“Şeffaflığın, demokratikleşmenin, katılımın esas olduğu bir yaşamı inşa etmek”

-
Aa
+
a
a
a

Bekir Ağırdır’la gerçekleşen ilk İktisat Kongresi’nden yüz yıl sonra İzmir’de başlayan İktisat Kongresi’ni, temalarını ve hedeflerini konuşuyoruz.

İktisat Kongresi, 'Yeniliğe Davet' sloganıyla Türkiye'yi geleceği inşa etmeye çağırıyor
 

İktisat Kongresi, 'Yeniliğe Davet' sloganıyla Türkiye'yi geleceği inşa etmeye çağırıyor

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.) 

Ömer Madra: Günaydın Bekir, merhabalar!

Bekir Ağırdır: Günaydın!

Özdeş Özbay: Günaydın!

B.A.: Herkese, izleyicilerimize de günaydın!

Ö.M.: İkinci yüzyılın İktisat Kongresi düzenleniyor ve onun ilk günü de “Yeniliğe davet” adı altında sunuluyor İzmir’de. Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde, küçük salonda yapılıyor. Çok kapsamlı şeyler, bir dizi konuşmacı ve görüşme var. Bize bunları anlatır mısın lütfen?

B.A.: Önce bir şey söyleyeyim bütün izleyicilerimize, Açık Radyo izleyicilerinin de önemli bir kısmı İstanbul’da, biz İstanbul’a bazen birbirimizi çoğaltıyoruz, karamsarlık çoğaltıyoruz belki ama ben Anadolu’ya her çıktığımda dehşet heyecanlanıyorum çünkü bizlerin İstanbul’da yalnız olmadığımızı görmek, Anadolu’nun kentlerindeki o enerji, arayış müthiş umut veriyor bana, heyecanlandırıyor. Önce onu söylemek isterim. İzmir İktisat Kongresi’nin 100 yıl sonra ikincisi yapılıyor, normalde tam yüzyıl önce yapıldığı gibi 15 Şubat’ta yapılacaktı ama deprem felaketi nedeniyle ertelendi. Her şeyden Kongre sadece bu 7 günden ibaret değil, kongre aslında yaz aylarında başladı. Tıpkı aslında 100 sene önce de yapıldığı gibi. Yani ilgili paydaşların, uzmanların, sivil toplumun örgütlerine katıldığı, ilgili her tarafın sendikalardan kamu kurumlarına, partilerden STK’lara ilgili herkesin katıldığı bir dizi hemen her konuda toplantılar yapıldı. O toplantılarda yeni yüzyılın yeni iktisat politikaları, yalnızca iktisat politikaları da değil biraz sonra değineceğim kapsamlı olarak yeni bir ekonomik ve siyasi program bir bakıma tartışıldı. Her komiteden, her komisyondan bir takım öneriler derlendi. Şimdi bu 7 gün bugünden başlayarak bütün o önerilerin tartışıldığı ve son günde hep beraber bütün delegelerin oylarıyla bir sonuç öneri metninin politikalar dizisinin ilan edileceği bir konferans serisi diyelim. 100 sene önce İzmir İktisat Kongresi toplandığı sırada henüz Lozan görüşmeleri sürüyor, İzmir’in kurtuluşunun üzerinden daha 5 ay geçmiş hâlâ yıkık, yanık bir şehir var elde. Cumhuriyet henüz ilan edilmemiş ama Atatürk ve arkadaşları yönetici kadro, önder kadro böyle bir iktisat kongresi düzenleyerek hem önce o ülkenin, o günkü genç Türkiye’nin diyelim ya da Anadolu’nun ekonomik kapasitesinin bir envanterini çıkarmışlar, bir yandan da ekonomik hedefler dizisi belirlemişler. Zamanlama nasıl bir vizyon sahibi olduklarını da gösteriyor bir bakıma. Özü itibarıylao kongrenin hedefi ya da orada önerilen politikalar dizisinin temel bir hedefi var. O temel hedef muasır medeniyeti yakalayacak ekonomik kalkınma. Yani muasır medeniyet o günün yani yüzyıl öncenin dünyasının sanayi toplumunun ekonomik modeli, sanayi toplumunun ulus devlet modeli. Yani genç cumhuriyet kurulurken seçilen model sonuç olarak sanayi toplumunun ulus devlet modeli. Yani milliyetçiliğin esas olduğu.

