır ki o yerde çok profesyonel yetiştirirsiniz. Türkiye’nin belli hastalıklardaki tıbbi becerileri dünyanın birçok yerinden iyidir. Örneğin vajinismus rahatsızlığına Türkiye’de çok rastlanır, bu konuda dünyanın en iyi terapistleri de Türkiye’dedir, başka yerlerde de bu kadar sık  görülmediği için. Travma konusunda Türkiye’de biz deneyimliyiz. Ama herkes mutlaka ciddi, ağır bir ruhsal sorun yaşar ve bunu tedavi mi eder? Hayır. Belli bir yüzdesinde bu var. Şu kısmında size biraz katılıyorum. Bu insanlar için bizim bir eylem planımız olmalı. Özellikle enkazda kalan kişiler, bu deneyimlerin onları yoran kısımlarına yönelik bir tedavi değil, ama terapötik bir yaklaşımla güçlendirilmeli ya da ihtiyaçları bağlamında bu zorlukları ele alınmalıdır. İnsan gücü olarak buna yetebilir miyiz? Bence bu biraz planlamayla ilgili. Biz Türkiye Psikiyatri Derneği olarak bir strateji planı sunacağız Türkiye’ye.

M.Ç.: Siz yarından itibaren de sahaya iniyorsunuz değil mi? Ne yapacaksınız? “Ne yapılmalı?” sorusundan ziyade bunu sorayım.  Zaten siz ne yapılmalıysa onu gerçekleştireceğiniz için yarın sahaya iniyorsunuz. Türkiye Psikiyatri Derneği neler yapacak? İnsanlar size nasıl yardımcı olabilir? En azından nasıl engel olmayabilir?

Uzun erimli çalışmak zorundayız

E.Y.: Aslında şu anda sahada çok arkadaşlarımız var. Psikiyatrik ya da psikososyal destek müdahaleleri uzun vadelidir. Acil müdahalelerimiz yok mu? Elbette var. Özellikle bu dönemde, rutin ilaçlarında aksamalar olan, özellikle kronik hastalıklar dediğimiz durumlardan dolayı tedavi alan, ama yakınlarına, sosyal barınma imkânlarına uzak olan ya da ani ilaç kesilmesi ile bazı gruplardaki hastalıkların tetiklenmesi riski olanlar açısından bir aciliyet var tabii. Süremiz kalırsa bunu da konuşmalıyız. 

