En değerli yerel müzik beklenmedik yerlerden çıkandır. Kulağınızın sürprizlere açık olduğu o anlar sizleri gafil avlar ve ayaklarınızı yerden keser. Bizler, gerçek anlamda, ne dinliyorsak oyuz aslında. Kafamızdaki müzik hayatımızı devindirir, yükselimler yaşamasını sağlar ve dışarıdan içeriye kadar etkilenmesine vesile olur.
Müzik aslında bir aş; ruhun, aşkın, milliyetçiliğin ve pek çok izm’in. Hepsi müzik titreşimlerinin yarattığı gizemli besine aç. Geleneksel müzik dünyası inanılmaz çeşitliliği ile tıka basa dolu. Geniş, bol baharatlı, incelikli bir ses banketi adeta. Geleneksel müzik özellikle kaynağına yakın olunca daha da bir lezzetli, ancak tam zamanlı çalışan bir insan için bunu gerçekleştirmek neredeyse imkansız. Bu durumda araştırma ve ders çalışma unsurları ön plana çıkıyor. Keşfettikçe paylaşmak asıl mesele oluyor.
Hatırladığım ilk albümlerden biri Missa Luba adını taşıyordu. Grubun adı Les Troubadours du Roi Baudouin ve 1958 yılında piyasaya çıkmış olan bu albüm bir defa da Pier Paolo Passolini’nin “The Gospel Accordinbg to St. Mathew” filminde karşıma çıkmıştı. Kongo’nun saf ritimlerini dinlemek bir anda önümde derin bir dünya açtı. Ötekilik ve farklılık özelliklerinin doruk yaptığı bu çalışma o zamana kadar dinlediğim hiç bir stile benzemiyordu. Ne folk, ne rock, ne opera ne de pop idi, tamamıyla başka bir evrenden gelen bir müzikti adeta. Beni uzun yıllar hayrette bıraktı ve her dinleyişimde şaşırttı.
Missa Luba sayesinde öncelikle Kara Kıta müziğine kafa yormaya karar verdim. Bu süreçte Smithsonean Folway Records’un Yerel Müziğin UNESCO Koleksiyon serisi ile yollum kesişti. İşte bir anda kendimi katmer katmer derinliğe düşen bir top gibi hissettim. İndikçe müziğin art arda açtığı kapılardan geçerken buldum kendimi. Hayvanlara, böceklere, bitkilere ve doğaya yakılan en saf ağıtları dinledim. Sunulan müzik gerçekten büyüleyiciydi, sık sık nefesimin kesildiğini hatırlarım heyecandan. Bu tür keşifler alışılagelmiş dinleme zırhımda üst üste delikler açmaya başladı. Ruhumun yeni tanıştığı bu ritimler içsel müzik kutumu zenginleştirdi ve arşivimi genişletti. Ne de olsa müziğin iç organlarımız ile bir bağlantısı var değil mi!
Bu yerel müziklerin bana işlediği kadar pek çok önemli müzisyeni de etkilediği aşikâr. Fazla örnek vermeye gerek yok ama beni en hayrete düşüren Herbie Hancock olmuştu. Sanatçının Watermelon Man parçasının bir kısmı 1965’de kaydedilen Ba-Benzele Pygmies’nin müziğini oluşturan kısa bir ritim silsilesini kendisinden devşirmiş olmasıydı. Bunu Etnomüzikolog Steven Feld ortaya çıkartmıştı. Daha sonra Madonna Watermelon Man’den bir alıntı yaptı ancak eserin kredisini Herbie Hancock’a yazdı oysa gerçek eser sahibi Ba-Benzele idi. Şu zamana kadar Pygmy topluluğunun bu parçalara karşılık bir şey aldıklarını zannetmiyorum. Pygmy halkı orta Afrika kökenli bir topluluk ve en uzunu 150cm boyunda.
Dünyanın sesini keşfetme ihtiyacı duyanlarımız için farklı firmaların yaratıcı ve neredeyse imkânsız koşullarda kaydettikleri albümler bir çığır açabilir. Art arda gelen ritimsel heyelanlar ruhunuzu bir oradan bir buraya savurabilir. Black Orpheus adlı filmin müzikleri ilk dinlediğimde beni işte böyle savurmuştu, bir oradan bir buraya. Müziğin bir parçası olan çocuk sesleri, el şaklatmanın fiilen çalgı aleti olarak kullanılması benim için ilklerden biriydi. Fiilen sahada, Bahia’da kaydedilen bu albüm hamlığı ve özgünlüğü ile dinleyenleri etkileyen bir özelliğe sahip. Zira bu üretimde stüdyo makyajlaması, daha kolay algılanması için dokunuşlar yok. Spontane, anlık keşifler, kazara keşfedilmişlik var, adeta kaydedilmeyi bekleyen ritimsel hazineler. Her şeyde olduğu gibi, günümüzün moda tabirine göre; "organik".
En değerli yerel müzik beklenmedik yerlerden çıkandır. Kulağınızın sürprizlere açık olduğu o anlar sizleri gafil avlar ve ayaklarınızı yerden keser. Bizler, gerçek anlamda, ne dinliyorsak oyuz aslında. Kafamızdaki müzik hayatımızı devindirir, yükselimler yaşamasını sağlar ve dışarıdan içeriye kadar etkilenmesine vesile olur. Algıladıklarımız da yansır, böylece varlığımızın atmosferi içerisinde bunları benimser ve arşivleriz. Cep telefonlarının bu kadar gelişmesi ve yaygınlaşması sonucunda hepimiz aslında birer müzik belgeselcisiyiz, ne zaman ne kaydedeceğimizi veya keşfedeceğimizi bilemiyoruz. Ama yolumuz bu tür bir heyecan ile kesişirse hazırız. Gelecekte kim bilir neler kaydedeceğiz? Kendi dünya müziğimizi mesela! Düşüncesi bile heyecan verici.