Sinestezi nedir bilir misiniz? Ben bilmezdim, taa ki şimdi hakkında yazacağım piyanisti yakın takibe alana kadar. Sinestezi, duyu algılanmasında, beynin işleyişinde nadir olarak görülen, normalden farklı bir durum. Bir uyarının normal duyum algılanması dışında beynin başka bir bölgesinde farklı özellikte duyumlar yaratması durumu. Mesela duyulan her notanın bir renginin olması gibi.
Uzun zamandan beri kaleme almak istediğim, benim için özel bir yeri olan bir müzisyen var; 1971 doğumlu Amerikalı piyanist Dustin O’Halloran. Kendisiyle ilk tanışmam 23 Nisan 2005’de, Prag’ın ara sokaklarında, Kafka’nın dünyasında kaybolmuş bir ruh haliyle dolaşırken, ufacık bir müzik dükkânından gelen büyüleyici piyano ritimleri ile oldu. Kafka ve onun karanlık dünyasını köşedeki kahvehanede bırakıp müzik dükkânına nasıl girdiğimi hatırlamıyorum. Müzik dükkânının sahibinin yüzündeki ifade şimdi aklıma geliyor, her halde pek bir iyi görünmüyordum. Beni tetikleyen müzik olunca akan sular duruyor, ne diyebilirim? Dükkân sahibinin tarzanca İngilizcesi ile CD çalarda dönen müziğin ilk defa adını duyduğum bir sanatçıya ait olduğunu öğrenince heyecanım bir kat daha arttı. Albüm O’Halloran’ın ilk üretimi olan bol Opus başlıklı parçalardan oluşan “Piano Solos Vol. 1” idi. Prag’ın gizemlerini anlatan bir kitap için ayırdığım paramı bir çırpıda dükkân sahibine bıraktım ve kendimle gurur duyarak Kafya’nın dünyasına geri döndüm. İşte ilk tanışmamız böyle oldu; benim için özel bir öykü...
Sonra peşini bırakmadım Dustin’in. Peş peşe 2006’da “Piano Solos Vol. 2”; 2009’da “An American Affair: Original Motion Picture Soundtrack” ve bu yılın başında “Lumiere” geldi. Her gelen kendisiyle yeni güzellikler yeni renkler getirdi. Bu müzik hep özel oldu...
Bir giriş olarak, Dustin O’Halloran’ın müziğini çağdaş klasik müzik ile oda müziğinin doğaçlama ekseninde bir arada süzülmesi olarak tanımlayabilirim. Kendisi yaptığı müziği sinestezi durumuna da gönderme yaparak renklerle ifade ediyor. Onun için yaptığı müzik bir ressamın uzun günler emek verdiği kolaj tablosu gibi. Bir armoni içerisinde yer alan renkler. Zaten müziğini dinlerken duyguların renk olarak buharlaştığına şahit oluyorsunuz.
Mavi, mor, beyaz, kahverengi dalgaların eflatun, sarı ve kırmızı tuvaller üzerine savrulması. İnsan sesi ile bozulmayan, tek bir enstrümandan çıkan saf ritimler. Renklerin süslediği bir atmosferde damlayan notalar Dustin’in dünyası. Davetkâr, samimi ve duygusal.
İkizler Dönencesi’ne girdiğimizde çıkacak olan yeni albümü “Vorleben” (Almanca kelimenin karşılığı “geçmiş hayat”) var şimdi sırada. Aslında daha önce yayınlanan bu albüm, son zamanlarda üretimleri ile dikkatimi çeken Fat-Cat Records bünyesinde tekrar basılıyor. Bu yeni formatın çıkış tarihi ise 7 Haziran 2011. Az sayıda basılan ilk baskı zaten bende olduğundan hemen yorumlarımı aktarabilirim.
Albüm canlı olarak Berlin’deki Grunewald Kilisesi’nde kaydedilmiş bir eser. Canlı dediğime bakmayın, zira albümün sonlarındaki alkışlamalar olmasa tamamıyla stüdyoda kaydedilmiş bir üretim gibi desem yanlış olmaz. Seyircinin sessizliği inanılmaz.
Dünyada pek çok saygın eleştirmen “Arvo Part’ın Veletleri” olarak adlandırıyor genç nesil çağdaş klasik müzisyenleri. Banim için yanlış bir tanımlama bu. Arvo Pärt hiç şüphesiz bu bağlamda bir öncü, patika açıcı, ama bazı yeni nesil çağdaş klasik müzisyenler artık kendi patikalarını çizmekte. Elbette kaynağı olabilir ama onları birebir Arvo Pärt ile anmak bazı genç nesil bestecilere haksızlık gibi geliyor bana. Dustin O’Halloran söz konusu olunca ben onun Philip Glass patikasında ilerlediğini düşünüyorum. Ancak Dustin’in müziği bir tokat gibi inen melankoli ve duygudaşlık içermekte. Kısacası her özgün besteci aslında kendi yolunun mimarı. Dustin O’Halloran gibi besteciler bulundukları zaman diliminde, tam bir açlıkla, duydukları müzikler üzerinden beslenirkrn, yeni kapılar açmak istiyorlar; bazıları bunu başarırken bazıları girdaba yakalanıp yok olup gidiyor. Dustin O’Halloran ise kendi girdabını yaratabilmiş bir sanatçı.