O bölgede çalışan ekiplerin korunması anlamında da yapılacaklar var. Uzun erimli çalışmak zorundayız. İşimiz asıl şimdi başlıyor. Biz Türkiye Psikiyatri Derneği olarak aslında ilk günün ilk saatinden itibaren çokça şey yapmaya çalıştık. Afet anında önemli olan kimin yaptığından bağımsız doğru ve zamanında iş yapılması. Doğru işi geç yaparsanız anlamlı değildir, bir şeyi yanlış yaparsanız da bir anlamı yoktur. Örneğin az önce dediniz ya yardım malzemeleri konusu, yardım malzemesi yoktur, sıkıntıdır, ama bir yanda 3 kamyon yardım malzemesi götürürsünüz ve hepsi bozulabilecek malzemedir, onlarca iş yükünü, iş gücünü bir anda bloke edersiniz, gereksizdir. Yani her şey zamanında olmalı. Biz de başta devlet kurumları ile yazışarak başladık, çünkü şu dakikadan sonra insanlara ulaşılabilir bir sağlık hizmeti hedefindeyiz. Kimin ulaştırdığının önemi yok ya da benim derneğimin adının ne kadar geçtiğinin de bir önemi yok. Yarından itibaren biz bir saha değerlendirmesi yapacağız. Bizim afet birimimiz vardı, kurmuştuk ve Türkiye’deki tüm ekipleri eğitmek için kurduk. Bir saha değerlendirmesiyle, uzun vadede yıkımın çok büyük olduğu bölgelerde bu merkezleri belirlememiz gerekiyor. İhtiyaç merkezlerini belirlememiz gerekiyor, göndereceğimiz ekiplerin lojistiğini belirlememiz gerekiyor. Bu konularda son derece deneyimli olan 15 kişilik saha ekibiyle birlikte yarından itibaren bir envanter çıkaracağız. Bu saha ve doku analizinden sonra yapacağımız şey şu: Elbette ki birinci sağlık hizmetleri Sağlık Bakanlığı uhdesinde olduğu için Sağlık Bakanlığı’nın yürüteceği sağlık hizmetlerine nasıl destek olabiliriz diye bakmak. İkincisi psikososyal hizmetlere nasıl destek olabiliriz? Üçüncüsü bu hizmetlerin doğru verilmesi ve eksiğin kapanması anlamında biz neler yapabiliriz? Bu konularda çabalarımız oldu. Örneğin belki birkaç güne kadar uzaktan erişimli bir muayene sistemi devreye sokacağız. Bir destek sistemi oluşturacağız. Yapabildiğimiz kadar gönüllülerin ilk başta o bölgeye gitmesini sağlayacağız. 600’e yakın meslektaşımız hemen bölgeye gitmek üzere gönüllü oldular ve bunları en azından Sağlık Bakanlığı ile koordineli bir şekilde yürütüyoruz. Talep geldikçe gönüllü bildirimlerini yapmaya çalışıyoruz. Bunun dışında Türk Tabipleri Birliği olsun, diğer meslek kuruluşları olsun, belediyeler olsun, en önemlisi alanda çalışan ruh sağlığına ilişkin meslek grupları olsun onlarla ortak ne yapabiliriz diye planlamaya çalışıyoruz. Daha ilk gün Türkiye’deki 3 büyük kuruma yazı yazdık. Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, AFAD bir strateji planı oluşturma konusunda ortaklık istiyor. Çok yakın zamanda Sağlık Bakanlığı bizden bunu talep etti ve göndereceğiz. Mümkün mertebe de önümüzdeki hafta içerisinde bütün bakanlıklara ruh sağlığı ve psikososyal hizmetlere yönelik bir strateji planı oluşturmak için bir çağrıda bulunacağız. Birçok arkadaşımız sahada, muhtemelen günde 3-4 saat uyuyabiliyorlar. Ama dediğim gibi zamanında ve doğru işi yapmak lazım. O yüzden biz kimin yaptığından bağımsız olarak bakıyoruz. Ülkemizde maalesef bir de öyle bir şey var biliyorsunuz; kim yaptı, hangi kurum yaptı? A kurumu yaptıysa görülür, B kurumu yaptıysa “Aman uzak durun!” Bizim hiç böyle bir derdimiz yok, afette önemli olan teması doğru sağlayabilmek. Biz devlet kurumlarının güçlendirilmesini istiyoruz. Ama bir şeyi daha istiyoruz, benim ilk  yazdığım ‘twit’  şöyleydi: “Deprem oldu tamam, kaos var, ama biz kendi içimizde hızlıca organize olmalıyız. Afet yönetiminde yerel yönetimler dahil herkes hem karar hem de hizmette dahil edilmeli.” Türkiye’nin artık bunun tersi davranma lüksü yoktur. Bir Japon bilim insanı deprem sempozyumuna geldi, galiba İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde yapıldı ama tüm devlet kurumları da katıldı. Kaç yılıydı hatırlamıyorum, 2019 yılı olabilir. Burada şöyle bir söz söyledi: “İstanbul depremi muhtemelen yüzyılın en büyük felaketi olacak.” Ne acı ki biz yüzyılın en büyük doğal ve insani felaketini yine coğrafyamızda yaşayacağız. Dedi ki “Böyle bir felaketi hiçbir devlet, hiçbir hükümet kendi planıyla tek başına kaldıramaz”. Bir devlet ya da hükümet yurt dışı yardımlarla da kaldıramaz. Nasıl kaldırır biliyor musunuz? Her bir insanımız, beğendiğiniz, beğenmediğiniz her bir kurumunuzu bu sistemin içine dahil ederseniz ancak ve ancak bir şey yapılabilir. Ben toplumsal olarak kamplaşmanın, kimlikler üzerinden bölünmenin yaratmış olduğu siyasal, ayrıştırıcı dil nedeniyle burada yaşadığımızın ötesinde gelecekten korkuyorum. Gelecekte de bir arada olmak zor. Efendim üzerinde bilmem ne bira markasının amblemi var diye poların reddedilmesi ne demektir ya! Duydukça çıldırıyorsunuz. Bu nasıl bir şey? Halıdere’de bir merkez kurulduğunda -ki adına Halıdere Cumhuriyeti demiştik- çünkü bir devlet yoktu ve siz bir yönetim biçimi kuruyorsunuz. O zaman tüm mimar ve mühendis odalarından mühendis arkadaşlarımız, dağcılık kulübünden arkadaşlarımız, beraberce bildiğimiz kadarıyla, tıp fakültesinden öğrendiğimiz kadarıyla, tuvalet nasıl yapılır, altyapı nasıl yapılır, oturduk mühendis arkadaşlarla çalıştık. Kimsenin bir şey bildiği yok, internet de yok o zaman, şimdi bir basıyorsunuz size bir sürü mimari rapor geliyor, yok öyle bir şey o zaman. Sadece arkadaşlarımız bize fotokopilerle otobüslere verip gönderiyorlar. Cep telefonlarının öyle çok fotoğraf kamerası yok. Öyle bir zaman düşünün '99 depreminde. Orada mimar ve mühendis arkadaşlarımız biz anlattık, nasıl olmalıdır, nerede olacak, alt yapısı nasıl olacak? TMMOB’dan arkadaşlar 8 saat içerisinde bir proje çizdiler. O zaman 100 de asker verilmişti bizim çalışmalarımız için, o bölgede bir görevli tugay vardı, onlar da bize 100 asker verdiler. Biz 2 gün içerisinde o çadır kentin bütün altyapısını çözdük, her şeyiyle. Sonra o kadar beğenildi ki o bölgedeki diğer çadır kentlere de bu projeler uygulandı. Bunu yapacak insanlar hep vardır ve ben o gün dedim ki “Yahu mühendis olmadım, ama bu ne güzel bir şeymiş!”

