Marmara Depremi'nin Altıncı Yılında

-
Aa
+
a
a
a

Açık Radyo Deprem İletişim Merkezi’nden:

 

17 Ağustos sarsıntısını asla unutma. Çatlakları asla sıvama, sıvatma.

 

Olumsuzlukları değil, dayanışmayı ön plana çıkaralım.

 

Altın Kural: Trafiği serbest bırakmak, asla sollama yapmamak, deniz ulaşımını ve toplu taşıt araçlarını tercih etmek.

 

Altın Kural: Her şeyin tüketimini mümkün olduğunca azaltmak.

 

Altın Kural: Bölgelerini terk edenleri, terk etmek zorunda kalanları bir süre misafir etmek.

 

*****

 

 

Ömer Madra:  Açık Radyo’da Açık Gazete programında Gürhan Ertür’le beraberiz. 1999’daki büyük depremin ardından yaptığımız yayınlardan bir iki küçük hatırlatma yaptık ve galiba hatırladık. Hoşgeldin Gürhan.

 

Gürhan Ertür: Hoş bulduk. Günaydın.

 

ÖM: Bugün, 6 yıldan sonra bakıyoruz, -sabaha karşı 3 sularında, 03.04’te Marmara Depremi olmuştu- biz bu 6 yılı nasıl geçirdik? Gazetelerde ve televizyonlarda gördüğümüz haberler pek iç açıcı görünmüyor. Çok sayıda mürekkep akıtıldı, çok sayıda elektronik bilgi uçuştu havalarda; ama hazırlıklılık konusunda yeterli bir uyanışa geçemediğimiz gibi bir izlenim var bende. Ne diyorsun, bu konuyu yakından, ısrarla takip eden biri olarak?

 

GE: Evet. 17 Ağustos 1999 depreminin hemen arkasından en önemli soru, ne yapılması gerektiği idi. Yani deprem hasarlarının bir nebze önlenmesinin arkasından, nelerin yapılmasının gerektiğine ilişkin çalışmaların başlatılması en önemli konuydu. Bir teknik çalışma yürütmek gerekiyordu, bir bilimsel çalışma yürütmek gerekiyordu. Çünkü 1999 yılında gerçekleşen 17 Ağustos ve  12 Kasım depremleri ile birlikte Türkiye’nin %92’sinin deprem kuşağında olduğu tespiti bir kez daha önümüze geldi. Aslında biraz geriye gidersek, Türkiye’deki depremle ilgili, zararın azaltılmasına ilişkin, fay hatlarının tespitine ilişkin çalışmalar 1940’lı yıllarda başlıyor ve çok değerli bilimsel çalışmalar ortaya konuyor. Erzincan Depremi ve ondan sonra gerçekleşen ve büyük ölümlerle sonuçlanan pek çok deprem var. Tabii ki 17 Ağustos’taki Körfez Depremi’nde kaybetmiş olduğumuz vatandaşlarımızın sayısının yüksekliği, yıkılan binaların sayısının fazlalığı ve aynı zamanda gerçekleşen ekonomik kayıplar, birdenbire Türkiye toplumunun önüne bu işin ne kadar devasa bir konu olduğunu, ne kadar büyük bir risk olduğunu ortaya koydu.

 

