Keşiflerin altın çağına, 18. yüzyıla doğru uzanıp, doğa bilimcilerine ilham kaynağı olan merak kabinlerinden; koleksiyonundaki türlerin rengarenk çizimleriyle dolu Thesaurus kitabıyla ünü ülkesinin sınırlarını aşmış Amsterdamlı eczacı Albertus Seba’dan (1665–1736) konuşuyoruz.
Peki nedir merak kabinleri, derseniz, “doğa müzelerinin öncülleri” olan egzotik ülkelerden getirilmiş doğadaki nadir bitki ve hayvan türlerini bir araya getiren, yeri göğü, tüm makro kozmosu tek bir odaya sığdıran ve sürekli gelişen bir arşiv diyebiliriz. “Nadire kabineleri” de deniyor bu arşiv odalarına…
Halka açık müze dediğimiz yapı, aslında toplayıcılığın tarihine baktığımızda göreceli olarak yeni bir buluş. Nesneleri toplama ve onları değerli birer hazine eşyası gibi yan yana getirme, belli bir mantık içinde düzenleme tutkusu çok daha eskiye dayanıyor. 16. yüzyıldan beri, birçok Avrupa sarayında, aristokrasi üyelerinin evlerinde ya da şatolarda; kimi dolaplar bazen de tüm bir oda, gösteriş meraklısı prenslerin ve soyluların belli koleksiyonlarına ayrılıyordu.
“Merak kabinlerinin” ilk örneklerinin, kesin olmasa da 1570’lerde İtalya’da görülmeye başlandığı tahmin ediliyor. Alplerin kuzeyine doğru gidince “harikalar dünyasının” en ünlüsü aslında Kutsal Roma’nın İmparatoru II. Rudolph’a aitti; 1600’lerde Prag’da kurduğu odalar dolusu merak kabini efsanevi bir üne sahipti. Yeni coğrafik ve bilimsel keşiflerle giderek daha karmaşıklaşan dünyada, ideal bir merak kabini dünyanın, hatta kozmosun bütünsel bir resmini ortaya koymak, daha doğrusu bir mikro evren yaratmalıydı.
Ulm’lu sanatçı Joseph Arnold’un bu guaş çalışmasında 17. yüzyıldan bir merak kabini görülüyor. Tablolar, silahlar, dünya küreleri, gök küreleri, saatler, kitaplar, kabuklar, küçük heykeller yerde dekoratif bir düzen içinde duruyor. Ayrıca masalarda, raflar ve küçük dolaplarda birbirinden çok farklı objelerin sergilendiğini görüyoruz. Önceleri böyle açıkta sergilenirken koleksiyonları, tozdan ve kirden korumak için bol gözlü, bol çekmeceli, gizli bölümleri de olan özel dolaplar üretilmeye başlamış.
Asilzadelerin ya da zenginlerin sahip olduğu- halka açık olmayan- son derece pahalı bu merak kabinleri, sadece sahiplerinin zenginliğini, gustosunu ya da doğadan öğrendiklerini göstermekle kalmıyor; aynı zamanda ünlerini ülke dışına da taşımak ve saygınlık kazanmak için yabancı devlet adamları ya da monarşi üyelerine bir güç gösterisi anlamına da geliyordu.
Neler vardır bu merak kabinlerinde peki? Eski merak kabinlerini resimleyen gravürlere baktığınızda, siz de fark edeceksiniz, duvarlardan tavana her yeri tıklım tıkış bir odada antik paralar, figürinler yani minik heykelcikler, mücevherler, kusursuz işçiliği olan mobilyalar, kitaplar ve tablolar, uzak diyarlardan getirilmiş ender bitkiler, doldurulmuş zavallı hayvancıklar, mineraller; hatta “tek boynuzlu atların boynuzları” gibi sihirli şeyler; bezoar taşları, görülmedik “ucubelerle” doludur.
Bu koleksiyonlarda yaratılan karmaşanın altında izleyiciyi şaşırtma, büyüleme ve onda hayranlık uyandırma ilgisi vardı. Oldukça pahalı bir uğraş olduğu için elbette sadece asiller ya da politik gücü olanlar, odalarını Tanrı’nın yarattığı bu harika varlıklarla doldurma hevesinin peşinden gidebiliyorlardı.
