Teknoloji tarikatı Azrail'e karşı

-
Aa
+
a
a
a

“Ölümsüzlüğe eserlerim sayesinde kavuşmak istemiyorum… Ölmeyerek ulaşmak istiyorum” diyor Woody Allen. Bu vecizesiyle, özellikle Amerika’nın zengin Batı kıyısı boyunca yaygın olan korkuya parmak basıyor aynı zamanda. Ve korkunun ecele faydası var; Amerika’da olmak zorunda. Zira bizim buralarda “mezarda emeklilik” diye adlandırılan yaşta birçok Amerikalı için hayat “daha yeni başlıyor.” Nihayet banliyödeki evinin, garajdaki ikinci arabasının taksitlerini ödemiş, dünya seyahatini rahatça finanse edecek hisselere yatırım yapmış, 70 üstü yaşında emekli, hali vakti yerinde bir Amerikalı, daha en az 20-25 yaşayabileceğine kesin gözüyle bakıyor. Çalışma hayatının acımasız rekabetinde “başarmış”, kariyerin final çizgisini aşmışsınız, kapitalizmin her geçen gün bir yenisini sunduğu sayısız nimetlerinden yeterince faydalanmadan bu dünyadan göç etmek olmaz… Yazık olur.

Kanser korkusu yüzünden, vitamin hapları gibi besin katkı maddelerini en çok tüketen ulustur Amerika. Zenginin damağını Akdeniz mutfağının –biz ne kadar şanslıyız- zeytinyağlısı süslerken, kızartmalar ya da et gibi yüksek kolesterollü, kalp ve damar tıkayıcı alışkanlıklar, 20 yıl fazla yaşasa kazanacak birşeyi olmayan alt tabakadakilerin dünyevi zevkine sunulur. Tıpta en yoğun kaynak aktarılan alanlardan biri, Alzheimer ve Parkinson gibi yaşlılık hastalıklarının bir gün kökünü kazıyacağı umut edilen araştırmalardır. “Yaşam Uzatma Vakfı”nın bültenlerinde, web sayfasında her yeni çıkan ilaç, umut veren yeni araştırma, hangi klinikte hangi yeni tedavi yöntemi keşfedilmiş, dakikasında duyurulur.

Mutluluğun farmakolojisi

Tıp, biyoteknoloji, biyokimya gibi alanlarda yaşanan akılalmaz gelişmeler sayesinde umutlanmakta haklılar. İnsanoğlu son yüzyılda onca ölümcül hastalığın üstesinden gelebiliyorsa, neden adım adım ölümsüzlüğe –malum, pek eski bir düştür- yaklaşılmasın ki? Kalp ameliyatları örneğin artık bazı seçkin hastanelerde bir radyo cihazının devreleriyle oynarcasına, adeta fiziksel “tamirat” gibi gerçekleşiyor. Son birkaç yıldır yapay -ancak canlı- organların laboratuvarlarda ve hayvanlar üzerinde “yetiştirilmesi” konusunda elde edilen başarılar, insan için “yedek parça” döneminin başladığını müjdeliyor. Hele genetik devrim, kalıtsal hastalıkları “dölyatağı tedavisi” ile daha doğmadan “düzeltmekle” kalmıyor, vücudumuzun bazı sınırlarını da ortadan kaldırmayı vaat ediyor.

Amerika’da ürkütücü boyuta varan, standart “teknik” çözümlere karşı olan aşırı iyimserliği kavramak için, psikotropik ilaçların kullanım yaygınlığına bakmak yeterli. Avrupalı psikiyatr hastasının sorununun köküne inmeye çabalarken, Amerikalısı alabildiğine pragmatik. Fazla düşünmeden, günlük her derde deva, “mutluluk hapı” Prozac’ı ya da Deprenyl ’i, yaramaz çocuklara Ritalin’i yazıyor reçeteye. Beynin yaşlanmasını sözümona yavaşlatan ilaçlar yanı sıra, insanın kişiliğini doğrudan etkileyen nörokimyasal ilaçların en çok tüketen toplum Amerikalılar. Moleküler biyoloji sağolsun, utangaçlığın ya da kıskançlığın bile üstesinden getiren, yaratıcılığı kamçılayan, kadınlarda alışveriş tutkusuna ket vuran, zaman zaman ölümlere neden olsa da kolayca zayıflatan ilaçlarla birlikte, yapılan bir bakıma “başarılı” ve “daha mutlu” insanların tasarımı. Sözü edilen haplar, dergi kapaklarını süsleyen büyük ilaç şirketlerinin “mucizeleri.”

