"Bir arada yaşamanın, güven vermenin yollarını bulmamız lazım"

-
Aa
+
a
a
a

Türkiye'de 6 Şubat depreminin yaşandığı şehirler aynı zamanda yoğun göç alan bölgelerdi. Başta geçici koruma kapsamındaki Suriyeliler olmak üzere bölgede kayıtlı ya da kayıtsız çok sayıda mülteci yaşıyor. Depremin üzerinden bir yıl geçerken göçmenler toplumun en sessiz kesimi oldu. Bir yıllık süreç, başta Suriyeliler olmak üzere mülteciler açısından nasıl geçti?

""
ANTAKYA/ADIYAMAN/KAHRAMANMARAŞ/HATAY
 

ANTAKYA/ADIYAMAN/KAHRAMANMARAŞ/HATAY

podcast servisi: iTunes / RSS

Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba günaydın herkese. Burası Açık Radyo, 95.0. Ferhat Kentel, Taha Elgazi ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz.

Ferhat Kentel: Merhabalar, herkese günaydın.

Taha Elgazi: Merhabalar, herkese günaydın.

W.A.S.: Bugün en elzem konu, tekrar tekrar hatırlamamız gereken bir konu. Dün biliyorsunuz 6 Şubat 2023 depremlerinin yıl dönümüydü. Hem Türkiye'de, hem de Suriye'de yaşanan trajik bir gündü. Hem çok üzücü, hem de unutmamız gereken bir konu olduğunu düşünerek bugün bununla ilgili konuşalım dedik.

Türkiye'de 6 Şubat depremlerinin yaşandığı şehirler, aynı zamanda yoğun göç alan bölgelerdi. Başta geçici koruma kapsamındaki Suriyeliler olmak üzere bölgede kayıtlı ya da kayıtsız çok sayıda göçmen yaşıyordu. Depremin üzerinden bir yıl geçerken, buradaki göçmenler, toplumun en sessiz kesimi oldu diyebilir miyiz? Kendi kendime de soruyorum bu soruyu aslında. Dolaysıyla başta Suriyeliler olmak üzere bu bir yıllık sürecin göçmenler açısından nasıl geçtiğine göz atacağız.

Burada özellikle kayıtsız göçmenlerin altını çizmek istiyorum çünkü onlar bu depremde en savunmasız ve en kırılgan olanlar ve ben artık bu kelimeyi kullanmakta zorlanıyorum. Burada en savunmasızlığın ve en kırılganlığın ötesinde bir durum var ve bu durumu 22 Temmuz 2023 tarihinde bir kadın göçmen Zahide Tuba Kor, bir röportajında şöyle anlatıyor; “Deprem korkunç bir şeydi. Bir aylık kızımı emziriyordum. Ne yaşadığımızı bilmiyoruz, yaşadığımız şey kelimelerle anlatılmaz.”

Burada en zor şey kelimeler ve bunu bir şekilde aktarmak gibi görünüyor. Ancak bu aktarımın kendisinin de tehlikede olduğunu söylemek istiyorum. Yani, ‘ne yaşadığımızı bilmiyoruz, yaşadığımız şey kelimelerle anlatılmaz.’

Bir başka ifadeyle; bunu söylemek zor, anlamak zor, açıklamak zor, aktarmak zor.

Şimdi burada şunu da söylemek isterim; ne yazık ki yine aynı kadın göçmen, şu an bir Geri Gönderme Merkezi’nde ve ‘Lütfen bana yardım edin’ çağrısında bulunuyor çünkü ‘Çocuklarımı daha görmedim’ diyor.

Depremlerle ilgili olarak ayrıca olağanüstü bir öfke de var. Protestocuların ‘Unutmayacağız’ sloganları, 50 binden fazla insanın ölümüne yol açan yıkıcı depremlerin üzerinden geçen birinci yılı hatırlamak için Türkiye'de düzenlenen bir anma törenine de sıçradı.

Neyse burada, depremin bu yıl dönümünde özellikle kayıtsızca yaşamak ya da ölmek ne demek diyerek sözü Taha’ya vermek istiyorum, sonra Ferhat Kentel ile devam edebiliriz.

