Johann Sebastian Jacques: Afiyette... Huzurunuzda!

-
Aa
+
a
a
a

Bu başlık, Sunday Times eleştirmeni Derek Jewell’ın yaklaşık 20 sene evvel, çok etkilendiği bir Jacques Loussier konserinin ardından kaleme aldığı övgü dolu yazısının başlığı. Yakışıksız bir başlık mı? Maalesef…Manasız mı?...Evet..hatta öyle itici ki yazının devamını okumak bile istemeyebilirsiniz!

Artık kendisinin de, ne zaman göndermeler yapsa, “size tekrar hatırlattığım için umarım beni affedersiniz” diye bahsettiği bu yazıyı eğer bir gün tesadüfen okursanız, eminim siz de, Jacques Loussier hayranı bu klasik müzik tutkununun üslubunu bağışlamak için hafifletici nedenler bulacaksınız. Fakat, esas yapmanız gereken, eleştirmeni böyle fanatik bir yazı yazmaya iten müziğe kulak vermeniz olacaktır. Bunun için yazının sonunda size bazı albüm önerilerim olacak. Ama önce gelin bu ünlü müzisyeni tanıyalım. Jacques Loussier’yi tek bir cümleyle tarif etmem gerekirse, bestecilik yanı bir yana, kariyerini, Bach’ın eserleriyle cazı en iyi şekilde biraraya getirmeye adamış, ortaya çıkardığı albümleri kitlelere mal etmeyi başarmış ve ününü hayatını vakfettiği bu misyona borçlu, Fransa’nın yetiştirdiği en iyi piyanistlerden biridir” derim.

 Loussier, yıllar önce

Eğer bu dediklerimi iddialı bulursanız, o zaman bir de ünlü Fransız müzikolog Bernard Gavoty’nin Loussier hakkındaki görüşlerini okumanızı öneririm. Gavoty, bir röportajında, Loussier’nin muhtemelen dünyanın en iyi piyanistlerinden biri olduğuna dikkati çekmiş, “alanında kesinlikle dünyanın en iyisidir” diye kestirip atmıştı.

Benzeri yokAslında bilindiği üzere, sadece Jacques Loussier değil, pek çok cazcı (1920 ve ‘30’larda Harlem Stride Players, Fats Waller, Art Tatum, Bud Powell) ve hatta rock müzisyeni (özellikle Emerson Lake & Palmer, Procol Harum, Nice, Colosseum gibi toplulukların başını çektiği “Progressive Rock” akımı müzisyenleri) de Bach’tan etkilenmiştir. Kimileri kendi bestelerini Bach tarzında yorumlarken (Fats Waller), diğerleri bu müziğe caz, rock, hatta dünya müziği yorumları getirmiş, kimileri bariz Bach etkisi taşıyan parçalarıyla unutulmaz “hit”lere imza atarken (A Whiter Shade Of Pale – Procol Harum, Rondo – Emerson, Lake & Palmer, Bach Up To Me – Fats Waller, Bud On Bach - Bud Powell, Bach Goes To Town - Benny Goodman), bu büyük müzisyenin etkisi diğerlerinin de çalışlarına yansımıştır (Bill Evans, George Shearing gibi). Bazı caz müzisyenleri Bach’ın eserlerine adadıkları albümler çıkarırken (Modern Jazz Quartet – Blues On Bach, Ron Carter – Meets Bach, Uri Caine – Goldberg Variations), pek çoğu da kendi bestelerinin yanısıra bazı Bach eserlerini de yorumlayarak albümlerinin içeriğine çeşitlilik getirmiştir. (Basçı Jaco Pastorius ve John Patitucci, banjocu Bela Fleck, vokalist Bobby McFerrin, gitarist Laurindo Almeida, piyanist Aziza Mustafa Zadeh gibi) Jacques Loussier ve geçtiğimiz Kasım ayı AKM’de bir konser veren Swingle Singers gibi müzisyenler de ünlerini, kariyerlerini adadıkları bu büyük besteciye borçlu olmuşlardır. Ama Bach ve cazın beraberliği denince, tüm bu saydıklarım ve saymayı unuttuklarım arasında, ustalığı, istikrarı ve yıllarını vakfettiği Bach albümleriyle ilk olarak akla gelen müzisyen kesinlikle Jacques Loussier’dir. Bu konuda benzer çapta ikinci bir isim bulmak ise mümkün değildir!1934 yılında dünyaya gelen Jacques Loussier, 10 yaşında piyano çalmaya ve Bach’a olan ilgisini sergilemeye başlamıştı bile: İlk çaldığı Bach eseri olan “Anna Magdalena’nın Küçük Defteri”nden sol minör prelüdü o kadar sevmişti ki, bir keresinde elleri yorulup da çalmaya ara verdiğinde, bu eseri arka arkaya en az 40-50 kere seslendirmiş olduğunu farketti. “Bu da hiç beklemediğim bir şeyi beraberinde getirdi” diye anlatıyor Loussier, “bir anda eser üzerinde küçük değişiklikler denemeye, temanın varyasyonlarını çalmaya, yani bir nevi doğaçlama yapmaya başlamıştım.”

