Uzmanlık siyasetin alanını daraltıyor

-
Aa
+
a
a
a
Hülya Demircan: Bir Açık Radyo Artı-Eksi programının yapımcısı ve sunucusu, Korhan Gümüş’le beraberiz. Hoşgeldiniz.

Korhan Gümüş: Merhaba.

HD: Bize önce kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?

KG: Meslek olarak ben mimarım. Yaklaşık yirmi beş senedir en azından, sivil toplum kuruluşları ile ilgileniyorum. Bu, öğrencilik zamanında başladı. O zamanlar, Mimarlar Odası’nda işte genç mimarlar olarak, mimarlık adayları olarak deyim geniş bir çevre oluşmuştu. Biraz da muhalif bir çevreydi. Meslek odalarındaki varolan yaklaşımı eleştiren, daha katılımcı bir meslek pratiği önemseyen gönüllü insanlardı. Bu insanlar tabii odaların içindeki faaliyetlerle birlikte, meslek odalarının içindeki faaliyetlerle birlikte, hemen dışarı taştılar. Gecekondu bölgelerinde biz, mimarlık ikinci sınıftan itibaren çalışmaya başladık. Yaptığımız şey aslında bugün de hâlâ güncel sayılabilecek bir pratikti. Biz uzmanlık faaliyetiyle sorun sahiplerini buluşturmaya çalışıyorduk. Gecekondu bölgelerinde alternatif bir planlama nasıl yapılabilirdi... O zamanlar çünkü İstanbul’da gecekondulaşma bugünkü kimliğine henüz kavuşmamıştı ve bir ara yol bulunabilir diye düşünüyorduk. Oysa ki bizim öğrencilik zamanımızda hakim olan yaklaşım şuydu: Bu gecekondular geçicidir, yani onlar bir gün nasıl olsa bildiğimiz konutlara dönüşecekler, formel sektöre dönüşecek her şey. Onun için şimdilik burada insanlar geçici olarak barınıyorlar, diye anlaşılıyordu. Bunun kalıcı bir şey olduğunu biz anlamıştık. O yüzden de bürokratik planlama tekniklerine karşı bir yaklaşımımız vardı. Uzmanlığın bir şekilde tersyüz edilmesini sağlayacak bir girişim olarak ortaya çıktı. Yani ben tek başıma değildim, 30-40 arkadaşım vardı en azından. Bugün çoğu üniversitelerde öğretim üyesi, bazıları da mimarlık faaliyetlerine dönmüş durumdalar ve artık uğraşmıyorlar gönüllü işlerle. Ben o tarihten bugüne kadar hep gönüllü oldum. Hiçbir zaman bir sivil toplum kuruluşu profesyoneli olamadım ve olmayı da arzu etmedim. Hep bir misyonun taşınması gereken bir amaç olduğunu düşünerek gönüllü olarak çalıştım ve gönüllü insanlarla birlikte oldum. O kadar uzun bir süre oldu ki, tabii bu sivil toplum kuruluşu üyelikleri dokuza falan çıktı, benim şu anada kurucusu olduğum ya da içinde yer aldığım sivil toplum kuruluşları. Dolayısıyla...

“Seçkinci aydın duyarlılığı...”

HD: Bunlar hepsi yine mimarlıkla mı ilgili yoksa çok çeşitli alanlarda mı?

KG: Bir kısmı mimarlıkla ilgili bir kısmı, bir kısmı da daha böyle sivil haklarla ilgili kuruluşlar. Niye böyle bir şey oldu diye sorarsanız, belki herkesin başına gelmiştir, yani ben İstanbul’un geçirdiği değişimi bir şekilde gözlemledim. Benim çocukluğumda birdenbire yapılar yıkılmaya başlandı, kaliteli yapılar, binalar, köşkler, bahçeler tarumar olmaya başladı, deniz kirlendi. Evimizin önünde denize girerdik. Deniz birdenbire kirlenmeye başladı. Ulaşım sorunu denen şey ortaya çıktı. Halbuki ondan önce ulaşım sorunu diye bir şey yoktu İstanbul’da. Hava kirliliği, deniz kirliliği, işte yapıların güvensizliği diyelim ya da işte değişimin bu nitelik kaybı,

 Gecekonduların kalıcı sorun olacağına yönetimler 25 yıl önce inanmak istemedi.

yani kentsel mekândaki bu değişim, ondan sonra İstanbul’un diğer sorunları. Sadece yaşadığımız çevre değil, yani birdenbire beni ilgilendirmeye başladı, Eminönü Meydanı’nın başına gelenler, Galata Köprüsü’nün başına gelenler... Bu böyle devam etti. Haliç...