T.E.G: Herkese tekrardan merhabalar, hayırlı günler. Tabii ki depremlerden bir yıl geçtikten sonra bile hala daha acımız içerimizde. Depremde hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza, tüm kardeşlerimize Allah'tan rahmet dileriz. Ailelerine sabırlar dileriz inşallah.

Depremin acısı tabii ki derin bir acıdır ama bu acının etkisi ne yazık ki maalesef daha yoğun bir şekilde mültecileri, göçmenleri sarstı. Şimdi biz, Waseem Hocam, Ferhat Hocam, resmi sayılara bakarsak depremler nedeniyle Türkiye’de hayatını kaybeden göçmenler - Suriye’den gelen sığınmacılar dersek daha mantıklı olur – 4 bin 600 kişi civarında. Bu, Türkiye’de yaşayan Suriyeli sığınmacılar sayısı. Tabii ki depremin ikinci bölgesi, aslında Suriye’de ve orası unutulmuş bir bölge. Suriye’nin kuzeyinde olan bu bölgede herhangi bir devlet, herhangi bir hükümet maalesef şu an yok. Orada da çok daha acı bir durum var. Çünkü deprem, Hatay’da, Antakya’da, Maraş’ta, Nurdağ’da, İslahiye’de olduğu an en azından burada Allah'a şükür bir enkaz gücü var yani ekipler var. Ama Suriye’nin kuzeyinde Aferin, Aziz, İdlib bölgesinde bir şey yok.

Oradaki insanlar zaten yıllardır yoksun bir yerde yaşıyorlar. Suriye'nin toprağında hayatını kaybeden insanlar, aslında enkaz ekibi olmamasından dolayı hayatlarını kaybettiler. Yani gerçekten orada enkaz ekipleri olsaydı, insanların %60’ının %70’inin hayatı kurtarılırdı. Ne yazık ki, maalesef Suriye’nin kuzeyinde yaklaşık 3 bin kişi hayatını kaybetti.


Şunu söyleyebiliriz aslında biz Waseem Hocam; yani sizin tam dediğiniz gibi, orada kayıtlı ve kayıtsız insanlar var. Biz aslında bu sayıya 4 bin diyelim ki 600 kişi hayatını kaybetti. Kayıtlı olan Suriyeli sığınmacılar, geçici kurma sistemine kayıtlı olan kişiler. Ama biz biliyoruz ki o bölgelerde, Antakya’da, Maraş’ta diğer iller gibi, İstanbul, Ankara, Antep gibi kayıtsız göçmenler de var, mülteciler de var, Suriyeli sığınmacılar da var. Onların arasında da hayatlarını kaybeden insanlar oldu ama hâlâ daha bazı aileler şu güne kadar o kişilerin bilgilerine ulaşamadılar.

Depremlerin birinci günlerini biz hatırlıyoruz. Bazı günlerde toplu bir şekilde mezarlık oldu. yani insanları çıkartıp toplu mezara bıraktılar, dört beş kişiyi aynı mezara koydular. Kayıtsız olan kişilerin bilgilerine ulaşmak çok zor oldu çünkü biz ilk dört beş ay kişilerin adresini Suriye’den, ailesinden almaya çalıştık. Öte yandan da maalesef çoğu aile de şu güne kadar deprem bölgesinden başka şehirlere geçti.

Deprem bölgesinde yaşayan depremzedelerin durumları maalesef bizim gördüğümüz gibi, tespit ettiğimiz gibi. Hâlâ çoğu çadır kentlerde, çadır kamplarında. Durumları çok kötü, unutulmuş bir toplum. Zaten deprem öncesinde de yıllardır Suriye'deki sığınmacılar, göçmen toplumu unutulmuş durumda. Türkiye’deki bütün sorunlar da o toplumun üstüne yüklenmişti şimdi deprem de geldi ve maalesef iki kat unutulmuş bir toplum oldu.