Pink Floyd'u da severim, Beatles'ı da...16 yaşında Paris Konservatuarı’nda ünlü piyanist Yves Nat ile çalışmaya başladı Loussier. 22 yaşında konservatuarın en parlak öğrencilerinden biriyken, okulu terkederek dünyayı dolaşmaya karar verdi. Bir süre sonra, Paris’e geri döndüğünde gittiği bir Modern Jazz Quartet konseri ise artık bu maceraperest müzisyenin kariyerini şekillendirecekti. Ona cazı sevdiren bu grubun konserde çaldığı parçaları dinlerken, kulağına zaman zaman 18.yüzyıl Avrupa müziğinin tınıları gelen ve bu duyduğundan da fazlasıyla hoşlanan Loussier artık yolunu seçmişti…o da Modern Jazz Quartet’in öncülüğünü yaptığı yoldan gidecekti…ama onu “Jacques Loussier” yapan farkla. Bach’tan esinlenerek çalan caz müzisyenlerinin tersine, o –geçmişindeki güçlü klasik müzik eğitiminin de desteğiyle- Bach yorumlarına caz katacaktı..ama orijinal müziğe mümkün olduğu kadar sadık kalarak. Hemen ardından Decca Plak Şirketi ile imzalanan anlaşma, doğru zamanlı, güzel bir tesadüf olacaktı Loussier için. Hikayenin gerisi ise malum: Loussier,1959 yılında kurduğu ve “Play Bach” ismini verdiği üçlüsü (kontrbasta Pierre Michelot ve davulda Christian Garros) ile beraber 1978 yılında grup dağılana kadar, yılda yaklaşık 200 konser ve 6 milyonun üstünde albüm satma başarısını göstererek 1960’ların popüler müziğinin bir ikonu haline gelecekti.

 Loussier üçlüsü...

Yaklaşık 19 yıl süren beraberlikleri sonunda, bu üçlü miyadını dolduracak ve o güne dek çıkardığı Bach albümlerinin yanısıra, sinema ve televizyon için 100’den fazla eser bestelemiş olan Loussier 45 yaşında, artık kendini müzik araştırmalarına adamak üzere emekliye ayıracaktı. “Hayatım boyunca hep cazla klasik müziği biraraya getirmek istedim. Çıkardığım albümlerde, orkestra ve solo için yazdığım eserlerde bunun için ne kadar uğraştığım apaçık ortadadır. Bunun dışında Pink Floyd’u da severim, Beatles’ı ve benzer başka grupları da. Zaten son zamanlarda yaptığım kompozisyonlarda bu müzisyenlerin etkisini farkedersiniz muhakkak” diyor Loussier,
bu dönemde Provence’taki evinde kurduğu stüdyoda konuk ettiği müzisyenlerden bazılarını hatırlatarak: Pink Floyd, Elton John, Sting…Bu vesileyle, Pink Floyd’un efsanevi albümü “The Wall”un bazı bölümlerinin de Loussier’nin stüdyosunda kaydedilmiş olduğunu öğreniyoruz.

Bach’s Goldberg VariationsGelelim 1985 yılına..Johann Sebastian Bach’ın doğumunun 300.yıldönümü ve Loussier emekliğe ayrılalı 7 yıl olmuş.. yeniden Play Bach üçlüsünü kurması ve dünya turnesine çıkması için bir teklif geliyor kendisine. O da hemen kolları sıvıyor ve perküsyoncu André Arpino ve o sıralarda Paris Konservatuarı öğrencisi olan kontrbasçı Vincent Charbonnier ile yeni Play Bach üçlüsünü oluşturuyor. Üç müzisyen çok kısa zamanda birbirine uyum sağlıyor ve yeni Bach albümlerine imza atmaya başlıyorlar. O gün bugündür Loussier hiç durmuyor..ilk senfonik çalışması “Lumieres” (soprano, alto, koro, perküsyon ve orkestra için ayin) in arkasından bir trompet ve sonra da bir keman için konçertolar yazıyor.1989’da, Fransız Devrimi’nin 200.yıldönümünde ise Serge Golovine ve Claude Bessy’nin “Trois Couleurs” isimli balesi için müzik besteliyor ve bu bale de “Paris Opera School Of Ballet” tarafından Paris’te Grand Palais’de sahneleniyor. 1997’den itibaren Loussier son derece üretken bir şekilde arka arkaya albümler çıkarmaya başlıyor. Bu sefer kendine seçtiği yeni bir hedef var: Bach dışındaki diğer bestecileri de özgün bir şekilde yorumlamak. İşe önce 1997’de “Vivaldi: Dört Mevsim” ile başlıyor…1998’de “Satie: Gymnopédies, Gnossiennes”, bir yıl sonra “Ravel: Bolero”, 2000’de ”The Music Of Debussy”, 2001’de “Baroque Favorites” ve 2002’de “Handel: Water Music” arka arkaya üreteceği albümler ve yorumladığı besteciler oluyor.Ama araya giren tüm bu değişik albümler ve besteciler Loussier’ye onu dünyaya tanıtan besteciyi hiç bir zaman unutturmuyor ve Bach’ın 250. ölüm yıldönümü nedeniyle çıkardığı “Bach’s Goldberg Variations” albümüyle onu yeniden saygıyla anıyor.