HD: Ne oluyor da böyle oluyor demeye mi başladınız?

KG: Anlamaya çalışmak evet, yani bütün çabam zaten anlamaya çalışma çabasıydı. Beni buraya iten, böyle içimi yakan bir şey oldu. Burada benim galiba, birçok arkadaşımla da şöyle bir farklılık var: Birçok arkadaşım bu gönüllü çabaları içinde aslında seçkinci diyeceğim bir aydın duyarlılığını temsil etmeye çalıştılar hep, “Doğrusunu ben biliyorum” yani “O yanlış, doğrusu bu.” Ben böyle bir şeye doğru kaymadım. Çünkü o alternatif bir iktidar modeli gerektiriyor diye düşündüm hep, yani şöyle olmasın da böyle olsun. Bu fikirlere bir vatandaş olarak, bir gönüllü olarak da söylemekte ben hiçbir mahsur görmüyorum ama bunu aynı zamanda bir uzman kimliğiyle yaptığınız zaman, zaten meslek odalarında baştan beri varolan işte korporitizm dediğimiz, yani yönetime danışmanlık hizmeti veren yaklaşım biçiminin, yani sivil toplum kuruluşu yaklaşımının tam tersi olduğunu düşünüyorum. O çünkü, bir kendi kamu yararı kavramını topluma dikte etmek isteyen bir yaklaşımdı. Ben daha demokratik bir sivil toplum kuruluşu tanımından hareketle yola çıktım ve daha demokratik bir kamu alanı fikrini hep savundum ve burada birçok arkadaşım....

HD: Sözünüzü kestim... “Demokratik”ten anladığınızı biraz açar mısınız? Yani o meslek kuruluşlarını demokratik olmadığını anlıyorum... Bu daha demokratik derken ne gibi paylaşımlar yaşanmalı sizce bir sivil toplum kuruluşunda?

KG: Şimdi aslında...

HD: Yaptığınız neydi veya örneklerle açıklayabilir misiniz?

Öncelik: Toplumsal katılım

KG: Şimdi örnek vermek gerekirse, tabii çok tipik örnekler var. Sivil toplum kuruluşları, bazen sadece tercihlerini belirtiyorlar ve böyle bir şeye karşı çıkıyorlar. Buna hakları olduğunu düşünüyorum ki bu çok önemli işte. Fakat bir uzman olarak yaptığınız zaman, yani sivil toplum üyeleri olarak değil de uzman olarak yaptığınız zaman aslında siyasetin alanını daraltıyorsunuz. Yani diğer insanların söz söyleme fırsatını ellerinden alıyorsunuz, haklarını gasp ediyorsunuz. Onların yerine geçiyorsunuz, onlar adına hissediyorsunuz, onlar adına düşünüyorsunuz, onlar adına konuşuyorsunuz. Oysa ki toplumsal konular bir eşya tasarımı gibi tasarlanabilecek konular değildir. Burada karşılaştıralım mesela Birinci Köprü muhalefetiyle Üçüncü Köprü muhalefetini, ikinciyi gündeme almıyorum çünkü ikinci olağanüstü koşullar zamanında, yani darbe sonrası yapılmıştı ama Birinci Köprü muhalefeti sırasında, uzman kişiler çok doğru şeyler söylemişlerdi, ben küçük bir arkeolojik kazı yapıp bunu söylüyorum, yani yayınlara bakıp, çok doğru şeyler söylediklerini görüyorum. Hepsinin arkasında bugün durmak mümkün çünkü o zaman bunları söyleyen insanlar zaten çok iyi eğitim almış, şehircilik bölümlerinin kurucuları, hocalar, üniversite öğretim üyeleri... Fakat bu doğru şeylerin arkasında öyle birey söylüyorlar ki, söyledikleri şeyin hepsini geçersizleştiriyor. “Bu siyasetçiler bizi dinlemiyor. Devlet, ey devlet bizi dinle” diyorlar. Bütün söylediklerinin özeti bu. O zaman ne oluyor? Devlet dediğimiz nedir, işte 1950’den sonra uygulanan rantçı politikaları suçluyorlar. O zaman nedir; seçimler kötüdür, dolayısıyla bilim hakim olmalıdır. Neredeyse darbe yaparak iktidarı ele geçirme özlemi var. Bu işte korporitist mantık şunu gerektiriyor, yani iktidarın gölgesinde bir muhalefeti de gerektiriyor aynı zamanda. Bir uzmanlaşmayı değil... İktidarla muhalefet dahi olsa aslında toplumsal katılımı güçlendirici bir yaklaşım biçimi değil. Bizim uyguladığımız stratejiler, aslında bunun tam tersi. Yani aynı içerik, aynı kapsam olmakla birlikte aynı noktalardan hareket etmekle birlikte biz kendimizi uzmanlık bakışından temsil eden bir yaklaşımla ortaya çıkmıyoruz. O yüzden kendi kamu yararı kavramımızı topluma dikte etmek yerine iktidar aracılığıyla dikte etmeye çalışmak yerine, bunun için mücadele vermek yerine biraz belirsiz bir durumu tercih ediyoruz. Yani sonuç üzerine konuşmak yerine insanlar bilgilensin ve kendi kararlarını kendileri versin. Eğer Boğaz’ın üstünü köprülerle geçilmesini istiyorlarsa bütün Boğaz’ı bir değil, iki değil, üç değil, on tane yapılsa bile buna razıyım. Ben buna razıyım, bunu açık açık söylüyorum. Eğer insanlar gerçekten istiyorlarsa, herkes istiyorsa yapılsın ama birtakım insanlar istemeyecektir mutlaka, ulaşım sorunu yaşayanlar istemeyecektir. Üzerinden kurşun akacak, insanlar kurşun soluyacak, insanlar istemeyecektir, gürültüye maruz kalacak olan insanlar istemeyecektir. Dolayısıyla o zaman ne olacak, bir uzlaşma gerekecek. Ben bu uzlaşmayı çok daha fazla önemsiyorum kendi tercihlerimde. Beni temsil eden bir kamu yönetimi istemiyorum, çünkü beni temsil ettiği taktirde kamu yönetimi özelleşecektir, benim görüşümü temsil edecektir. Onun yerine özelleşmesin, kamu otoritesi, toplumsal katılımı güçlendirecek şekilde tarafsız bir hüviyet kazansın ve bu katılım mekanizmalarıyla yerel katılım şeylerine sağlayacak bir pozisyonda olsun ve projeler böyle hazırlansınlar, kamu kararları böyle belirlensin istiyorum ve...