“Life style drugs,” yani “yaşam tasarımı” ilaçları adı verilen bu kategoriye uzun süre gençleştirici etki atfedilen DHEA hormonu ve dünya çapında kutsanan mavi iktidarsızlık hapı Viagra da giriyor; hayattan zevk alamayacaksan, daha uzun yaşamak neye yarar?

Transhümanizma ve postbiyolojik insan

Hemen hatırlatalım; insan ömrünün üst sınırı maalesef 120 yıl dolaylarında. Ancak teknolojik gelişimin bu baş döndürücü ivmesi, bu “kutsal” sınırın “ötesine geçme” arzusunu alabildiğine kamçılıyor. Entelektüel çevrelerde birkaç yıldır, bilim kurgu ütopyalarını dahi gölgede bırakacak yeni bir düşünsel akım yeşeriyor: Transhümanizma .

Ekstropiyenler genelde pek "çevreci" değiller, zira beden olmayınca fiziksel dünyaya da gerek kalmıyor...

Onlara göre biyolojik dogmaların ortadan kalktığı, insan ve makine, teknoloji ve doğa, ruh ve madde arasındaki sınırın giderek flulaştığı hipermodernite çağı çoktan belirmeye başlamış. Çünkü, “tarihte ilk kez, insanoğlunun kendi evrimini kendi eline aldığına ve böylece insanı temelinden değiştirebileceğine” inanıyorlar. “Köhnemiş dünya görüşleri” gözlerinde hızla değerinden yitirirken, “biyolojik kaderinin nihayet efendisi konumuna yükselen insanoğlunun” böylece kendini yeniden yaratacağını savunuyorlar.

Tanrının da ötesinde, varlıklarının biyolojisine isyan eden transhümanistlerin hedefi, “postbiyolojik insan.”

Bu amaca ulaşmak için “eskiye ait” her türlü ahlâki kaygıyı silme peşindeler.  Spesifik organ hücrelerinin yetiştirilmesine olanak tanıyan kök hücrelerinin ceninlerden alınması ve gerekli insan ceninlerinin klonlanabileceği tartışmasında Avrupalıları, etik kaygıları yüzünden “biyolojik gericilik” ile suçluyorlar. Ölümü aşmak için “her yöntem mübah” ne de olsa…

Transhümanistler arasında en yoğun ilgiye nail olan, Max More adındaki filozof. Çevresinde kümelenen “ölüm karşıtları” kendilerini ekstropiyenler olarak nitelendiriyor. Oxford’ta felsefe doktorasını yapmış Britanya asıllı More (asıl adı O’Conner), Kaliforniya’ya yerleşerek 1988'de çıkardığı aynı adlı dergiyle "Extropy" felsefesini kurmuş, ardından 1993’te enstitüye dönüştürmüş .

Romantik filozof Nietzsche ’nin "Size üstinsanı öğretiyorum. İnsanoğlunun aşılması gerek. Onu aşmak için ne yaptınız" yönündeki sözlerinden cesaretlenerek, Max More da, "Biyolojik insanın dönemi tamamlandı. Kendimizi yok ettiğimizden değil, insanlığımızı aştığımızdan. İnsana özgü sınırları kaldırarak, posthümanist döneme adım atarken, insanötesi kişilere dönüşüyoruz" diye buyuruyor.

“Pandora’nın kutusunu açalım”

Ekstropiyanizm, kendi deklarasyonlarına göre “transhümanist bir felsefe… Hümanistler gibi transhümanistler de nedensellik, ilerleme ve dışsal dini bir otoriteden ziyade bireyi olumlayan değerlerde merkezleniyor. Transhümanistler, bilim ve teknolojiyle eleştirel ve yaratıcı düşünceyi birleştirerek, insanın sınırlarını genişletmeyi, hümanizmayı daha ileri bir noktaya taşımayı amaçlıyor. Yaşlanmanın ve ölümün kaçınılmazlığına meydan okuyor, entelektüel yetilerimizi, fiziksel kapasitemizi ve duygusal gelişimimizi sürekli ilerletmeyi hedefliyoruz. İnsanoğlunu zekânın evriminde bir geçiş dönemi olarak görüyoruz. İnsanın trans- ya da postinsana doğru geçişin bilim sayesinde hızlandırılmasını savunuyoruz. Fizikçi Freeman Dyson ’ın dediği gibi: ‘İnsanoğlu bana son söz gibi değil, muhteşem bir başlangıç gibi geliyor.”