Ö.Ö.: Piyasa kapitalizmi yani batıdaki.

B.A.: Bir bakıma evet ama aynı zamanda feodal nizam. Artık insanlığın da milliyetçi akımların da sanayi toplumunun endüstriyel devriminin sonucu olarak yeni bir ekonomik bir devlet nizamı. Dolayısıyla cumhuriyet o iktisat kongresinin hedeflerini de alarak 2 temel hedef belirlemiş diyebiliriz. Birincisi kalkınmak. Karma ekonominin ilk adımları diyelim ama esas itibarıyla serbest piyasa ama eldeki unsurlar güç, ekonomik kapasite son derece düşük olduğu için Anadolu’da ve Osmanlı son 2 yüzyılda batıdaki bütün gelişmeleri, endüstriyel devrimi de ıskaladığı için son derece zayıf dinamikler. Dolayısıyla bütün kalkınmanın öncüsü rolü, ağırlığı devlete verilmiş. 

İkinci hedef toplumsal dönüşüm yani sanayi toplumunun insanlarını toplumuna ulaşmak. Nedir o? İşte çağdaş eğitim sistemine dayalı, laikliğe dayalı, hukukun üstünlüğüne dayalı, muasır medeniyete ulaşmak. Buradan başlama sebebim şu: Bugün 100 sene sonra sadece Türkiye değil insanlık da bir başka krizle karşı karşıya. İnsanlığın ürettiği sanayi toplumunun üretim modelinin yer küreyi nasıl harap ettiği, iklim değişikliği, kuraklık, doğal kaynakların azalması gibi yani ölçek ekonomisine dayanan, sonsuz bir kâr hırsına dayanan hammaddeyi, emeği sonsuzmuş gibi kabul eden, standart üretime dayalı Çin’de de, Moğolistan’da da, Arjantin’de de, Türkiye’de de herkesin aynı şeyleri tükettiği dolayısıyla milyarlarca bardağın, milyarlarca ayakkabının aynı model, aynı standart içinde üretilmeye çalışıldığı standartlaşma ve ölçek ekonomisi. Bu ekonomik modelin sonuna geldi insanlık. Bugün karşımızdaki enerji krizi, gıda krizi, içme suyu krizi, iklim, bütün bu meseleler üretim modelini değişime zorluyor ama henüz o üretim modeline de ne olacağı ve buna bağlı olarak da tüketim modelini yaşama biçimine ne olacağına dair elimizde henüz sağlam bir model yok. Dolayısıyla Türkiye’nin değil aynı zamanda insanlığın bir krizi bu.

Ö.M.: Bu çoklu krizlere karşı elimizdeki en önemli silahı olan demokrasinin de krizde olduğunu, birçok ülkede de otoriter hatta otokratik yönetimlerin hakim olduğunu görüyoruz değil mi?