Şöyle bir kısa özet yapmak gerekirse; o günden bu güne kadar, 1999 ve 2000 yıllarında İstanbul’un mikrobölgeleme çalışması yapıldı. Şu anda biz, 2000 yılından itibaren İstanbul’un her bölgesinin, her semtinin yer özelliklerini bilir durumdayız. Bu parsel bazında bir bilgi değil, ama bazı semtlerde, ilçelerde parsel bazına kadar giden (örneğin Zeytinburnu) çalışmalar yapıldı. Yani zeminimizi, toprağımızı bilir hale geldik. İkincisi; İstanbul’un bir depremle karşı karşıya kalması sonucunda nelerin olacağına ilişkin oldukça kuvvetli bir deprem senaryosu hazırlandı. Prof. Dr. Mustafa Erdik başkanlığındaki bir ekip tarafından bu çalışma yürütüldü. Oradaki rakamlar gerçekleşecek can kaybı sayısı, yıkılacak bina sayısına göre  iyimserdir. Çünkü yapılan başka çalışmalar da bu rakamların büyüyebileceğini gösteriyor. Tabii ki, depremin büyüklüğü ile doğru orantılı bu sayılar. Nisan 2002’de “Ulusal Deprem Konseyi Deprem Zararlarını Azaltma Ulusal Stratejisi” başlıklı, 142 sayfadan oluşan, ana hatları itibariyle nelerin nasıl yapılması gerektiğine ışık tutan son derece önemli bir belge ortaya çıktı. Ulusal Deprem Konseyi de, hemen 99 depremlerinin arkasından Başbakanlık tarafından kurulan, içinde de çok saygın ve konuyu çok iyi bilen bilim insanlarının bir araya geldiği bir konsey idi. Bu 142 sayfalık kitapçık rapor, kısa bir süre içinde rafa kalktı. Yani, onun arkasından herhangi bir şey  gelmedi.

 

ÖM: Ben de onu soracaktım. Şu noktaya kadar senin söylediğin her şey, aslında durumun objektif tespitinin yapıldığını, yapılmaya doğru gidildiğini, ipuçlarının konduğunu, raporlar yayımlandığını ve bu konuda çalışmalar yapıldığını gösteriyor. Nihayet pozitif  bir sonuç ortaya çıkıyor diyebileceğimiz gelişmeler oluyor. Uzun bir dönemin ardından zihinlerde uyanış olduğunu ortaya koyuyordu bunlar. Bunu sizin Açık Radyo’da yayınlanan Altın Saatler programında çok sayıda bilim insanıyla, depremzede derneklerinin temsilcileriyle, sıradan vatandaşla yaptığın görüşmelerden de anlayabiliyorduk. Fakat rafa kalktı dediğin gibi, iş aslında başka bir noktaya geliyor.

 

GE: Ulusal Deprem Konseyi Deprem Zararlarını Azaltma Ulusal Stratejisi’nin hemen arkasından Ağustos 2003’te ise İstanbul için Deprem Master Planı hazırlandı. Bu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin dört büyük üniversiteye, Boğaziçi Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’ne vermiş olduğu bir görevdi. Bir master plan çıktı. 1350 sayfa master plan. Binaların nasıl ele alınması gerektiği, binaların nasıl güçlendirilmesi gerektiği, yeni binaların nasıl yapılması gerektiğine ilişkin, çok detaylı modelleri de içeren bir plan. 

 

ÖM: Yani, mikrozonlama da yapıldı; çok küçük ölçekli haritalar ve durum tespiti. Üstüne üstlük, bu haritanın üzerinde de ne yapılması gerektiğini ortaya koyan planlar bulunuyordu.

 

GE: Evet, bununla da kalmadı, bir de deprem şurası düzenledi, Eylül 2004’te. Belki Ankara’nın ilk kez devreye girişi ve konuya yaklaşması diye nitelendirilebilecek bir deprem şurası düzenlendi. Buraya da binlerce sayfalık raporlar aktı. Bunların da hepsi toparlandı. Yani, ne yapılması, bilimsel olarak nasıl yaklaşılması, nasıl bir model uygulanması, çözümlerin neler olması gerektiğine ilişkin bütün bilgiler bir araya toplandı. Ve bunlar, bilim insanlarının aylarca süren ortak çalışmalarının sonucunda ortaya çıktı. Bugün tabloya bir bakarsak; tehlikenin büyüklüğünde herkes mutabık. Artık sokaktaki insana bile sorduğun zaman, çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu ifade ediyor. Her ne kadar zaman içinde unutsak da, tehlikenin büyüklüğü konusunda mutabakat var. İkincisi, herhangi bir deprem sonrasında can kayıplarının ve ekonomik kayıpların çok büyük olacağı konusunda mutabakat var.