Amerika’dan uzakta Berlin’de hayatını sürmekte olan Dustin tekniğini değil aksine duygusallığı ile ön plana çıkartmayı seviyor. Aslında akademik bir müzik eğitimi almayan sanatçı, ebeveynlerinin yönlendirmesi sonucunda altı yıl boyunca aldığı piyano derslerinin meyvesini yiyor.
Dustin O’Halloran ilk profesyonel üretimini Saras Lov ile birlikte kurdukları Dévics adındaki ikiliyle görücüye çıkarttı; ilk EP 1996 tarihli “Buxom”. Bu ikili pop kültürüne daha yakındı, oysa Dustin’in gönlü klasik müziğe kaydı, zira onun aradığı orada yatıyordu. Böylece bireysel müzik macerasına atıldı ve ilk üretimi olan “Piana Solos, Vol.1”i piyasaya sürdü. O zaman pek de tanınmıyordu. Bu süreçte Sofia Coppola’nın “Marie Antoinette” filminin müziklerini besteledi ve bir nebze daha olsun daha tanındı. Film müzikleri tecrübesini 2009’da bir yeraltı filmi “An American Affair” ile sürdürdü. Her ne kadar beyaz perdeden uzak olsa bile, görsellik O’Halloran’ın müziğinin yapısında var; dinlerken hissediyorsunuz.
Altı dakikalık ‘A Great Divide’ ile açılan “Lumiere” ise bir sabrın müziğe yansıması; daha yüksek standarttaki bestelerle sessizliğin kırıldığı bir çalışma bu. Danimarkalı besteci Carl Nielsen’ın dediği gibi, “müzik, sessizliğin genişliğini sever ve en büyük amacı bunu kırmaktır”. O’Halloran da özellikle 2011 üretimi Lumiere’de bunu yapıyor, sessizliği saygı, duygu ve ahenk ile kırıyor. Bu albümde yer alan ‘Opus 44’, ‘Quartet No 2’, ‘We Move Lightly’, ‘A Great Divide’ gibi besteler piyanistin zamansızlığı yakalayışının habercisi, bir sonsuzluğa uzanma. Hiç şüphesiz “Lumiere” O’Halloran’ın tüm hünerlerini içeren bir başyapıt.
Şimdi sırada “Vorleben” var, sade ve minimal bir çalışma. Burada O’Halloran’ın bestelerini karmaşık teknik ile çalmaktan uzaklaştığını ve daha çok ses sentezi üzerine yoğunlaştığını gçrüyoruz. Piyanosunun tuşlarında savrulan hayatın ufak parçacıklarının, sûkunet ve duygusal boyutta vardığı yeni bir hacim... Bir köşede sizi yalnızlık beklerken, diğer köşede bir çocukluk anısı, diğerinde ise bir sevgilinin vesile olduğu yara ve hüzün. “Vorleben” bestecinin dürüst müziği ile dinleyicisine yanaştığı dürüst bir çalışma.
Yeni bir beste olan ‘Opus 54’ ile “Vorleben” dinleyeni karşılıyor. Piyanistin klasik eserlerine açılan tatminkâr bir çalışma. Depresyondan uzak, ama hüzünlü bir atmosfere sahip olan albüm, dinleyeni duygu denizinde sakince bir oraya bir buraya savuruyor. Takip eden ‘Opus 7’ ise karanlık melodiler arasından doğan bir neşeyi dinleyene takdim ediyor. ‘Opus 21’de Chopin’i anımsarken, ‘Opus 28’de Philip Glass’a bir kadeh kaldırıyoruz. Hâkimiyet her an kırılabilecek, narin izlenimi veren melodik armonilerde. Diğer dikkat çekenler ise ‘Opus 17’, ‘Opus 38’ ve ‘Opus 37’... Hepsinin albüm içerisinde kendine özgü bir alanı var.
Dustin müziğin bir kategoriye sokulmasına karşı, kendi müziği kimileri için belli bir kulvara yakın dursa bile. Onun için önemli olan müziğin kendisi, kategorisi değil. O müziği ile dinleyenleri medeniyete davet etmiyor, aksine var olan düzenden kaçmaya teşvik ediyor. Canlı, renksel ritmler ile dinleyeni elinden kavrıyor ve alıp götürüyor. Karanlık tonlarda var olan açık renk cümbüşü Dustin’in müziğinin en samimi tarifi. Derin, sade, yaratıcı, duygusallık ile ruhaniyet arasında bir yerde...