Bir de şu nokta var, bunu da ortaya koymamız gerekiyor; deprem bölgesinden başka illere taşınan depremzedeler de var ve onların hayatları şu an çok zor. Niye zor? Çünkü Göç Başkanlığı’ndan onlara verilen bir yol izni belgesi var. Yol izni belgesinin süresi ise üç ay. Peki, ben şimdi üç ay yol izni belgesi aldım ancak üç ay bir şey değil. Antakya merkez ya da Maraş merkez ya da Nurdağ ya da Islahiye ya da Kırıkhan, bunlar depremden en etkilenen bölgeler ve insanlar yani mültecisi olsun vatandaşı olsun o bölgeye en azından iki yıl içerisinde dönemezler zaten. Orada bir şey yok zaten, yeniden imarı da en azından iki üç yıl ister. Peki, oradaki insanlar Suriyeli depremzedelerle birlikte Antakya’dan, Maraş’tan İstanbul’a, Ankara’ya Antep’e, Urfa'ya geldiler. Biz üç aylık yol izin belgesini vermezsek ve onlara göç başkanı ‘Dönün, herkes kendi iline dönsün’ derse hangi ilde kayıtlı isen oraya dönmelisin. Peki, insanlar nereye dönecekler? Dönecek yerleri yok ki burada. Şöyle görüyorum, korkuyorum ki yarın, öbür gün o bölgede yaşayan ve depremden etkilenen depremzedeler için bir baskı olur yani insanlar kendilerini ortada bulurlar. Diyelim ki bir yol yok, bir umut yok ve Avrupa'ya dönme kararını alabilirler. Bizim için şu an en büyük sorun, hayatını kaybeden kayıtsız insanların bilgilerine ulaşmaktır.


W.A.S.: Ferhat hocam buradan devam etmek ister misiniz?

F.K.: Deprem tarif edilemez bir acı, insanların sözlerinin bittiği, yorum yapamadığı ama bin tane şey söyleyebileceğimiz korkunç bir acı ama buradan - bu laf hoşuma gitmiyor gerçi ama - ders çıkarmalıyız deyip duruyoruz. 100 bin insan ölmüş hatta Murat Kurum’un dediğine göre 130 bin ki sonradan sözünü başka taraflara çekerek ‘Türkiye’de olmuş tüm depremler dedi. Bu da yanlış çünkü Türkiye’deki tüm depremlerde ölen insan sayısı çok daha fazla. Yani 130 bini ağzından kaçırdı ise sonradan muhtemelen uyardılar ve kendi bildikleri rakamı toplumla paylaşmış oldular bence.

Bu tür bir olaydan çıkarılacak bir sürü sonuç var, bir sürü ders var ama bu derslerden galiba en önemlisi mülteciler. Vasfı daha da iyi görebildiğimiz bu toplumda dehşet bir ayrımcılık var ve bu ayrımcılığın kaynağı devleti eline geçiren siyasi güçlerin yapmış olduğu bir ayrımcılık. Cumhurbaşkanının Hatay’da yapmış olduğu konuşma tam da bunun birebir dışa vurumuydu. Arkasından da bunu bir şelale gibi düşünün, kademe kademe inerek toplumun tüm kesimlerine yayılan bir dil var. Aslında ayrımcı bir dil bu ve Ümit Özdağ gibi milliyetçi olduğunu söylenen bir takım, sivil toplum örgütlerinin mültecilere, sığınmacılara yardım etmemelerini, enkazın altında çocuğunu arayan mültecinin linç edilmesini, Taha Hocanın dediği gibi, insanların Hatay’dan veya başka bir yerden başka bir yere taşınırken mültecilerin uçakları alınmamasına gibi aklınıza gelebilecek bir sürü, tonlarla şeyin o ayrımcılığı nasıl ürettiğini, dolaysıyla bu devletin milliyetçiliğinin, milletin ulus devletin inşasındaki ‘biz ve onlar’ bakışının ne kadar güçlü olduğunu, bunun nerelere kadar varabildiğine dair çok net bir takım sonuçlar gördük.

Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi arkadaşımız Didem Danış’ın Bianet’e anlattıklarını biraz aktarmak isterim bir iki satır. Kendisi, göçler üzerine çalışan Göç Araştırmaları Merkezi Derneği’nde ve orada çalışmaları var bol miktarda. Bu resmi rakamlar tabii ki çok düşük zaten ama gayri resmi rakamlar bütün kayıpların ötesinde. Onun da verdiği bir rakam var. Tabii bunu biraz varsayımlar üzerine kuruyorum ama ölenlerin %12’si mülteci ve bunun en önemli sebebi ise mülteci olmaları. Toplumun en fakir insanları mülteciler ve bunlar daha çok bodrumlarda kalıyorlar. Çok belki basit bir şey gibi gelebilir ama sınıfsal fark daha çok ortaya çıkıyor. Sınıfsal olarak sırf mülteci olmanız, yabancı kökenli olmanız yani o Türk ulus devletine ait olmamaktan kaynaklanan, kağıdınızın olmamasından kaynaklanan bir süreç. Aynı zaman da sınıfsal olarak da vuruyor mültecileri. Dolaysıyla bu şu demek; toplum o kadar eşitsiz bir toplum ki sadece Suriyeli olduğu için dışlamıyor zaten. Sınıfsal olarak bodrumlarda yaşayan birtakım insanları sınıfsal olarak da deprem vuruyor. Kadınları da vuruyor. Kadınlarla geçen biraz konuşmuştuk ve kendilerinin mahremiyet, tuvalet, hijyen gibi konularda nasıl dışta kaldıklarını gösteren tonlarca hikâyesi var. Bunları da not etmek lazım diye düşünüyorum.

W.A.S.: Hatırlıyorsanız, yayın öncesinde dün akşam konuşurken, ‘ne yapalım, matem mi edelim, kırbaçla kendimize mı vuralım, yasla ilgili ne yapalım, ne yapalım?’ diye sohbete girdiniz. Aslında bu yasın tutması için illa ki tabuta mu ihtiyaç var? Bu, yine geçen yayında konuştuğumuz toplumsal travma, sosyal travma ve dün Ömer Abi de çok çarpıcı bir noktada buna değindi, hemen not aldım. En çarpıcı olan kısmın, belirsizlik olduğunu söyledi Ömer Abi dün Açık Gazetede. Yas tutmak ya da empati kurmak için illa tabuta mı ihtiyaç var? Bu soruyu kendi kendime de soruyorum ve size de, Ferhat Hocam özellikle size sormak istiyorum bu yas ile ilgili, ne dersiniz?


F.K.: Durkheim, - çok genel belki ama - entelektüel akademik camiadaki belli kesimler dışında çok kabul görmez ama bence gerçekten sosyolojinin büyük babalarından biridir ve toplumsal işlevler birtakım olayları, toplumsal olayların toplumsal olguları nasıl işlevler sağladığına dair mükemmel analizleri var, yas da bunlardan biridir. Örneğin, yas niye tutar insanlar? Aslında toplumsal olaral bir arada yaşamanın yoludur. Yas tutmak ölen birisinin yakınları tarafından ilişkilendirilemiyorsa o zaman yas olmuyor. Bir grup, bir aile bir ferdini kaybederse o ferdin bir defa cenaze namazının aynı yapılması lazım. Bu şu demek; ‘Bak, ben kaybettim ama bununla ilgili bir tören yapıyorum.’ Bu tören, toplumsal olarak kabul edilmiş bir tören. Birincisi, bu toplumsal kabul ve arkadan diğer insanlar da onunla dayanışmaya geçecekler. Bir kere şöyle; ‘Bak, beni tanıyorlar, acımı tanıyorlar’ deniyor Ne oluyor bu süreç? Benim kendime gelmemi, kendimi toplamamı, topluma tekrar katılmamı sağlıyor. Yalnız başına kalmıyorum.

Bu konuda aslında benim çok sık verdiğim bir örnek vardır, dün akşam da anlattım size. Benim babamın ailesi çok küçük bir ailedir, çok büyük akrabaları falan yoktur. Babamın amcası öldü yıllar önce ve cenazesi kaldıracak. Ben, babam ve abim camiye gittik ve sadece üç kişiyiz bizim aileden. Ama öğle namazı mı, ikindi namazı mı hatırlamıyorum ama namaz çıkışında bütün o cami cemaati geldi, bizim yanımıza katıldı. O zaman şöyle bir şey hissediyordum manzarayı düşünüp; o camide, tabutun başında üç kişiyiz ya da daha kalabalık ve peki kalabalık grup ne yapıyordu? Sizin iyileşmenizi sağlıyor yani sizin yalnız olmadığınızı, sizin bu derdinizle baş başa kalmamanızı sağlıyor. O yüzden yaslarda, ölümlerde yapılan o mevlütler, şekerler gerekirse de kafa çekmeler, rakı içmeler de hiç fark etmiyorsun. Senin yanına gelen bir takım, topluca gelen insanlar senin o acılarını aşmanı sağlıyorlar.