 

ÖM: Bize bir şey olmaz esprisi kalktı artık.

 

GE: Evet. Gecikildiğinde herkes mutabık. Yani bunu her sene  konuşuyoruz. Birinci yılda da konuştuk, dördüncü yılda da konuştuk. Riskin azaltılması, önlenmesi gerektiğinde; yani, bu işin sadece deprem sonrasında devreye girecek mekanizmaların hazırlanmasıyla sınırlı bir iş olmadığı konusunda herkes mutabık. Çözümlerin de birlikte olacağı biliniyor. Çoğumuz da tehlikeyi yol açacağı sonuçlar itibariyle bir savaş sonrası duruma benzetiyoruz.

 

ÖM: Peki, un var, şeker var, yağ var ve neden helva yapılmıyor?

 

GE: Her şey var. Neden yapılmadığı konusuna girmeden evvel İstanbul özeline dönelim. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çok değerli çalışmaları oldu. Hepinizin dikkatini çekmiştir, İstanbul’da bazı köprü ve viyadükler Karayolları Genel Müdürlüğü ile birlikte toparlandı, güçlendirildi. Ama tamamı değil. Zeytinburnu’nda bir pilot proje yürütüldü; İstanbul Deprem Master Planı’nın hemen arkasından. Zeytinburnu’nda on yedi bin tane bina var. Bunun beş bine yakınının hemen terk edilmesi ve yıkılması gerektiği tespit edildi. Zeytinburnu’nun bir Deprem Risk Haritası var. Haritada kırmızıdan başka bir şey göremiyorsunuz. Bakırköy’de Dünya Bankası’nın desteği ile çok doğru bir proje uygulandı. Bu, güçlendirme modellerinin nasıl olması gerektiği ile ilgiliydi. Bu proje hâlâ yürüyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Afet Koordinasyon Merkezi’ni kurdu ve her Çarşamba günü İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden ve çeşitli üniversitelerden insanlar bir araya geliyorlar, her konunun üstünden geçiyorlar. Yani, bunlar düzenli olarak yapılıyor. Fakat şu an itibariyle baktığımızda, geçen altı yıl boyunca deprem riskinin azaltılmasına ilişkin, neler yapıldığına ilişkin sorunun yanıtı, olumlu bir yanıt olamıyor.

 

ÖM: Neden? Çok uzun süre birlikte yaşadığımız bu korkunç diyebileceğim ama zorlu deneyden sonra spekülatif ortam da ortadan kalktı. Bu çok yaygın olan spekülasyonlar, sıcakların artmasından başlayıp, depremin büyüklüğü, seviyesi gibi konular üzerine yıldız falı bakar gibi fikir yürüten insanların ortaya attığı, maalesef bazı bilim insanlarının da katkıda bulunduğu şeylerdi.

 

GE: Fayın nereden geçtiğini tartışmıyoruz artık.

 

ÖM: Bugünkü gazetelere, radyo ve televizyon yayınlarına da baktığımız zaman karnenin genellikle kırıklarla dolu olduğu görüyoruz. Mesela bugünkü Milliyet gazetesinde manşetten verilen, fotoğraflarla bezenmiş haberinde de en hafif tabiriyle büyük bir aymazlık ortaya çıkmış oldu. İki katın üstünde bina yapılmaması kesin bir kural olarak konmuş olmasına rağmen, hem de depremin merkezi olduğu tespit edilen yerde, gene bu büyük yapıların yükselmiş olduğunu gördük.

 

AH: Gölcük’te sekiz katlı bina…

 

GE: Ve 17 Ağustos 1999’dan sonra yapılmış.

 

AH: Belediye, bunların izinleri daha önceden verilmişti, biz de bu konuda bir şey yapamayız diyor. Bu sebeple ruhsatı olduğuna göre, bu binalar yapılabilir.