STK’nin görevi alternatif iktidar yaratmak değil

HD: Şöyle anlıyorum, doğru mu? Yerel inisiyatiflerin ve aktif yurttaşların ön plana çıktığı sivil toplum kuruluşları öngörüyorsunuz ve gereğine inanıyorsunuz dersem doğru anlamış mıyım?

KG: Evet, ben bunu kastediyorum.

HD: Evet.

KG: Çünkü şöyle bir ayrım yapıyorum: Sivil toplum kuruluşu, -ki Türkiye’de içinde bence sivil toplum sözcüğünün olması da rahatsızlık veriyor- aslında batıdaki NGO kavramının karşılığı olarak Türkiye’de kullanıldı. Oysa ki...

HD: Yani, "Non Governmental", gayri resmi...

KG: Gayri resmi kuruluşlar.

HD: Evet.

KG: Gayri resmi sıfatı arka planda kaldı, oysa ki bu kuruluşlar kendileri sivil toplum yerine geçeceklerine, demin söylediğim gibi, eğer kendi uzmanlık alanlarını katılıma açsalar, mesela planlama metodolojisi üzerine toplulukları bilgilendirseler, imar planları nasıl şeffaflaşacağını gösterseler, yani kamu otoritesine kural koyma vasfının nasıl güçleneceğini anlatsalar, böylece normların oluşmasını sağlayabilirler. O zaman çok daha fazla bir işlev görebilirler, kalkınma açısından, sivil toplum kapasitesinin gelişmesi açısından. Bizde ne yazık ki, bu iki alan birbirine karışmakta. Gönüllü ve sorun sahiplerini güçlendirmek yerine sivil toplum kuruluşları adeta sivil toplumun temsilcisi gibi bir işlev görüyorlar. Bu da çok ciddi bir problem, yani Türkiye’de bu kavram kullanılırken bence bütün Türkiye’deki siyasal sistemin olumsuzluklarıyla birlikte, bu tarihsel mirasla birlikte kullanılmaya başlandı ve o yüzden, biz bu kavramsal tartışmayı pek yapmadık gibi geliyor.

HD: Korhan Bey, sivil toplum kuruluşuyla gayrı resmi kuruluşlar arasındaki farkın üzerinde duruyorsunuz. Burada sivil toplum kuruluşları da galiba birkaç bölüme ayırmak gerekiyor. Bir uzman dediğiniz mesleki örgütlenmeleri kastediyorsunuz sanıyorum, bir de onun dışında gerçekten gönüllü çalışmalar yapılan başka kuruluşlar da var. Bu konuda Türkiye’de ve dünyada sivil toplum kuruluşları hareketi hakkında size sorsam nasıl bir süreç gözlemlediniz, ne gibi çalışmalar yapılmış geçmişte, nereden nereye gelinmiş, bu konuda konuşmak ister misiniz?

