Kıyamete 10 Yıl mı Kaldı?!

-
Aa
+
a
a
a

Dünyanın en büyük bilim insanlarından biri sayılan James Lovelock, hayatın kendisine en uygun iklimi gene kendisinin yarattığını söyleyen Tabiat Ana kuramının baş yaratıcılarından biri. Lovelock, 2006 yılı kapanırken yaptığı bir konuşmada, küresel ısınma konusunda uçurumun kenarından az öteye gidildiğini söyledi. Onun kanısına göre, artık insanlar geri döndürülmesi imkaânsız bir noktayı aştılar gibi. Bu gidişle yeryüzünde en fazla 500 milyon insan kalacak, onlar da Kuzey Kutbu civarındaki “vahalarda” barınıyor olacaklar.

Dünyanın en büyük iklim bilimcisi sayılan, NASA (uzay ve havacılık kurumu) uzmanlarından James Hansen, küresel ısınmayı dünyada ilk telaffuz eden ve modelleyen grubun başı. Neyse ki Hansen, Lovelock kadar karamsar değil: 2006 yılına girilirken yaptığı bir konuşmada, derhal çok radikal tedbirler alınmazsa, uçurumun eşiğini en fazla 10 yıl içinde aşmış olacağımızı söylüyor! Yani, atmosfere karbon akışını bu sürede geri çeviremezsek, iklim kontrolden çıkacak. O zaman başka bir gezegenimiz olacak!

Hansen’in bu konuşmasının üstünden 1 yıl geçti. Yani şimdi sadece 9 yılımız kalmış durumda. Eh, bu 1 yıldır da hiçbir şey yapmadığımız ortada. Dolayısıyla bu iki bilim adamının görüşleri arasındaki farkı da tartışmaya lüzum olmayabilir. Zaten, küresel ısınma konusunda dünyada en esaslı yayınları yapan gazeteci Bill McKibben da “En fazla 10 yıl ömrümüz kaldı diyen bir adamı iyimser sayıp bundan ferahlık duymak da bir tuhaf ya, neyse” diye yazıyor.

Neredeyse dört gözle kış uykusuna yatmaları beklenen ayılar sonunda havanın yeterince soğuduğuna kanaat getirerek, nihayet kuzeyden güneye doğru ağır ağır göz kapaklarını kapamaya başladılar. Ancak doğruyu söylemek gerekirse son dönemde uyuyamayanlara dair haberler gittikçe artıyor. Mesela adalarda yaşayanları hiç uyku tutmuyor. Okyansular, denizler her geçen gün daha da hızlı eriyen buzullar yüzünden yükselip adalarını eritiyor. Nereye gideceklerini, ne yapacaklarını bilemediklerinden, bir de ata topraklarını terketmek zorunda kalacakları için canları sıkkın. Dağdakiler de dertliler. Bu kış karla kaplanmış dağlar haber oluyorlar. Ne Alpler’de ne de buz ülkesi Kanada’nın ortasında kar bulabilmek mümkün. Kayak tarihinde ilk kez Ocak’ta hâlâ açılmamış kayak merkezlerinin yarattığı işsizlik bir yandan dert olurken, yazın çekilecek susuzluğun stresi de uyku kaçırıyor. Afrika’da hayvanlarına su içirebilmek için iyice sığlaşmış nehirlerin etrafında çıkan kabile savaşlarında, göçebe çobanların sopa marifetiyle ölmeye/öldürmeye başladıklarını düşünürsek mevzu açıklığa kavuşmuş olur sanırım. İklim değişikliğine dair üzerinde uluslararası uzlaşı olan yegâne belge olan Kyoto Anlaşması’nı imzalamamakta direnen Avusturalya’daysa kuraklık sonucu hiçbirşey yetiştiremeyip intihar eden çifçilerin haberleri yerlerini hükümetin batıdaki çiftlikleri terk etme çağrılarına bıraktı. Bu kıtada da çiftçilere göç yolu görünüyor.

 

Avrupa Birliği ise, iklim değişikliğine dair hazırladığı raporda, önümüzdeki yüzyılın Avrupası’nda “ekosistem hizmetlerinin” aksayacağını bildiriyor. Bu garip terimin ne anlama geldiğini anlamak içinse rapora şöyle bir göz atmak yeterli. “Hizmetler” arasında, yemek ve suyun da sayıldığı söyleyecek olursak sanırım genel bir çerçeve çizebilmiş oluruz. Ancak raporda, yemek ve suyun hemen yanında, “medenî bir yaşamın gerekleri” arasında petrolün de olduğunu düşünecek olursak, insanlık olarak geldiğimiz noktada, “malları” iyi sınıflandıramadığımızı söylemek herhalde yanlış olmayacak gibi görünüyor. Tabii bakış açıları durduğunuz yere göre değişebiliyor. Batmakta olan Carteret/Piul adasının genç reisi Bernard Tubin meseleyi şöyle görüyor: “Ne arabalarımız var bizim, ne fabrikalarımız, ne de uçaklarımız.... Bu sera gazı salımlarının kurbanıyız biz ve tümüyle masumuz. Amerika Ay’a adam gönderiyor, savaşlar çıkarılıyor, savaş başlıklarına ve cephanelere milyonlar harcanıyor. Peki, neden Rusya, Amerika, Japonya, Avustralya bize yardım etmek için hiçbir şey yapamıyor?” Tubin, masumiyetin yukarıdaki tüm örneklere rağmen adalet sağlayacağına inanıyor. En azından birilerinin adalet kavramını hatırlayacağını ummak zorunda..