 

GE: Şimdi, benim gördüğüm kadarıyla, önceliklerini belirleme ve önceliklere uygun bir yol izleme konusunda geri bir toplumuz. Çünkü tehlikenin büyüklüğü konusunda, sadece kamu yönetimi, yerel yönetim, bilim insanlarıyla sınırlı olmayan, toplumca bu kadar geniş mutabakatın olduğu bir ülkede ne yaparsınız; hele de böyle savaş benzetmeleri, savaş sonrası benzetmeleri varsa, konuyu gündeminizin birinci maddesine getirirsiniz. Bakın, şu anda İstanbul’da büyük risk altında olan hastanelerin güçlendirilmesi yapılmadı. Cerrahpaşa Hastanesi’nin binalarının güçlendirilmesi maliyetinin, bu hastanenin yeniden yapılma maliyetinden yüksek olduğu tespit edildi ve bu hastanenin mekânının değiştirilmesi gerektiği belirlendi. Böyle bir durumda ne yaparsınız? Herhalde hemen yeni hastanenizi yapmaya başlarsınız, değil mi?

 

ÖM: Bitmiş bile olabilirdi.

 

GE: Hiçbirimizin dikkatini fazla çekmemiştir; Baltalimanı ile TEM arasında bir yol vardır. Gecekonduların arasından geçen, Armutlu dediğimiz bölgeden geçen bir yol vardı. İki tane arabanın zar zor yan yana geçtiği bu bölgede, bir gün alt giriş ve üst Tem giriş noktalarını kapattılar ve iki yüz seksen küsur tane bina yıktılar. İstanbul’da ve Türkiye’de hiç kimsenin ruhu bile duymadı. Semtin bazı başka özellikleri var geçmişten gelen. İstanbul’da çok az semtte, önünde panzerlerin beklediği çevik kuvvet karakolu vardır. Bu semt hâlâ böyle bir semt. Semtin tepesine çıktığınız zaman bu karakolu görürsünüz. Burada en ufak bir problem çıkmadan, ev sahiplerinin, orada kalan barınan, ikamet eden insanların da rızasıyla iki yüz seksen küsur tane ev yıkıldı. Ve şu anda çift taraflı bir yol inşaatı gerçekleştiriliyor. Bu deprem önceliğinin gereği olarak yapılan bir iş değil. Sadece Baltalimanı’ndan araçlar çok daha rahat bir biçimde TEM’e çıksın diye yapılıyor. Bunun bütçesini bilmiyorum. Fakat, eğer bir kentte, bir ülkede bir öncelik var ise, bunları bir tarafa bırakırsınız; ilk önce hastanelerinizi, okullarınızı güçlendirirsiniz. Okulların büyük bir kısmıyla ilgili çalışmalar yapıldı, raporlar çıktı. Hatta iki ayrı rapor çıktı. Büyük sayıda okulun süratli bir şekilde güçlendirilmesi veya yıkılıp, yerine yenisinin yapıllması gerektiği belirlendi. Fakat bu çalışmalar yürütülmedi.

 

ÖM: Evet, şimdi burada çok paradoksal, çelişkili bir durumla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir ve göz göre göre de yapılması, artık en göz önünde olan Gölcük’te bile yapılması imkansız diye düşünülebilecek bir şey oluyor. İmkansız gerçekleştiriliyor ve sekiz katlı binalar yükseliyor.

 

GE: Başka bir şey söyleyeyim. Bugünlerde dikkatinizi çekiyordur; Toplu Konut İdaresi’nin İstanbul’da ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde gerçekleştirmiş olduğu projelerin –ki bu projeler çok katlı konutlardır- satışına ilişkin ilanlar görüyoruz. İlanlar çıkıyor. Bu Türkiye’de geçmişte de böyle idi. Biliyorsunuz, Toplu Konut İdaresi oldukça eli yüzü düzgün konutlar gerçekleştirdi. Fakat bunlar, bu önceliğin karşılığı olarak yapılan şeyler değil.   