B.A.: Aynen öyle. Çünkü ulus devlet modeli ve temsili demokrasi de krizde. Yani sanayi toplumunun devlet nizamı, yaşam biçimi ve karar verme süreçlerine dair geliştirdiği o temsiliyet, hiyerarşi, güç dağılımı, siyaset tanımları da krizde. Çünkü bir yandan bugün yaşamın geldiği karmaşıklığa, çeşitliliğe, çoğulculuğa, farklılığa cevap üretemeyen ulus devlet esas itibarıyla tek tipli yurttaşlara dayanan tek tipli bir toplum tahayyülü bir bakıma. Böyle olmadığını da insanlık deneyimledi, Türkiye de deneyimledi, üstelik de bir başka krize dönüştü temsili demokrasi çünkü temsili demokrasi  imkânları içinden yeşeren bu kriz, şoven, korku temelli politikaları hedefleyen, güvenlik temelli bakış, bütün bu çeşitlilikleri, farklılıkları kriz vesilesiyle ya da güvenlik meselesi olarak ele alan o ulus devlet modeli de bugün bütün dünyada krizde. Bunun karşılığında da bütün dünyada işte Putin’ler, Trump’lar, Le Pen’ler, hayatımızda. Dolayısıyla ulus devlet modeli de çökmüş durumda, toplumsal dönüşüm için şimdi Türkiye’ye döndüğümüz zaman ekonomik kalkınmada neyi başarıp başaramadığımız meydanda. Bir yandan bakarsak evet işte 700-800 milyar dolarlık bir ekonomiye gelmişiz, ilk 20’de olup olmadığımız tartışmalı da olsa o civarlarda bir ülke. Yani öyle küçük, küçümseyeceğimiz bir ülke değil ekonomik kapasitesi bakımından ama ortada çok temel de bir sorun var: Müthiş bir yoksulluk, yoksulluğun ve adaletsizliğin artık miras haline dönüştüğü yani kuşaktan kuşağa aktarıldığı, fırsat eşitliğinin olmadığı bir tablo. Daha da önemlisi karşımızda Türkiye’nin üç apayrı fotoğrafı var. Nedir o üç ülke? İskenderun’dan İstanbul’a doğru kıyılar batı diyeceğimiz bir coğrafya var, ekonomik aktörleri, güçleri yeterince güçlenmiş, gelişmiş, dinamikleri yeterince güçlü hatta çoğu küresel dünyaya entegre olmuş. Bir yandan da orta Anadolu ve Karadeniz var, yöresel olarak küçük başka örnekler olsa da henüz esas itibarıyla kalkınma sürecini tamamlayamamış o nedenle kendi aktörleri, güçleri, dinamikleri yeterince güçlü olmadığı için devletin hâlâ önemli biçimde işte baraj inşaatıyla, yol inşaatıyla ekonomik hayatı körüklemeye çalıştığı bir coğrafya. Bir de güney doğu var, ekonomik olarak hiçbir aktörün ve dinamiğin olmadığı ve kendi kaderine terk edilmiş derin bir yoksulluğun yaşandığı coğrafya. Dolayısıyla bu ekonomik model de çökmüş durumda. Türkiye hem daha sanayi toplumunun kalkınma ve ekonomik modelini tamamlayamamış, bir yandan da insanlığın yaşadığı bu ekonomik krizi de aynı anda yaşayan bir ülke. Üstelik de ulus devletin toplumsal dönüşümün de bütün bu dünyada da olan krizlerine aşina: Kimliklere sıkışmak, kutuplaşmalar, çeşitlerin farklılıkların birbirini düşman görmesi, şoven, popülist, güvenlikçi söylemlerin başat olması, umudun değil korkunun egemen olması… Toplumsal esenliğin de esas itibarıyla müthiş bir risk ve kriz içinde olduğu bir durumdayız. Dolayısıyla böyle bir zaman aralığında üstelik de Türkiye’nin bir bakıma tarihi seçimleri diyebileceğimiz bir seçimden 60 gün önce yeni bir model tartışması. Yani ikinci İzmir İktisat Kongresi belki de böyle denk düşmüş oldu ama ben şöyle bir cümle kuruyorum: Birinci İktisat Kongresi ile batıyı yakalamak, muasır medeniyeti yakalamak hedef. Şimdi ise sadece batıyı yakalamak değil Türkiye’ye ve dünyaya yeni bir söz söylemek. Dünyaya ilham verici bir hikâyeyi yazmaya başlamak, seçimlerle taşlanacak bir başka yeni dönemin başlangıç sözlerini, cümlelerini, önerilerini yazmak diyebiliriz. 