 

Sanayi, seri üretim derken, arabalara, uçaklara, roketlere dönüşen yoluna çıkan herşeyi tüketen gelişim olarak adlandırdığımız bu yolun nihayetinde hepimizi aynı sorunun başında birleştireceği aşikâr. Herşeyi “mükemmel” kullanmayı gerektiren modern yaşam ve algılama şeklinin net sonuçları 1960’ların başında Amerika’da Rachel Carson’ın “verimi arttırmak” için kullanılan böcek ilacı DDT’nin etkilerini yazmasıyla ortaya çıkmaya başlayalı çok olmadı. İnsanlığın “ilerlerken” kendisiyle birlikte Dünya’daki yaşamın büyük bölümünü de yok ediyor olabileceği gerçeğini düşünmeye başlamasına yol açan bu kitap, 1968’den itibaren oluşan hak hareketlerinin algısında büyük yer tuttu. Deri rengine, cinsiyetine ya da bankadaki hesabına göre sınıflandırılan toplumların gençleri ve itilmişleri yapıyı temelinden sarsmaya başlamış, bu arada çevre kirliliği ve orman kıyımları da yaşama hakkını tehdit eder boyutlara gelmişti. Sistemin gidişatına dair ilk başarılı müdahale, 1973’te Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) oluşmasıyla gerçekleşti. Bu küresel sorunun, uluslarası anlaşmalar olmadan çözülemeyeceği artık genel olarak kabul görüyordu. Ancak kısaca “çevre problemi” dediğimiz bu durum yıllar içinde bambaşka bir anlam kazandı: Petrol, kömür, doğalgaz gibi karbon bazlı yakıtları endüstri devriminden beri gittikçe daha fazla kullanan biz insanların yarattığı gaz kütlesinin atmosferi kaplayarak dünyayı ısıtmaya başlaması hemen herşeyi anlamsız kılıyor. Yağış düzenleri, rüzgârlar, denizler, karalar... Dünya, kabaca iki yüz yıllık bir geçmişi olan modern yaşam şeklimiz sonucunda hızla değişiyor.

 

Bu sebeple, içinde yaşadığımız üretim/satış ve kârı temel derdi olarak gören düzenimize rağmen, hükümetlerin üretimi azaltması için gereken baskıyı acilen yaratmamız, küresel felakete karşı tüm dünyayı kapsayacak radikal çözümler üretmemiz gerekiyor. Sadece sembolik kısıntılar öngörse de, 90’ların sonundan beri geçerli olan Kyoto Protokolü çözüm yönünde atılmış yegâne adım olarak bu noktada hayatî önem kazanıyor. Protokolü imzalamamış az sayıda ülke arasında ABD ve Avusturalya’yla birlikte iklim değişikliğini ağır bir şekilde yaşayacak olan, ayrıca dünyanın en çabuk -1990-2004 arasında %72,6 artışla- karbon gazı üreten ülkesi konumundaki Türkiye de bulunuyor. Gelişme anlayışımızı, açıkçası bu kafayı değiştiremezsek, hem suçlu hem kurban olmak zorunda kalacağımız gerçeği, konunun vahametinin hükümetlere çok iyi anlatılmasını zorunlu hale getiriyor. Mesela, Türkiye’nin, 2012’de sona erecek olan Kyoto Protokolü’nü 2015’ten önce imzalamayacağını açıklayan Çevre Bakanı Osman Pepe, geçen sene katıldığı bir toplantıda kendisine küresel ısınmaya karşı alınan önlemleri soran İlköğretim öğrencisi Tuğçe Nur Baray'a "Sana bu soruları kim hazırladı bakayım?" diye bir soruyla karşılık vermişti. Hükümetlerin dikkatini konunun üzerine yeterince çekemiyoruz. Halbuki zamanın darlığı sebebiyle, hemen harekete geçmek, Sayın Bakan'ın sorusuna birlikte cevap vermek, en azından Kyoto’nun hemen imzalanmasını istemek gerekiyor. Politikaların hemen değişmeye başlamasını sağlamakta tereddüt edersek, kutuplara yerleşen kuşlar, aşırı sıcaklar, seller, kuraklıklar ve üstüne çıkacak buz bulamayıp denizde boğulan kutup ayılarının daha sert hissedilecek bir sürecin başlangıcı olduğunu çok acı bir şekilde anlayacağız. Geriye çok az zaman kaldığını kabul etmemenin bedelinin ödenemeyecek kadar ağır olduğu gerçeğini içimize sindirmeli, hemen biraraya gelerek Kyoto Protokolü’nün uygulanmaya başlamasını istemeliyiz. Kaybedecek vakit kalmadığı çok açık, çevrenize bir bakın... 

 

(14 Ocak 2007 tarihinde Radikal gazetesinde kısaltılarak yayınlanmış olan bu yazının tamamı)