 

ÖM: Ve ayrı bir plan yürüyor.

 

GE: Ayrı bir plan yürüyor. Bir sürü paralar harcanıyor falan. Ama mesela Zeytinburnu’nun başka bir bölgeye taşınmasının şart olduğu bir noktada, biz bugün gazetelerde Zeytinburnu’nda yaşayan insanların bir kısmının feryatlarını okuyoruz. Bizim evimizi elimizden alacaklar, yerine otel yapacaklar diye. Şimdi böyle bir karmaşa yaşatmazsınız, eğer önceliğiniz deprem risklerinin azaltılması ise. 

 

ÖM: Evet, en büyük hasar ve tahribatın görüldüğü Avcılar gibi bir bölgede de yeni inşaat haberleri geliyor.

 

GE: İstanbul’da yapılmış olan, gerçekleştirilmiş olan projelere, para harcanan projelere baktığınız zaman, -bir önceki belediye başkanının beş yüz küsur projesini hatırlayacaksınız- bu projelerden üç tanesi dahi deprem riskinin azaltılmasına ilişkin projeler değildir. İstanbul’a olan insan akınını durdurmamız gerekirken, göçü önlememiz gerekirken, İstanbul’da şu anda yaşayan insanları güvence altına almanın da bir parçası, bir politikası olarak bunu gerçekleştirmemiz gerekirken; gelen insanların ihtiyaçlarını karşılayıcı projeler yapıyoruz. Yollar açıyoruz. Mesela yollara harcanan bir yıl içindeki paranın toplamını aldığınız takdirde, bunun ne kadarlık bir deprem riski önleme projesinin kaynağı olabileceğini tespit etmek mümkündür.

 

ÖM: Evet, çok tuhaf bir durum var. Mesela dün kısaca değindiğimiz bir haber vardı, bu meşhur, çok reklamı yapılan Formula 1 yarışları ile ilgili. Açıklama yaparken başbakan da, sözlerimizi tuttuk, şu kadar sayıda yol, şu kadar sayıda asfalt falan yaptık diye söyledi. Ama bir tek –şimdi senin de uyarın üzerine düşünüyorum-  deprem önceliği konusuna değindiğini hatırlamıyorum.

 

AH: Paranın hesabı olamaz dedi, bu konuda, Formula 1 ile ilgili. Bu da herhalde bağlantılı sayılabilir. Yani hesabı olmaması gereken başka bir konu olduğunu düşünüyorum, bu konunun da.

 

 

GE: Hukukun çok önemli bir engel olduğu düşünülüyordu. Fakat zaman içinde gördük ki, hukuk, mevcut yasalarımızın aksine, bu konuda alınabilecek kararları destekleyici özellikler taşıyor. Ve bunun  da ötesinde, Yargıtay’ın son derece önemli bir kararı var. Biliyorsunuz, Kat Mülkiyeti Kanunu gereğince birden fazla konutun olduğu,apartman türü yapılarda mal sahiplerinin, kat maliklerinin herhangi bir risk önlemeye ilişkin alacakları kararı engelleyici bazı maddeler olduğu söyleniyordu. Fakat Yargıtay son derece önemli bir karar verdi. İlgili yerel mahkemenin aksi kararına rağmen, o kararı bozdu ve insan hayatının korunması, can güvenliğinin korunması gerekçesine dayandırarak; daha kat mülkiyeti tesis olmamış binalarda dahi, eğer bir risk tespiti varsa, bir resmi rapor varsa, çok süratli bir şekilde güçlendirmenin, veya yıkıp, yeniden yapmanın mümkün olduğunu kayıt altına aldı. Yani, hukuk da önümüzde bir engel değil.

 

ÖM: Evet, bilim de değil. Hukuk da değil. Ama olmuyor.