“Kimisinin tarihi sadece 1923’ten sonrasına dair, kimisini tarih algısı 1923’te bitiyor”

Ö.M.: Burada yerel programa bakıldığı zaman seçilen temaların da oldukça birbiriyle tutarlı ve önemli olduğunu görüyoruz. Senin de sözünü ettiğin dünyaya yeni bir söz söyleme amacını da yansıttığını söyleyebiliriz. Yani ilk gün esas itibarıyla “yeniliğe davet”le başlıyor, ikinci gün “vicdana davet”, üçüncü gün “yürüyüşe davet”, dördüncü gün “doğamıza davet” ve bu önemli mesajların hepsini bir arada içeren beşinci gün “değişime davet’”, altıncı gün “sadakate davet”, yedinci gün “çokluğa ve birliğe davet” şeklinde bölümlendirilen bir programatik metin var. Bayağı ilgi çekici olacağa benziyor, biraz bunları da izah eder misin?

B.A.: Kongrenin 1 yıl önce hazırlıkları başladığında ben de bir biçimde o hazırlık süreçlerine dahil oldum. Temel olarak uyum aslında ana tema, uyum derken 4 ana boyutta uyum. Birisi tarih, tarihle barışmak. Birisi gelecekle barışmak, birisi doğayla uyum ve barışmak, dördüncüsü de insanla barışmak. Tarih dediğimizde kasıt şu: Biliyoruz ki hepimiz Türkiye’de her siyasi geleneğe göre farklı tarih algılarımız var. Kimisinin tarihi sadece 1923’ten sonrasına dair, kimisini tarih algısı 1923’te bitiyor. Kimisininki 1453’te İstanbul’un fethiyle başlıyor, kimisininki Malazgirt’le 1071’le başlıyor. Tarih meselesinde bile bir sorunumuz var, halbuki Anadolu dediğimiz topraklar 12 bin yıldır farklı onlarca geleneğe, kültüre, gelişime, değişime tanıklık etmiş. Sonuçta hepimizin DNA’larında bugünkü kültürümüzde bütün o geçmişin izlerini taşıyoruz.

Ö.M.: Tarihin gördüğü bazı en parlak medeniyetler 12 bin yıl önceden başlayarak kurulmuş burada değil mi?

B.A.: Evet aynen, medeniyetin ilk başlangıç örneklerine tanıklık etmiş bu topraklar. Dolayısıyla önce bir tarihimizle yani zaferleriyle yenilgileriyle, sevinçleriyle yaslarıyla tarihimize sahip çıkmak, bunun bilincine varmak ve 12 bin yıllık tarihin sonucundaki ürünleriyiz, kültürüyüz biz bir bakıma. Gelecek dediğimiz kısım, gelecek denen şey sadece toplumsal esenlik değil aynı zamanda insanlığın teknolojik sıçramanın ürettiği fırsatlar ya da riskler. Yani bugün insanlıkta bütün bu sanayi toplumunu üretim modelini zorlayan, değişime dayatan şey bir bakıma teknolojik sıçrama da, işin elbette sadece robotik üretimler, argeler, gelişmelerden, yapay zekalardan ibaret olmayan bütün toplumsal yaşam, ülkedeki ortak hayat için ve ekonomik refahın sağlanması ve ekonomik refahın yaygınlığı, gelir dağılımını, bölgesel dengesizliklerin giderildiği bir yeni ekonomik modeli teknolojinin de desteğiyle tasarlamak, kurmak. 