Ünü ülkesinin sınırlarını aşmış bir merak kabini ise Amsterdam kökenli bir eczacı olan Albertus Seba’ya ait. Çağdaşı olan birçok bilim insanı araştırma amacıyla, sıklıkla doğadan örnekleri topluyordu o dönemde ama Seba’nın koleksiyonu çeşitliliğiyle rakipsizdir. Amsterdam gibi 18. yüzyılda sömürge imparatorluğunun merkezi olan bir kentte, uzak diyarlardan gelen denizcilerden aldığı hayvanlar, bitkiler, böceklerden oluşan inanılmaz koleksiyon, ona yaşamı boyunca uluslararası bir ün ve entelektüel çevrede saygınlık kazandırdı. Binominal sınıflandırma sistematiğinin kurucusu Carl Linneaus’un ve birçok doğa bilimcinin de yararlandığı en kapsamlı “bilimsel koleksiyon” diyebiliriz rahatlıkla.
1725 yılında bir alıcıya yazdığı mektupta koleksiyonunu “Doğu ve Batı Hint Adalarından sıra dışı parçalar, çoğu yılanlardan oluşan 700 kavanoz ender egzotik hayvan, aynı zamanda dünyanın dört bir köşesinden mükemmel korunmuş en nadide kelebekler, son derece ender bulunan inanılmaz çeşitlilikte kabuklu deniz hayvanları” diye tarif ediyordu. Sonra bu listeyi “kimileri bilinen kimileri daha önce hiç görülmemiş bitkiler” diyerek tamamlıyordu. Seba’nın bitki ve hayvan örneklerini katalogladığı Thesaurus ise 18. yüzyılın en önemli doğa tarihi kazanımlarından biri. Hepsi tek tek elde boyanmış çizimlerinden oluşan kitap, bugün tüm zamanların en önemli doğa tarihi kitapları arasında sayılıyor.
Albertus Seba’nın başarısı elbette, doğa tarihiyle yakın bağları olan bir meslek seçmiş olmasıyla da ilgili. Onun yaşadığı yıllarda ampirik bilimlerin öncüleri doktorlar ve eczacılardır. Hayvansal, bitkisel ya da mineral katkı maddelerinden nasıl ilaç yapılacağını gösteren eski reçetelerle yetinmeyen eczacılardan biri olan Albertus Seba, yeni metotlar araştırdı; uzak ülkelerden türlerin peşine düştü ve potansiyel kullanım alanlarını araştırdı. Çağdaşları olan bilim insanlarının toplama ve araştırma tutkusu çoğunlukla farmasötik uygulamaların da ötesine geçiyordu. Doğa bilimciler için bu tip koleksiyonlar, farklı flora ve faunalardan örnekleri inceleme şansı sunmanın ötesinde canlılar dünyasının çeşitliliğini göstermesi, makro kozmosun modeli olması açısından da değerliydi.
Albertus Seba da ilk eğitimini 1684 yılında Neustadt Gödens’te almış sonra Groningen, Amsterdam, Nuremberg ve Strasbourg’a seyahat ederek farmasötik bilgisini derinleştirir ve oralarda bazı doğa tarihi koleksiyonları üzerine çalışır. Seyahatlerden sonra dönüp bir meslektaşının kızı Anna Loopes ile evlenerek Amsterdam’a yerleşir. Eczacılık sınavlarından geçtikten sonra kurduğu Die Deutsche Apotheke (Alman Ecza Dükkanı) kısa zamanda büyük ün kazanır. Gazetelere verdiği ilanlarla ilaçlarını deniz aşırı ülkelerde de satar bu eczanesinde.
Seba’nın yaşadığı Amsterdam o yıllarda, rıhtımlarına onlarca geminin yanaştığı bir liman kentiydi. İki asır boyunca Flaman kaşiflerin “korsanvari” yöntemleri ve üstün kargo gemileriyle baharat ticaretini tekeline alan Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin getirdiği zenginlikler sayesinde Amsterdam, uluslararası deniz ticaretinin ve sömürge imparatorluğunun merkezi konumundaydı. Siyasi ayrıcalıklara sahip olan, hatta ilk borsayı kuran şirket, fethedilen ülkelerden baharatlar, kumaşlar, mücevherler ve diğer kolonyal ürünleri taşıyarak yüksek bir karla dünyaya pazarlıyordu. Albertus Seba da meşhur Alman Ecza Dükkanı’nda seyahate çıkmaya hazırlanan gemiler için ilaç hazırlıyor; uzun yolculuklardan dönen hasta denizcileri tedavi ediyordu. Bu denizciler evlerine çoğunlukla koloni ülkelerden bulup getirdikleri ender bulunan egzotik hayvanlar, bitkiler ve minerallerle dönüyordu. Eczacılık becerisiyle ekonomik bir güç de elde Seba’nın koleksiyonu için onlardan bu nadide örnekleri satın almasının önünde bir engel de yoktu. Böylece, onlarca yıl boyunca topladığı ender hayvan ve bitki örneklerini Amsterdam’daki evinde, özel tasarlanmış bir odada sergilemeye başlayan eczacı, kısa süre bir sonra tüm Avrupa’dan ziyaretçilerin ilgisini çekmeye başlayacaktı.
