Obama'nın Kötü Etkisi

-
Aa
+
a
a
a

Naomi Klein'in The Nation için yazdığı 16 Ekim 2009 tarihl, "Obama's Bad Influence" adlı yazının Türkçe çevirisi Yeşil Gazete'den alınmıştır.

 

Obama’nın Nobel Barış Ödülü alması konusunda yapılan yorumlardan en doğrusu Fransa cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’den geldi: “Bu olay, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) yeniden tüm dünyanın kalbini kazanmasının vesikası olmuştur. Son noktayı koymuştur.” Başka bir deyişle, bu Avrupa’nın ABD’ye “Seni yeniden seviyoruz” demesinin yoludur, aynen zorlu bir dönemi atlattıktan sonra çiftliklerin garip “evlilik yemini tekrarlama törenleri” gibi.

Artık, Avrupa ve ABD resmi olarak yeniden birleşti; fakat şunu sormaya değer görüyorum: “Bu gerçekten gerekli miydi?” Obama’ya özellikle uyguladığı çok yönlü siyaset nedeniyle ödülü veren Nobel Komitesi, ABD’nin dünya sahnesindeki amacının barış ve adalet adına savaşmak olduğuna açık bir şekilde ikna olmuştur. Ben ise bundan çok emin değilim. Seçildikten dokuz ay sonra, Obama evrensel bir oyuncu olarak iyi bir geçmiş performansına sahip oldu. Yeniden ve yeniden Amerikalı müzakereciler uluslararası yasa ve protokolleri güçlendirmek yerine zayıflatmayı tercih ettiler; genellikle de diğer güçlü ülkeleri yarışta dibe yönlendirerek.

Öncelikle en önemli konudan başlayalım: İklim değişikliği. Bush zamanında, Kyoto Protokolü’ne sarsılmaz bağlılıklarını ifade eden Avrupalı siyasetçiler, kendilerini ABD’den ayırdılar. Bu yüzden ABD’de karbon salınımı 1990’dakine oranla yüzde 20 artarken, Avrupa Birliği ülkelerinde yüzde 2 azaldı. Yani ABD ve Avrupa Birliği arasındaki bu ayrım gezegen için elle tutulur bir yarar sağladı.

Günümüze geldiğimizde ise iklim değişikliğiyle ilgili görüşmeler Bangkok’ta tamamlandı. Bu Aralık Kopenhag’da Kyoto Anlaşması’nın daha da güçlü hale geleceğine dair tahminler vardı. Fakat bunun yerine ABD, AB ve diğer gelişmiş ülkeler Kyoto’yu saf dışı bırakan yeni bir birleşik blok oluşturdular. Kyoto, salınımın azaltılması konusunda net hedefler koyarken, ABD’nin planına göre bu azaltmayı her ülke kendi belirleyecek ve sonrasında planını uluslararası gözlem birimine gönderecek. Bunun dışında Kyoto sorumluluğu iklim krizine yol açan zengin ülkelere yüklerken, yeni plan bütün ülkeleri eşit sayıyor.

Bunlar gibi zayıf tekliflerin ABD’den gelmesi hiç de şaşırtıcı değil. Aşıl şok edici olan “zengin dünya”nın bir anda bu plan etrafında bir araya gelmesi üstelik bunların içinde daha öncesinde Kyoto’ya övgüler yağdıran ülkeler de var. Ayrıca daha birçok ihanet söz konusu: Gelişmekte olan ülkelerin mevsim değişikliğine adapte olması için 19 milyar $’dan 35 milyar $’a kadar harcama yapacağını belirten Avrupa Birliği, Bangkok’a çok daha düşük bir teklifle geldi, yani ABD’yle aynı oranda bir teklifle: Hiçbir şeyle… Oxfam’dan Antonio Hill müzakereleri şu sözlerle özetliyor: “Başlangıç fişeği ateşlendiğinde, burası zengin ülkelerin uluslararası çerçevede vaatlerini giderek azalttıkları dibe doğru bir yarış haline geldi”.