İklim değişikliğini, kuraklığı, içme suyu krizini, gıda krizini, bu yaz bile hemen yakınımızda olan olası gıda ve su krizi herhalde hepimizi dertlendiriyor şimdiden. Dolayısıyla doğaya bu kadar hoyrat davranmadığımız zaman doğamızın, bu coğrafyanın da doğal verisi neyse ona uyumlu bir ekonominin ve yaşamın inşası mümkün. Türkiye zeytin alanlarını bile konutlaşmaya açmak ya da şimdi depremden sonra bile yeni bir analiz ya da bilimsel araştırma yapmadan tarım alanlarına o molozları dökmek veya yeni inşaatlara başlamak gibi saçmalıklardan, bilim dışı, akıl dışı uygulamalardan kurtulmak ve doğayla uyumlanmak diye bir meselemiz var. Ve elbette insanla uyumlanmak… İnsanlara bir cevap üretmemiz lazım ve toplumsal esenlik için, bir arada yaşam için, ortak kadere, ortak geleceğe inanmak için güçlü olduğu yeni bir mutabakata, büyük toplumsal uzlaşmaya ya da uyuma, “birbirimizden razıyız” diyebilmeye ihtiyacımız var. Birbirimizi suçlamaya, birbirimizi bir takım kimlikleri ya da inançları kendimize düşman görmeye değil bütün bu çeşitliliğin ve bir aradalığın, ortak kadere, ortak geleceğe, ortak esenliğe doğru yürümesini sağlayacak politikalara ihtiyaç var. Toplantıların da çerçevesi buna göreydi. “Yeniliğe davet” cümlesi önemli çünkü bu kez bir başka durum daha var: Bütün yaşadığımız hikâye, bütün deneyimlerimiz bize şunu gösterdi ki ne bir kimliğin iyi, doğru, güzel tanımlarına teslim olarak ne de sadece bilen birinin doğru diyebildiklerine teslim olarak ne de bütün gücü eline geçirmiş birisinin sadece tahayyüllerine ya da fantezilerine yahut hayalleriyle sınırlı bir hayata mahkum olamayız. Hepimizin herkesin, ilgili herkesin ve her yurttaşın kendine dair kararlara katılabildiği, bu kararlar hakkında söz söyleme  imkânının olduğu yani geniş siyasi alanın inşa edilebildiği, bilenlerin ve güç sahiplerinin değil ilgili herkesin katılabildiği, hesap sorabileceği, şeffaflığın, demokratikleşmenin, katılımın esas olduğu bir yaşamı inşa etmek gibi bir mesele de var karşımızda. Dolayısıyla “davet” kelimesi o açıdan önemli. Sadece bilen 3 veya 33 bilim insanı ya da ilgili siyasetçinin yazdığı manifestolara değil 85 milyonun umutlarını, ihtiyaçlarını kendileri adına kendi ihtiyaç ve talepleri için örgütleyebildiği, o örgütlenmeler üzerinden kendi taleplerini ve ihtiyaçlarını siyasi alana taşıyabildikleri, uzlaşmalar üretebildiğimiz süreçlere ihtiyacımız var. Onun için buradaki “davet” kelimesi bir bakıma bu süreçlere işaret etmek. Hem küreselleşme sebebiyle ve bütün bu hikâye, bütün bu insanlığı da ilgilendirdiği için yabancı katılımcılar da var. Aynı zamanda Bob Geldof, Karsu gibi sanat insanlarının, kültür insanlarının dahil olduğu etkinlikler var. 

Ö.Ö.: Bob Geldof depremzedelere destek olsun diye gitarını satarak yardımda bulunmuştu Halk TV’deki kampanyada.

B.A.: Evet aynen öyle. Karsu, Hollanda’da bir televizyon programındaki şarkısıyla sadece Hollanda’dan 85 milyon Euro’dan fazla deprem bölgesine katkı için finansal kaynak topladı. O da dün akşamdan beri İzmir’de. Dolayısıyla biraz da felaketler ve krizler dizisiyle yitirilmiş umutlarımıza yeniden bir heyecan üreteceğini umuyorum. En azından İzmir’den başlayarak bu heyecanın yayılacağını umuyorum çünkü önümüzde de 60 gün sonra kritik bir seçim var. Bu seçimle ülke yeni bir dönemin başlangıcının kapısını açabilecek ya da ilk adımı atmış olacağız belki de. 

“Dünyaya ilham olacak yeni bir hikâyenin insanları olma umudunu taşıyoruz”

Ö.M.: Bu tarihle, gelecekle, doğayla ve insanla uyum meselesi. Belki bir de hepsini birden kapsayan hakikatle uyumu da saymakta fayda var çünkü gerçekten hakikat sonrası toplum denen muazzam yalanlarla örülü, bir güçlü insanlar/adamlar tarafından yaratılan bir heyulanın da pençesine düşme tehlikesi de var.