 

GE: Ankara son derece önemli bir faktör. Çünkü yerel belediyelerin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde olduğu gibi belli bir noktaya kadar imkânları var. Onun ötesinde önleri tıkanıyor. Çok önemli bir soru sordu arada Avi, “bu işin kaynağı ne olabilir?” diye. 17 Ağustos ve 12 Kasım depremleri Türkiye’yi uluslararası bir laboratuar haline çevirdi. Dünyanın hiçbir yerinde, yüksek sayıda ölümle sonuçlanan bir deprem, bu kadar önemli bir inceleme sahası haline getirilmemişti. Bütün dünya buraya aktı.

 

ÖM: Evet, gözlem altına alındı.

 

GE: Japonlar, Avrupalılar, Amerikalılar Türkiye’ye yöneldiler ve birçok uluslararası kuruluş kendi kurallarını değiştirerek  bunu gerçekleştirdi. Örneğin Dünya Bankası, deprem sonrası destek verirken yeniden ayağa kalkma, hasarların önlenmesi projelerine destek ayırırken, çok önemli bir karar değişikliği gerçekleştirdi ve bundan sonra deprem riskinin azaltılmasına ilişkin projeleri desteklemeye karar verdi. 1999 yılından bugüne kadar bazı projelerin gerçekleşmesi, tamamen bizim yüzümüzden, yani Türkiye’nin yüzünden gecikti. Ancak 2005 yılında İstanbul’da imzalanan bazı protokoller sonucunda hayata geçirilebildi. Yani uluslararası ve yerel kaynakları seferber etme imkânının çok yüksek olduğu bir alandır.

 

AH: Deprem vergileri vardı. Ben merakımdan soruyorum, verdiğim için. Depremin ardından birçok şeye vergi konmuştu, depremle ilgili olarak. Bunların da toplandığı bir kasa ve kullanıldığı bir alan da herhalde vardır. Var mıdır?

 

GE: Vardır. Biliyorsunuz, daha 1999 ve 2000 yıllarında, buradan devlet memurlarının maaşının ödenmesi için kaynak aktarıldığına ilişkin haberler kamuoyunda bayağı bir tartışma konusu olmuştu. Bugün itibariyle şunu söyleyebiliriz, Merkez Bankası’nın kayıtlarının bile olabildiğince açık olduğu bir ülkede, hâlâ bu kaynağa ilişkin, bu fona ilişkin şeffaf bir rapor maalesef çıkmadı.

 

ÖM: Ama her şeye rağmen şunu söyleyelim: Master Plan var, mikro zonlama var, bu konuda yapılan üst düzeyde toplantılar var...

 

AH: Gerekli kaynak da var.

 

ÖM: Buna rağmen bir eksiklik olduğu da genel mutabakat halinde. O zaman burada siyasi irade eksikliğinden mi bahsetmemiz gerekiyor?

 

GE: Çok önemli bir unsur. Şura nedir? Devletin bir konuyu ele aldığını göstermesi açısından en önemli unsurdur. Fakat Deprem Şurası raporlarının kamuoyuna yayımlanması dahi gerçekleştirilmedi. Ve ondan sonra Bayındırlık Bakanlığı ve Başbakanlığın ve hükümetin önceliklerinin birinci sırasına yerleşmedi.

 

ÖM: Bu siyasi irade nazariyemiz bir ölçüde geçerli diyebiliriz. Bunun önemli bir parçasını oluşturması gereken muhalefetin, Cumhuriyet Halk Partisi ana muhalefetinin de bu konuda fazla bir zorlama, hassasiyet gösterdiğini de söyleyemeyiz. Belki bunu da bir not düşmek lazım, değil mi?

 

GE: Son derece önemli.

 

ÖM: Altıncı yıldönümünde büyük depremin, bir değerlendirme daha yapmış olduk.

Çok teşekkür ederiz Gürhan Ertür.

 

GE:

Ben teşekkür ederim.

 

17 Ağustos 2005 tarihinde Açık Gazete programında yayınlanmıştır.