Ekstropiyen Max More

Kavramın kendisi, er ya da geç tüm kapalı sistemlerde kaçınılmaz olan ısı ölümüne, yani enerji farklılıklarının bitimini tesbit eden termodinamiğin ikinci kanununa dayanıyor. Bu sürece “entropi” deniyor. Vurgu burada “kapalı sistem”de. Oysa Max More’a göre Dünya, Güneş sistemi, galaksimiz ve hatta Kainat “açık sistemler.” Dolayısıyla termodinamiğin ikinci kanunu onlar için geçerli olmak zorunda değil. İnsan ömrü entropik biçimde sayılı günlerin sonunda tükenmek yerine, kavramın karşıt anlamlısı olan ekstropi’ye, enerjisi genişleyen bir sürece dönüşebilir. “Arabalarımızın bozulmasına, bilgisayarların çökmesine, etimizin çürümesine neden olan,  insan umudunun ana düşmanı entropi!” diyor More.
Ve bu küçük sorunun aşılacağından kesinlikle emin: “Simyacıların üç düşünden ikisini gerçekleştirdik. Elementleri değiştirmeyi başardık ve uçmayı öğrendik. Sırada ölümsüzlük var… Kimse bizi, Pandora’nın Kutusu’nu açtık diye cezalandırmayacaktır.”

Ekstropiyanizm, günlük yaşamda mutlak bir yer edinmiş teknolojik gelişimin tüm sorunlara, hastalıklara ve ölüme deva olacağı inancının felsefî dayanağını oluşturma iddiasında. Üyelerinin çoğu, Kaliforniya gibi “ölümü yalanlayanların ve teknofetişistlerin başkentlerinden." Hatırı sayılır kısmı da biliminsanı. Amerikalı kültür antropologu Lovejoy gibi, “İnsana özgü her aptallık, söz konusu alanda ustalaşan birini bulur” deyip bu yeni akımı “deli saçması” olarak görmezlikten gelmek kolay değil; zira aralarında efsaneleşmiş birtakım isimler bulunuyor. Bunlar yapay zekânın babası Marvin Minsky, nanoteknoloji dalının kurucusu Eric Drexler, “fuzzy logic”le şöhrete kavuşan Bart Kosko ve ünlü robotbilimci Hans Moravec .

Bu isimlerin öncülük ettiği alanlar, ekstropiyenlerin gelecekteki beklentilerine de ışık tutuyor. Nanoteknoloji örneğin, pek bilinmese de, son yıllarda epey mesafe kateden bir bilimdalı. Özetle, molekül küçüklüğünde –bir kan damlasına milyonlarcası sığıyor- mekanik robotlar üzerinde yoğunlaşıyor. Drexler’in “Engines of Creation” (Yaratının Motorları) adlı kitabında da bahsettiği gibi, öncelikli umut, bir gün kanımıza enjekte edilecek bu makinelerin hücreleri yerinde tamir etmesi ya da kanser tümörlerini minik maden işçileri misali parçalamaları.

Makine-insan

Tabii biyolojik varlığımız buna rağmen, şimdiki haliyle 200 yıl, 500 yıl hatta daha uzun bir süre dayanamayacağından, geçiş döneminde yarı insan yarı makineye, yani siburglara dönüşmemiz gerekiyor ekstropi felsefesine göre. Carnegie Mellon Üniversitesi'nin Mobil Robotlar Laboratuarı Direktörü Hans Moravec bunun temelinin çoktan atıldığına dikkat çekiyor: “Gerek biyolojik, gerek robotik teknoloji insanın olanaklarını artırmak için kullanılabilir. Bedensel sınırlarımızı genişleten hormonal ve genetik yöntemler, kalp ritim pili, yapay kalp, yapay uzuvlar, işitme ya da gece görüş cihazları gelecekteki imkânların yalnızca cılız birer örneği. Bir kişiyi, vücudunun her parçasını ve beynini daha üstün yapay karşılığıyla değiştirerek hayatta tutmak muhtemelen mümkün olacak.”

Başka bir deyişle; sağlık sorunlarını ve sakatlıkları tedavi etmek amacıyla zaten yapay organlar kullanıyoruz, ve “gereklilik” çerçevesinde zaten kısmî siburglara dönüşmeye başlamışız. Hatta protez organların oranı her geçen gün artmakta. “O halde tedavi amacının da ötesinde, aynı teknolojiler daha da geliştirilerek sağlıklı insanlara, bedensel sınırlarını aşmaları için neden uygulanmasın?”

İnsan makine birleşimi yaratıkların sıradanlaştığı bir dünya size yeterince kâbus geliyorsa, hemen uyaralım, dahası var. Çünkü ekstropiyenler, Pepsi’nin arsız “Daha fazlasını iste” sloganı misali, aşılmadık sınır kalsın istemiyorlar. İnsanötesi zekâ, bilgi, deneyim, genişleme, sonsuzluk peşindeler. Beyinlerinin kapasitesinin dijital araçlarla birleşerek katlanacağını savunuyorlar. Onların Nirvana’sı, ya da bir nevi cennet tasavvuru, “tekillik” dedikleri, kapasite olarak “mutlak bilince” nüfuz edildiği durum.