Korporitist gelenekten kopan, iktidardan bağımsızlaşan...

KG: Memnuniyetle. Ben çünkü, bir siyasal tarih içinde konumlandırıyorum sivil toplum kuruluşlarını.

HD: Evet.

KG: Şimdi bizim bugünkü siyasal demokrasimiz kökeninde siyasal ütopyalara dayanır; yani siyasal partilerin seçimle, demokratik seçimlerle iktidara geleceği ama, sonuçta toplumsal alanı kodlayacağı, tasarlayacağı bir modeldir bu ve buna demokrasi deriz, siyasal demokrasi. Klasik siyasal demokrasi kavramının ben soğuk savaş döneminde bir değişim geçirdiğini düşünüyorum ve bunun adının konmadığını, örtük kaldığını düşünüyorum. Yani siyasal partiler bu tasarlayıcı ütopyaların kalıntısıdır. Fakat, öyle bir siyasal normalleşme yaşanmıştır ki, modernleşmenin bu tepeden inmeci, tasarlayıcı modeli bir iddia olarak kalmıştır, ama kontekst onu değiştirmiştir diye düşünüyorum. Dolayısıyla modernleşmeyi de bir iddia olarak değil, bir kontekst olarak okumaktan yanayım, siyasal modernleşmeyi de. 19’uncu yüzyılın siyasal ütopyaları nasıl olmuş da bugün hukuk devletlerine dönüşmüştür, bunun içinde sivil toplum kuruluşlarının rolü nedir diye belki konuyu açabilirim.

HD: Tabii

KG: Bu süreçte daha çok bireylerin öne çıktığı, entelektüel işler dediğim şeyler oluyor, ortaya çıkıyor. Bunlar diyelim hukukçular, insan hakları savunucuları, şehir plancıları, işte yerel katılımı güçlendirmek için çalışan insanlar. Tabii siyasal planda gözüken birtakım çatışmalar var. Bu siyah-beyaz eşitlik talebi olabilir, kadın hakları mücadelesi olabilir, çevre konusu olabilir, çocuk hakları olabilir, yoksullukla mücadele olabilir... Burada ilk önce bireylerin entelektüel bir işlev ortaya koyduklarını görüyorum ve bunlar da bulundukları konumun farkında olan insanlar, yani bir uzman olarak ortaya çıkan insanlar ve uzmanlık konumunu tersyüz eden insanlar bir bakıma. Yani bu korporitist gelenekte bir kopuş yaşayan insanlar. Yani siyasal otoriteyle bir uzlaşma yaşayarak, aydın olma vasfını terk ederek profesyonelleşen insanlar değil, tam tersine yeni profesyonel deneyimleri oluşturacak şekilde iktidardan bağımsızlaşarak kendi konularını siyasallaştıran, siyasete açan, katılıma açan, iletişime açan insanlar. Bu önderlik mekanizmasıyla birlikte sivil toplum kuruluşları dediğimiz gayri resmi kuruluşlar ortaya çıkıyor. Çünkü sadece bir iddiayı ortaya koymak yetmez, bir krize işaret etmekle hiçbir aydın yetinemez, eğer depremde insanlar ölecekse bir kurumlaşma da ortaya koymak zorundasınız. Yoksa krize işaret edebilirsiniz, gazetelerde yazı yazabilirsiniz, kitaplar basabilirsiniz ama bu yeterli olmaz, panellerde konuşabilirsiniz, bu yeterli olmaz.

HD: Tabii.

“Sivil toplum kuruluşu kavramı yanlış”