Dünya ticaret ağının merkezindeki Amsterdam’da sadece ticaret değil, sanat ve bilim de altın çağını yaşamaktadır. Hollandalı araştırmacılar, o dönemde sosyal sınıflarının ve ulusal kimliklerin getirdiği sınırlamaları da aşarak, bilginin el değiştirdiği ve bilim adına yeni soruların sorulduğu, keşfedilen yeni bitki ya da hayvan türlerinin paylaşıldığı uluslararası iletişim ağında entelektüel çevrenin saygın birer üyesi olurlar. Albertus Seba da onlardan biridir, Avrupa’da Sir Hans Sloane (1660-1753), Londra’daki Kraliyet Topluluğunun Bilim Kurulu Başkanı Johann Jakop Scheuzer (1677-1735) gibi birçok saygın araştırmacıyla güçlü bağlantılar kurmuştur.
Albertus Seba, koleksiyonunu bir araya getirirken Sri Lanka, Grönland, Virginia, Batavia (yani bugünün Endonezya, Cakartası) gelen örneklerin yanında diğer koleksiyoncularla da değiş tokuş yaparak zenginleştirmiş. Seba’nın merak kabinlerinde, çağdaşlarının aksine silah, antik para gibi insan yapımı nesnelere yer vermemişti. 1717 yılında Çar I. Petro bile Seba’nın merak kabinlerini ziyaret eder ve bu koleksiyondan o kadar etkilenir ki tüm örnekleri satın alarak hepsini gemiyle, ilk müzesi olan Kunstkammer için St Petersburg’a getirir.
Seba, hemen arkasından bundan çok daha geniş olan ikinci koleksiyonunu oluşturmaya başlar. 1731 yılında, onlarca yıllık bir birikimden sonra Seba, örneklerin çizilmesi için sanatçıları davet etmiş ve dört ciltlik bir katalog basılmasını planlamış. Koleksiyondaki tüm örneklerin 446 bakır levha üzerine tek tek resmedildiği bu inanılmaz eser 1734 ve 1765 yılları arasında basılan 4 ciltten oluşuyor. İllüstrasyonların çoğunda, tek bir levhada farklı bitki ve hayvanlar bir arada resmedilmiş.
Onun harikalar diyarında, tuhaf ve egzotik bitkilerden yılanlara, kurbağalara, timsahlara, deniz kabukları, mercanlar, kuşlar ve kelebeklerin yanı sıra Hidra ve Ejderha gibi fantastik yaratıklar da vardır.
Thesaurus’un ilk sayfasında Jan Maurits Quinkhard’ın resmedip Jacob Houbraken’ın gravüre aktardığı Albertus Seba’nın bir portresi de vardır. Arka plan, tüm duvarda içinde yılanların saklandığı sıra sıra kavanozlar, mercanlar vardır. Seba’nın sağ elinde muhtemelen alkolle dolu olan bu kavanozlardan biri vardır; sol eliyle de önünde masanın üzerinde duran dağınık çizim sayfalarını, açık bir botanik kitabı ve deniz kabuklarını işaret eder. Bu kompozisyon, canlı türlerinin toplanmasından basılı işlere kitabın ortaya çıkış sürecinin de bir özeti gibi.
İlk basımlarında, kataloglar siyah ve beyazdır, satın alanlar talep ederse renklendirme uzmanları renkli basımlarını yapabiliyorlardı. Muhteşem renkler, estetik görünümden ziyade bilimsel olabilmesi açısından da tercih ediliyordu. Bazı türler kelebekler, yılanlar ve deniz kabukları sadece renkleriyle değil, siyah beyaz gravürlerde yeterince anlatılamayan desenlerle de birbirinden ayrılıyordu.