Jacques Loussier’nin ilginç kariyerinin özeti buraya kadar. Ama ben, veda etmeden önce, bu yazıyı okurken muhtemelen sizlerin de aklınıza gelmiş olan iki önemli soru üzerinde durmak istiyorum: ilk sorum klasik kökenli olmayan bu kadar müzisyenin onca klasik besteci arasından neden en çok Bach’tan etkilendiği. Mahler, Stravinsky gibi avangard bestecileri saymıyorum bile. Ama Beethoven, Mozart da herkesin hayranlık duyduğu ve eserleri hala beğeni ve zevkle dinlenen büyük besteciler değil mi? Eğer öyleyse, niye en çok Bach’ın eserleri yorumlanıyor komşu müzik türlerinde? Bach’ı onlara bu kadar yakın, erişilebilir kılan özellikler neler?

Bu sorunun cevabını da yine en iyi Bach’ı yorumlayanlar veriyor doğal olarak. Özellikle klasik müzik kökenli olmayan müzisyenler açısından, Bach’ın eserlerinin sade ve net çizgisinin besteciyi anlaşılabilir, erişilebilir kılan etkenlerden en önde geleni olduğunu farkediyoruz. Bunun yanısıra, Bach’ın müziğini doğaçlamaya elverişli yapan özelliklerin de melodilerindeki zenginlik ve çeşitlilik ile kontrpuandaki tartışılmaz ustalığı olduğunu anlıyoruz.

Jacques Loussier’nin Bach albümleri diskografisi1987 Reflections of Bach (Chrysalis) 1992 Bach to Bach (Sound)1996 Jacques Loussier Plays Bach (Telarc) 1997 Play Bach, Vol. 1-2 (Musidisc) 1999 Bach's Goldberg Variations (Telarc) 1999 Bach Book 40th Anniversary Album (Telarc) 2000 Take Bach (Elektra/Asylum) 2001 Play Bach, Vol. 1 (Polygram) 2001 Play Bach, Vol. 2 (Polygram) 2002 Play Bach (Prism Leisure) Derleme Albümler:1985 The Best of Play Bach (Chrysalis) 1995 Masterworks (Play Time) 1997 Plays Bach [Box] (Musidisc) 1999 Air on a "G" String (Empire Music) 

İkinci sorumun cevabı ise tartışmalı. Aldığım olumlu yanıt sayısı kadar olumsuz yanıt da olabilir elimde. Bunun farkında olarak, yine de soruyorum: Bach’ın eserleri gibi yüzyıllardır varlıklarını başarıyla sürdürebilmiş yapıtların, değişik müzik türlerinin etkilerine açık bir şekilde, farklı disiplinlerden gelen müzisyenler tarafından yorumlanmaları doğru mudur? 2000 yılında Jacques Loussier ile beraber “Take Bach” isimli, Bach’ın caz yorumlarına yer verdikleri bir albüm çıkaran Güher, Süher Pekinel piyano ikilisinin benzer bir soruya verdikleri cevapla yazımızı noktalayalım isterseniz: “(…) Bizim için bu, gelişimin doğal bir sürecidir sadece. Günümüzde tüm müzik türleri yoğun bir küreselleşme deneyiminden geçiyorlar. Birbirlerinin etkilerine karşı direnirken, bir de bakıyoruz, aynı potada erimeye veya karşılıklı etkileşim sonucu “yeni bir hayat”a biçim vermeye başlamışlar. Modern Müzik bu dediklerimize en iyi örnek (…) Fusion ve dünya müziği yeni bir devrin başlangıcı. Bu yeni çağda caz da yeni ortaklıklar ve dayanışmaların arayışında olacaktır.”

(Andante dergisinin Ocak 2003 sayısında yayımlanmıştır)