Hiyerarşi ile koordinasyonu karıştırıyoruz biz

Şimdi bu tür meslek örgütleri, bu tür yapılar kendi içerisinde liyakati de barındırdıkları için çok işlevsel olabiliyorlar. O yüzden bizim böyle bir depremde yapacağımız en önemli şey şu; “Az önce kavga mı ettik sizinle kurumsal olarak? Gel kardeşim bugün ben sana muhtacım,” demek. Bu meslek odaları, bu her bir yapı size proje üretebilir, bir şeyler yapabilir. Biz tek çatı altında koordine etmeyi, koordinasyondan ziyade hiyerarşi zannediyoruz. Yani hiyerarşi ile koordinasyonu karıştırıyoruz biz. Bir ekip çalışması yerine biz daha çok tek yerden şeklinde yapıyoruz. Afet koordinasyonu dediğimiz şey tek yerden yönetmek değildir. Tek yerden işbölümü planlayabilmektir, kaosu engellemektir. Yoksa bırakırsanız insan yapar ve güzel de yapabilir. O yüzden bazı şeyler duyuyorsunuz, yok “Yardımın şöyle olması beğenilmedi,” yok “TMMOB’dan bir çağrı geldi ve falanca uygun bulunmadı,” Yahu böyle lüksümüz yok bizim, bunlar çok da iyi yaparlar, tek yapacağımız şey bu işbirliğinin çerçevesini güzel çizebilmek. Bu işler biter, karşılıklı hesaplaşılır, “Şurada ne yanlış yaptınız?” diye sorulur. Örneğin benim diyecek çok lafım var. Afet planında siz ne yaptınız? Örneğin kaç tane hekimin, psikiyatristin, psikososyalcinin önceden planını yaptınız? Örneğin benim derneğime ulaştınız mı?’ Bunları sorarım, ama diğer yandan tam da bu esnada bizimle işbirliği içerisinde çalışan devlet görevlilerine de teşekkür ederim. Bir de böyle çalışanlar var. Onlar ilk günden itibaren gelir, sizinle var ederler, sizden plan isterler çünkü işlevsel çalışmak böyledir. Bu aşamada böyle bir işleyiş sistemini de unutmayalım diyorum, onu da geçerli kılmamız gerekiyor. '99 depreminden aldığımız, alacağımız olumlu dersleri de var etmememizin bence bunda önemli bir rolü var. 99’da o bölgede muhafazakâr olanlar da sosyal demokrat olanlar da vardı ama herkes birbirine yardım etti. Örneğin şöyle dedik “Oraya gelen yapılar amblemlerini çıkaracaklar, isterlerse çadırlarında olabilir, ama halkla temas ederken hepimiz tek bir yelek giyelim.” Hepsi kabul etti. O kadar güzeldi ki, o kadar büyük bir kardeşlik vardı ki o an. Ben hâlâ yaşamımın, en yoğun acıyı yaşadığım, ama insanın dayanışmasının ve yardımlaşmasının en yoğun olduğu yer olarak görüyorum. Bu bizim insanımızda var, bu bütün insanlarda var. Sorun bunu iyi yönetmek ve harekete geçirmektir. Bunun önünde engel olan her ne tarz bir işleyiş varsa da bunu bir sonrakine aktarmamak adına da iyi sorgulamamız gerekir.

M.Ç.: Hocam çok teşekkür ederim. Özellikle son söylediklerinizi, aklı başında her insan ne demek istediğinizi tamamen anlamıştır. Benim ekstra yorum yaparak açmama gerek olmadığını düşünüyorum. Bu kadar sıkışık bir zamanda vakit ayırdınız. Umarım sahadaki çalışmalarınız iyi geçer ve sonra tekrar birlikte oluruz. Çünkü ben aylar boyunca belki de özellikle deprem, psikoloji, travma ve psikiyatri konularını ele alıp, çorbada tuz olmak için çalışacağım. Bugünkü konuğum Türkiye Psikiyatri Derneği Başkanı, Psikiyatrist Ejder Yıldırım idi. Kendisi aynı zamanda fizyolog ve bugün ben de öğrendim ki aslında çok büyük bir deprem tecrübesi de varmış. Çok büyük tesadüf oldu. Ben böyle bir şey beklemiyordum, dolayısıyla nokta atışı olmuş. Çok teşekkür ederim katıldığınız için.

E.Y.: Ben teşekkür ederim tekrar bu yayını yaptığınız için. Çok kıymetlidir böyle şeyler. Elden geldiğince biz burada da olmak isteriz. Sizin yayınlarınızın ne kadar kıymetli olduğunu biliyoruz, ama dediğim gibi bugün hep birlikte olup şu yarayı bir saralım, sonrasında oturup konuşacak, çay içecek çok mevzumuz var diyelim. Teşekkür ederim.

M.Ç.: Ben teşekkür ederim. Bu programı Açık Radyo podcast kanalına, ben de kendi Youtube kanalıma koyacağım. Dediğim gibi, bundan sonraki bölümlerde bu konuları işlemeye devam edeceğiz.