Thesaurus’daki çizimlere baktığınızda, insanoğlunun acımasız tükettiği, maalesef çoğunun nesli tükenmiş rengarenk sürüngenleri, büyüleyici böcekleri ve kabuklu deniz hayvanlarını görebiliyorsunuz. Seba’nın sınıflandırması benzerlikler ve karşılaştırmalar üzerinedir ve sıklıkla doğal anormalliklere, tuhaflıklara ayrılmıştır. Karayiplerden gelmiş bir bebek fetüsü, çeşitli hayvan fetüsleri, iki bedenli tek kafalı bir keçi gibi tuhaf örnekler de var bunların arasında. Kitabın önsözünde Seba, çizimlerin koleksiyonuna ait olduğunu söylüyor ama yedi başlı yaratık Hidra için bu pek inandırıcı değil. Albertus Seba’nın ömrü vefa etmemiş, çalışmanın sonunu görememiş. Son iki cilt onun 1736 yılındaki vefatından sonra ilk taslaklardan yola çıkarak farklı uzmanlarca hazırlanmış.
Thesaurus’un Barok kitap tarzının etkileyici bir örneği olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Kompozisyonlar son derece sanatsal. Merian’a öykülenen kimi resimlerde hayvanlar ve bitkiler bir sahne içinde kurgulanmış. Mesela bir yılan avını yutarken, bir diğeri kertenkelenin önünde saldırı pozuna geçmiş halde betimlenmiş. Thesaurus ‘un 2., 3, ve 4. baskılarında daha bilimsel bir yaklaşım var; belli türlere ve cinslere göre ayrılarak tablolar eşit aralıklı sıralar halinde çizilmiş.
İki cildin metinleri Seba tarafından yazılmış, imzalardan o zamanın bilim insanlarıyla birlikte çalışmış olduğunu görüyoruz. Sıkça daha önce hiç karşılaşmadığı deniz aşırı ülkelerden gelen örneklerle karşılaşıyordu, onlar için yeni isimler buldu, o zamanın standart uygulamalarından biriydi bu En dikkat çeken isimlerden biri de balıkları tanımlayan Uppsala Üniversitesinden Peter Artedi. Seba’nın 1736 yılında ölümünden sonra tamamlanan son iki kitapta, hayvanlar arasında belli bir bağ yok, görsel karmaşa yaratmaması için doğru oranlarla üst üste gelmeden sıralanmış; bazen anatomik yapısı hakkında çelişkiye düşüren aynalanmış görüntüler de var. Çoğu hayvanların ve bitkilerin dış görünümleriyle ilgili, kitapta çok az iskelet ve iç organ çizimi var. Analitik bir yaklaşımdan ziyade doğa tarihini tanımlayıcı bir bakış açısını gösteriyor. Canlılar dünyasının farklı türlerini ve çeşitliliğini gösteren doğadaki gelişim süreçlerini de almış, böceklerin metamorfozu gibi.
Thesaurus doğa bilimi açısından değerli bir kaynak olsa da kimlik tanımlaması modern sınıflandırma metoduna ya da terminolojisine göre yapılmadığı için belli çıkarımlarda bulunmayı zorlaştırıyor. Carl Linneaus (1707-78) bugün de hala modern biyolojik sınıflandırma ve taksonominin temelini oluşturan sınıflandırma sistemini ilk kez 1735 yılında yayımlamıştı. Albertus Seba, sonsuz çeşitliliği olan bitki ve hayvan örneklerini adlandırmaya ve düzenlemeye başladığı yıllarda henüz böyle bir metot ortada yoktu.
Seba’nın kataloğu dediğim gibi benzersiz bir Barok belge niteliğinde. Hem bilimsellik hem de estetik ve sanatsal yönüyle koleksiyonculuğun ve doğa tarihinin önemli bir örneği. Taschen Yayınlarından çıkan Albertus Seba: Cabinet of Natural Curiosities kitabında 1734-1765 yılları arasında basılmış tüm levhaları görebilirsiniz.
Şarkıcı / Yorumcu | Parça Adı | Albüm Adı | Süre |
---|---|---|---|
11 Nolu Piyano Konçertosu | Wolfgang Amadeus Mozart | 03:26 |