Yasın böyle bir şeyi var ama şimdi düşünün ilk aşamada dünya kadar insan yok yani cenazeleri yok, bedenleri yok, nerede yattıkları bilinmiyor ve bir de üstelik tanınmıyorlar. Sen öyle bir varlıksın ki ikinci sınıf, üçüncü sınıf ,bilmem kaçıncı sınıf vatandaş senin derdini bile dinlemeyince sen yasında da yalnızsın. O zaman bunu şöyle düşünelim, bu yası tutulmayan insanların - yani çok makul bir yorum değil belki ama - bütün o nesillerce, gelecek nesillerce bu toplumun var olması için çok büyük sorunlar çıkaracağını da kestirmek lazım. O zaman toplum olmaktan çıkıyoruz demektir ya da bu toplumda toplumsalın içine girememiş insanların olacağını bilmek lazım.

Ömer Madra: Evet, ben de şunu ilave etmek istiyorum; özellikle bu sabah birazcık rakamlar üzerinde dururken, bu depremden arta kalanların çeşitli raporlar yayınlanırken çok sayıda kayıp ve belirsizlik durumu olduğunu ortaya koyan sayısız rapor var ve bu insanlar senin de dediğin gibi Ferhat, yas tutma imkanına dahi sahip değiller. Bu da toplumsal travma durumunu felaket hale getiriyor ve bunun altından nasıl kalkılacağı belli değil. Üstelik de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı da bunu sadece bir ev ile, maddiyatla izah etmesi yaraya tuz basmaktan başka bir şey. Yasını tutamayan insanlara bir de ‘Çok memnunlar, iyi ki ev verdiniz, villa verdiniz’ filan diyorlar yani çok zor bir durum.


W.A.S.: Çok zor, hem de çok çelişkili. Özellikle çevre söz konusu olduğunda olağanüstü bir çelişki var orada. Ben yine aslında Taha Hoca’ya dönmek istiyorum. Herhalde en son üç ay önce ziyarete gittiniz değil mi ve gündemle ilgili özellikle de Antakya itfaiye kampından bahsetmiştiniz. Onu biraz anlatma şansınız olur mu?

T.E.G.: Hocam, biz deprem bölgesine giderken farklı alanları ziyaret ettik. Özellikle Antakya’nın merkezinde itfaiye kampı var. Tabii ki depremzede Türk olsun, Suriyeli olsun, herkes aynı yerde yaşıyor. Biz şu noktaları tespit ettik aslında. Halkın kendi arasında herhangi bir ayrımcılığı, ırkçılığı yok.

Biz depremin birinci gününden itibaren o bölgedeyiz ve ondan sonra bir hafta yine gittik, sonra dört beş defa yine gittik. En son üç dört ay önceki ziyaretimizde herkes komşusunun yarasını sarıyor. Halkın kendi arasında hiç ırkçılık yok. Tam da bu noktaya değinmek istiyorum.

Ne yazık ki, maalesef siyasetçilerden, yetkililerden halka yansıyor. Depremin ilk haftasında biz gördük; insanlar kendileri komşularını çadıra almış yardım ediyor, enkazın altından birbirlerinin ölülerini çıkarıyor, mezarlara birbirleriyle herkese gidiyorlar, oğlu yanında duruyor ve acısını hissediyor, gözyaşını siliyor. Böyle bir şey; biz, halkın arasında bir ayrımcılık görmedik ama ne yazık ki, maalesef siyasetçiler ve hatta bazı yardım adı altında bölgeye gelen ekiplerin içerisinde, milliyetçilik gördük. Bu siyasi görüş, ayrımcılık üstüne gidilerek halkın arasına da yayıldı.


Şimdi ne değişti? Hâlâ daha bir şey değişmedi. Şöyle bir soru, herkes bize bunu soruyor, oradaki Suriyeli depremzedelerle ilgili herkes bize bunu soruyor, ‘Bizim geleceğimiz nerede?’ ya da ‘Bizim geleceğimiz ne olacak?’ Çünkü insanlar gerçekten bilmiyorlar. Yani insanları şu an orada tek tutan şey, onların geçici kalma kimlikleri. Kimlikler aktif ama hayat şartları yok, çocukların eğitimi maalesef o kadar iç açıcı değil, sağlık konuları o kadar iyi değil.