Çok zor kazanılan uluslararası hakların yere çalınması ya da ilk başta çok övülen anlaşmaların, görüşmelerin sonunda ters düz edilmesi ilk kez yaşanan bir olay değil. ABD Nisan’da Cenevre’de ırkçılığa karşı yapılan Birleşmiş Milletler konferansında da benzer bir rol oynamıştı. Anlaşma metninden her türlü çıkarılmış bölümü alıntıladıktan sonra-İsrail ya da Filistinlilere değinmeden ya da kölelikten bahsetmeden- Obama yönetimi metnin 2001 Durban Güney Afrika’da kullanılanın “yeniden sunulmuş” hali olmasını sebep göstererek boykot kararı aldı.

Bu eften püften bir gerekçeydi fakat bir mantığı vardı. Çünkü ABD 2001’deki metni imzalamamıştı. Mantıksız olan ise zengin ülkeler arasındaki taklit dalgasıydı. ABD’nin kararından sonraki 48 saat içinde İtalya, Almanya, Hollanda, Yeni Zelanda ve Polonya geri çekildi. Fakat Abd’nin aksine 2001’deki bu belgenin altında bütün bu ülkelerin imzası vardı. Bu sebeple yeni belgenin eskisinin tekrarlanmış hali olmasına karşı çıkmalarında gösterecekleri hiçbir sebep yoktu. İklim değişikliği görüşmelerinde olduğu gibi kusursuz şöhretiyle Obama’yı takip etmek, uluslararası sorumluluklardan kurtulup aynı zamanda ilerici görünmenin kolay bir yoluydu, bu ABD’nin Bush zamanında sağlayamadığı bir hizmetti.

ABD aynı zarar verici etkiyi yeni üyesi olduğu BM İnsan Hakları Komisyonu’nda da gösterdi. Bu komisyonun verdiği ilk büyük sınav savcı Richard Goldstone’un İsrail’in Gazze saldırılarıyla ilgili hazırladığı cesur rapordu. Bu rapora göre savaşta hem İsrail Ordusu hem de Hamas suçluydu. Bu raporun doğruluğunu, uluslararası hukukta kanıtlamak yerine, ABD kendi nüfuzunu kullanarak bu raporun “tamamen kusurlu” diyerek karaladı ve Filistin Özerk Yönetimi’nin güçlü kanadını desteklediği fikrin içine çekti. ( ABD’nin baskısının altında kalmakla suçlanıp öfkeli bir tepkiyle yüz yüze kalan Filistin Özerk Yönetimi, yeni bir öneri ortaya koyabilir.)

Ve Obama’nın çok yönlü profilinin doruğa ulaştığı G–20 zirveleri var. Nisan’da Londra’da gerçekleştirilen zirve bir anlığına vergi kaçakçılığı ya da uluslararası borsaların kontrol altına alınması konusunda ortak bir adım atılabileceği izlenimi verdi. Sarkozy bile bu zirveden önemli ve düzenleyici kararlar çıkmaması halinde zirveden dışarı yürüyeceğine söz verdi. Fakat Obama yönetimi çok yönlü politikalarında samimi değildi ve her ülkenin kendi planını ortaya atmasını savundu ve herkes için en iyisini diledi aynen mevsim değişimi planın da olduğu gibi. Sarkozy ise Obama’yla fotoğraf çektirmek için gittiği bölümlerden başka bir yere yürümedi.

Elbette Obama dünya sahnesinde iyi işler de yaptı- BM Kadın Komitesini desteklemek gibi… Fakat çok net bir model ortaya çıktı: Diğer zengin ülkelerin ilkeli bir hareket ya da ihmalkârlık (kayıtsızlık) arasında gidip geldiği zamanlarda ABD’nin müdahaleleri onları hep ihmalkârlığa yöneltiyor. Bu çok yönlülük için yeni bir çağ ise, ödüle hiç de layık değil.