KG: Onun için sistemi dönüştürecek işlev, yani ben iki işlev görüyorum sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıkışında. Birisi krize işaret eden aydınlar. Bunların batı siyasal demokrasisinde çok önemli bir işlevi var, mesela sömürgelerdeki bağımsızlık hareketlerini destekleyen aydınlar vardır: Fransa’da eski sömürgelerdeki bağımsızlık hareketleri ve bunlar sonunda hükümet politikalarını etkilemişlerdir. İnsan hakları savunucuları vardır, çevre hareketi önderleri vardır. Bu şekilde ortaya çıkan bireylerin, krizlere işaret etmekle yetinmeyip aynı zamanda bir toplumsal dönüşüm, siyasal anlamda bir dönüşümü sağlamak için de örgütlendiklerini görüyoruz ve bu örgütlenmenin elde ettiği deneyim batıda, bizdeki gibi muhalif, çatışmacı bir model değil. Yani alternatif bir iktidar söylemine dönüştürmek değil, gerçekten siyasal otoriteyi değiştirmek. Bu çok daha devrimci bir şey. Görünüşte belki çok pasifist, çok uzlaşmacı gözükse de, strateji olarak çok daha büyük değişimleri sağlıyor. Ben de bu soğuk savaş döneminde, bu tek özneli siyasal modelin sivil toplum kuruluşları tarafından değiştirildiğini düşünüyorum. Bu ismin yanlış olduğunu bilerek kullanıyorum. Sivil toplum kuruluşu kavramı bence yanlıştır. Çünkü sivil toplum kuruluşu, sivil toplumu temsil eden kuruluş anlamına geliyor. Oysa ki sivil toplum kuruluşları gayri resmi kuruluşlardır ve bunlar kendi uzmanlık bilgilerini deşifre eden kuruluşlardır ve siyasal normalleşmeyi sağlayan kuruluşlardır. İşte batı siyasal demokrasisinin aslında adı konmamış olan gelişmesi, toplumu bir nesne gibi gören siyasal paradigmaların dönüşmesine yol açan, onun bir anlamda siyasal dekonstrüksiyonunu sağlayan bir oluşumdur, yeni bir siyasal oluşumdur. Bu da uzman dediğimiz insanların, eksper dediğimiz insanların anahtar bir rol oynamasıyla gerçekleşmiştir ve bu insanlar ilk önce aydın sorumluluklarını yerine getirerek kendi bilgilerini toplumsal katılıma açmışlardır ve bizim konu temelinde çalışan, insan hakları konusunda olan, çevre konusunda olan, kadın hakları, bütün bu konularda çalışan sivil toplum kuruluşları aslında bu mesleki profesyonel deneyimin iktidarla olan ilişkisindeki sürtünmeden ortaya çıkmıştır diye düşünüyorum. Bu çok hipotetik bir şey ama, belki de olayı anlaşılır kılması için bu kadar net söylemek gerekir.

HD: Sizin idealinizdeki sivil toplum kuruluşu örneği var mı dünyada?

KG: Sivil toplum kuruluşlarının aslında bu modele çok uyduğunu düşünüyorum ben. Hatta Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının...

HD: Hayır yani hayalinizdeki mi, hipotetik dediniz ya, yani bunun nasıl olması gerektiğini, söylediğinizin bir örneğini verebilir misiniz? Bu Türkiye’den olabilir, dünyadan olabilir, yani uzmanların kurduğu gayri resmi kuruluş değil, hakikaten sivil hareketin içinden gelen sivil hareketin kurduğu kuruluşlar var mı dünyada ve Türkiye’de?

KG: Şimdi sivil toplumun doğrudan katılımı aslında bir ütopyadır. Dolayısıyla tersine çevirmek gerekir iktidar aygıtını. Bütün bu konularda, yani konu bazında siyaset geliştiren sivil toplum kuruluşları, çevre örgütlerini buna örnek olarak sorarsanız verebilirim, insan hakları kuruluşlarını buna örnek olarak söyleyebilirim. Hukukçular çalışır birçok insan hakları derneğinde ve bunlar kendi çalışmalarıyla siyasal katılıma açarlar bulundukları alanı. Mesela Af Örgütü’nün kuruluşunda belki ilk önce bireyler ön plana çıkmıştır ama, sonra bir kurumsal yapıya kavuşmuştur. Bunların siyasal referansları yoktur. Yani falanca siyasal görüşe, falanca siyasal görüşe aittirler falan değillerdir pek. Konu üzerinden siyaset yaparlar ki, siyaseti de yanlış anlamamak lazım, o alanı toplumsal katılıma açmak ve toplulukları bilgilendirmek demek istiyorum. Sivil toplum kapasitesi zaten süreçten dışlanan hemşehriler, vatandaşlarla bu kuruluşlar arasında oluşan eklemlenmedir, yani toplumsal katılım dediğimiz şey.

HD: Bitiremeyeceğiz... Korhan Gümüş’le haftaya yine beraberiz. Şimdilik hoşçakalın.

(Açık Radyo’da “Gönüllülük ve Sosyal Sorumluluk” adlı programda yayınlanmıştır. Deşifre eden: Evinç Doğan)

Korhan Gümüş - Bakanlar Kurulu Salonu nasıl olmalı?