İnsanoğlu “ekstropiyen cennetine” mevcut gariban beyniyle ulaşamayacağına göre, devreye yapay nöronal ağlar ve düşünebilen yapay beyinler üzerindeki araştırmalarıyla Marvin Minsky ve meslektaşları giriyor. Bunlara bu cemaatte neredeyse birer aziz gözüyle bakılıyor. Çıkış noktaları basit olduğu kadar, radikal materyalist özüyle de dikkat çekiyor. Nanobilimci Ralph Merkle şöyle özetliyor:

Alcor'da 'müşteri' hizmetleri

 “Beyin maddesel bir nesne. Maddesel objelerin davranışları fizik kanunlarıyla belirlenebiliyor. Fizik kanunları bilgisayarda modellenebiliyor. O halde senin beyninin davranışları da bilgisayarda modellenebilir.”

Ya sonra?

Minsky de temelde insan beyninin "yapay taşıyıcılara” kopyalanabilir özellikte olduğuna inanıyor. Elbette bunun için, en erken 30-40 yıl sonra geliştirilecek olan, saniyede 30 milyon işlem yapabilen, bugünün 10 bin süper bilgisayarı ya da bir milyon PC kapasitesinde makinelere ihtiyaç var. Massachussetts Teknik Üniversitesi’nden (MIT) bilgisayar bilimci Ray Kurzweil ’e göreyse, yapay zekâ ile insan zekâsının birleşerek sentez oluşturduğu yıl, 2099. İşte o noktada, Moravec’in “Mind Children” adlı kitabında vaat ettiği üzere, ekstropiyenlerin umudu, beyinlerini tüm düşünceleriyle birlikte bir yapay beyine “yüklemek” ve ölümcül biyolojik bedenlerini sonsuza dek geride bırakmak…

Şimdilik yapabildikleriyse, vitamin ve hormon kokteylleri yanı sıra spor yaparak, “bedensel çürümeye” alabildiğine direnmek. Azrail’in gazâbından, "ecel gününden" sonra bile kaçmakta kararlılar. Hepsi, bedenlerinin Alcor Life Foundation vb. yerlerde saklanmasını vasiyet etmiş (Meraklısı için; Cryonics Enstitüsü'nde örneğin ücret 28 bin dolar, rezervasyonunuz yoksa 35 bin). Burada sıvı nitrojen tanklarında 50, 100 ya da 200 yıl sonra, teknoloji “hazır” olduğunda bu dünyada yeniden dirilmeyi bekleyecekler.

Bana sorarsanız; Max More’un en büyük hatası, o hayalini kurduğu insanötesi varlıkların “sonsuz düşünsel potansiyeli” yakaladıklarında çeşitliliğin ve amacın tükendiği, asıl o zaman “ölündüğünün” görmezlikten gelmesi. Bilirsiniz seyahâtte amaç “ulaşmak” değil, yolun kendisidir.

Peki, yaşam ile zekânın asla durmaması gerektiğini savunan ekstropi hareketi acaba “ölümsüzlükten” sonrası için ne diyor? Gundolf S. Freyermuth’un Cyberland adlı kitabında Max More’la yaptığı bir söyleşi var. “Ekstropiyenlerden sonra ne gelecek?” diye soruyor. More’un anlamayan gözlerle baktığını görünce açıklıyor:“Hegel’den sonra Marx gelmişti. Ardından Nietzsche…”

Yanıt: “Aa, anlıyorum. Ama bu başka birşeydi. Onların hepsi ölmedi mi?”

 

Konuyla ilgili detaylı birçok makale ve bilgiye ulaşabileceğiniz linklerden bazıları 

Extropy Institute

Anders Transhuman Page (Transhümanist kaynaklar, tüm kavramlar)

Kurzweil AI Net

Engines of Creation / E. Drexler

Hans Moravec

Hans Moravec (Superhumanism, Wired interview)

Bart Kosko

Marvin Minsky

Ralph Merckle

Transhumanist Organisations (WTA)

Life Extension Foundation

Alcor Life Foundation

Singularity Institute

Foresight Institute (nanotechnology)

What is nanotechnology

Dehydroepiandrosterone (DHEA)

DHEA - More hype than substance

(Not: Bu yazının kısaltılmış hali "Gezgin" dergisinde yer almıştır.)