Öte yandan insanların tekrar Suriye’ye şu şartlarda dönmeleri mümkün değil yani Esed bölgesine dönmek mümkün değil çünkü bütün raporlara, Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları raporuna girsek, Esed rejimin bölgesine dönen herkes tutuklanıyor, cezaevine alıyor ve maalesef bunun resimlerini de zaten gördük, insanlar işkenceyle hayatlarını kaybediyorlar. Bir de Suriye’nin kuzeyinde hala daha hayat yok. Zaten orada da deprem ne yazık ki, maalesef çoğu bölgeyi etkilendi. İnsanlar artık yavaş yavaş şunu düşünmeye başladı; oradan buradan para borç alıp Avrupa’ya kaçak yollarla gitmek. Ama bu Türkiye’den çok tehlikeli çünkü şu an Ege ve Akdeniz göçmeler ve mülteciler için bir mezarlık oldu. Diyelim ki Bulgaristan ya da Yunanistan’ın ormanları olsun ama insanların gerçekten şu noktayı düşünmesi gerekiyor, buradan da, Açık Radyo’dan da sesleniyoruz; depremden etkilenenler Suriyeliymiş, Türkmüş fark etmez, insanların acısında bu fark etmez.

Bana bir amca, Antakya’nın merkezinde bir Türk vatandaş amca şu sözü aktardı üç ay önce. Dedi ki, “Oğlum mezara giderken, dünyadan öbür dünyaya giderken sana Türksün, sana Suriyelisin demeyecekler. Keşke bu günümüzü biz tekil dünyada yaşasaydık.” Amcamızın hâlâ sesi de kulağımda, yani diyor ki mezara girdiğin an kimse sana sormaz Suriyeli misin, Türk müsün diye. Keşke amcamızın fikrini bizim toplumumuz da gerçekten kalsa.


W.A.S.: Bundan sonra bir şey yok herhalde, Ferhat Hocam sizin acaba var mı?

F.K.: Burada bir iki şey eklemek istiyorum aslında, bunun altını çizmek lazım; bakın, bir takım böyle tanımlar var ya da bir insanda duygu uyandıran, olumlu veya olumsuz duygular uyandıran şartlar belirsizliği yaratıyor. Bende de geleceğim hakkında güvensizlik yaratıyor. Aslında gelecek ne olacak? Bizim geçenlerdeki bir çalıştayda bir psikolog arkadaşın söylediğini aktarayım, şunu diyor; depremden önce, deprem olmamışken bir vatandaş bir insan şunu bilebilmeli - deprem olsa bile bu binalar sağlamdır, yıkılmayacak, içinde kalmayacağım. Bu bir güven, birinci mesele bu. İkincisi ise, deprem oldu ve binam yıkıldı ama yardım gelecek. Peki, beni mi, başkasını mı, parti yandaşını mı çıkaracaklar? Böyle bir endişe olmayacak. Kurtarıcılar kim ise onlar bana eşit olarak davranacaklar. Peki kurtulduktan sonra hayat nasıl kurulacak? Ben geleceğe nasıl bakacağım? Bu konuya da güven duymam lazım yani güven buradaki en önemli meselelerden biri. Zaten devlet bunu yapmıyorsa belki sivil toplumun yapması gereken en önemli şeylerden biri de bu. Biz kendi kendimizeyiz, gerçekten başka çaremiz yok. Kendi kendimize, bir arada yaşamanın, güven vermenin yollarını bulmamız lazım.

W.A.S.: Programımızın da sonuna geldik. Güvenmek ve aslında kendi kendimizle ne kadar bir arada yaşayabiliyoruz? Hem bir soru olarak, hem de aslında birlikte yaşarız diye de yanıt vererek bugünkü programımızın sonuna geldik. Yine haftaya Çarşamba günü saat 09:30’da görüşmek dileğiyle, herkese çok teşekkürler.

F.K.: Görüşmek üzere.

T.E.G.: Görüşmek üzere, inşallah.

Ö.M.: Hoşça kalın.