B.A.: Sanayi toplumunun bugünkü krizlerini, temsili demokrasinin, ulus devletinin krizlerini hem yaşıyoruz hem de hâlâ daha o muasır medeniyet dediğimiz hedefe sahibiz. Örneğin Türkiye hâlâ güçler ayrılığını tartışıyor. Ve hâlâ iktidarda güçler ayrılığını değil tekliği savunan bir mekanizma. Sadece iktidarı temsil eden insanlar açısından söylemiyorum, devlet dediğimiz bütün bir mekanizma tekliği savunuyor. Tekliği savundukları için bu problemlerin de bizatihi nedenleri aynı zamanda seçilen yollar, yordamlar. Dolayısıyla biz daha sanayi toplumu olmayı başaramamış, İktisat Kongresi ile ya da Cumhuriyet’le önümüze koyduğumuz hedefleri tamamlayamamışken bir de insanlığın çağ değişimi kriziyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla bir vaka analiz laboratuvarı gibiyiz. O nedenle mütevazı olmaya gerek yok. Tam tersine hem Türkiye’ye hem dünyaya bir söz, çok daha iddialı bir hikâye üretebiliriz. 

Bu dönemdeki hedefimiz sadece Türkiye’ye söz söylemek değil, dünyaya da söz söylemek. Kaldı ki şöyle bir özel durum daha var önümüzdeki seçime dair: Bütün dünya son 15-20 yıldır özellikle bu 11 Eylül saldırılarından 2002’den itibaren Batı’nın da seçtiği yol, yordam, güvenlikçi bakış, Ortadoğu’da yapılanlar, Afganistan’da yapılanlar gibi bütün bu popülist iktidarların otoriter, keyfi yönetimlerinin seçim yoluyla durdurabildiği bir başka hikâyeyi yazacak Türkiye önümüzdeki seçimlerde çok büyük bir ihtimalle. Dolayısıyla biz hem seçimlerdeki sonucuyla, hem bu kongrenin önerdiği politikalarla, hem yapacaklarımızla önümüzdeki 5 yılda başaracaklarımızla dünyaya ilham olacak yeni bir hikâyenin insanları olma umudunu taşıyoruz. 

Ö.M.: Süremiz biterken bir de bugünün genel programını da bir gözden geçirelim: Saat 14.00’te Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde Melisa Sözen ve Mert Fırat’ın sunumlarıyla açılış gerçekleşecek. Karsu performansı ve ardından 15:00’te İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer’in açılış konuşması var. 15:30’da iktisatçı ve CHP Genel Sekreteri Doç. Dr. Selin Sayek Böke’nin konuşması olacak, sonra araştırmacı, yazar ve Açık Radyo programcısı Bekir Ağırdır konuşma yapacak.

B.A.: Gururla ekledim Açık Radyo’yu.

Ö.M.: Çok teşekkür ederiz. 16:30’da sanayici, Türkonfed Yüksek Danışma Kurulu Başkanı Şükrü Ünlütürk konuşuyor. 17:00’de ekonomiden sorumlu eski devlet bakanı, iktisatçı Prof. Dr. Işın Çelebi var. 17:30’da siyasetçi ve yazar Gülsün Bilgehan var. 18:00’de Bilkent Üniversitesi’nden iktisatçı Prof. Dr. Refet Gürkaynak ve 18:30’da iktisatçı ve yazar Dr. Serdar Şahinkaya var. 19:00’da da sanatçı, aktivist ve insan hakları savunucusu Sir Bob Geldof var. İlk gün bu şekilde geçecek.

B.A.: Şu anda bir yandan da gençlik forumu başlamış durumda, gençler tartışıyorlar.

Ö.M.: İkinci yüzyılın İktisat Kongresi’nde çiftçi, sanayici, tüccar, esnaf ve işçi buluşmaları da var. 

B.A.: “Yeniye davet”, yeniyi elbirliğiyle yazma çabasına dair bir başlangıç.

Ö.M.: Evet biz de Açık Radyo’da mümkün olan her gün bu toplantıların genel durumunu izlemeye ve kısmen özetleyerek de aktarmaya devam edeceğiz.