İnsan Olmayı Deneyelim Artık

-
Aa
+
a
a
a

Hayatımda iki kez fiziksel şiddete maruz kaldım. İkisi de bir erkekten geldi. İlkinde yakın bir arkadaşımın maruz kaldığı şiddete ses çıkardığım için eşinden tokat yedim. İkincisinde güpegündüz İstanbul’un orta yerinde yanındaki kadını döven bir erkeğe müdahale ettiğim için tartaklandım.

İlkinde de, ikincisinde de canım yanmadı. Doğru bildiğimi yapıyordum, içimden geleni.  İncindim ama. Çok incindim. Zira etraftaki hiç kimse ben şiddete maruz kalırken sesini çıkartmadı. Baktılar ama görmediler. Hiç kimse tek kelime etmedi, beni kimse şiddet uygulayana karşı korumadı. Savunmadı. Onu savunduğum için tokat yediğim arkadaşım artık hayatımda yok. Benimle görüşmesinin evde huzursuzluk yarattığını söyledi. Gitti. Yolu açık olsun. Yediğim ilk tokatla beraber anacağım hep onu. Yolda dayak yiyen kadın yüzüme öyle bir baktı ki o gün, o bakışı hiç unutmadım. Tanık olduğum şey için de maruz kaldığım şey için de özür diliyordu gözleri. Etrafımda ne zaman biri şiddete maruz kalsa hâlâ müdahale ediyorum. Yanağımdaki tokadın izi hiç geçmemiş olsa da. Gücüm yettiğince mağduru savunuyorum, ezilenden yana duruyorum. En azından sesimi yükseltiyorum, görmemeyi, duymamayı seçenleri zorluyorum. Kendimce. Kendimce mücadele ediyorum insanı acıtan ne varsa.

Akdeniz’in dağlarında bir köy evinde kaleme alıyorum bu yazıyı. Evimizde televizyon yok, dünya ile tek bağlantımız internet. Uydu internet de havanın insafına kalmış durumda. Epey ücra bir köy bizimkisi, gazete filan gelmiyor. Ulusal radyoların hiçbiri dinlenemiyor. Haftada bir şehre indiğimizde gazete alıyoruz. Birkaç farklı gazete alıp olanı biteni anlamaya çalışıyoruz. Gündeme dair en büyük haber kaynağımız sosyal medya. Facebook ve Twitter sayesinde ülkede neler olduğunu görüyoruz. Her şeyden hem çok uzağız, hem çok yakın. Müdahale edemeyecek kadar uzak,  kahrolacak kadar yakınız ülke gündemine. Kahroluyoruz. Kahroluyorum. Hislerimize tercüman olan kelime tam da bu. Önce öfke hâkimdi, sonra o büyük öfke yerini hep yaptığı gibi derin bir üzüntüye bıraktı. Çaresizlikle karışık bir üzüntüye.  Bazen haberlere bakmama kararı alıyoruz. Lakin bir gün zor dayanıyoruz. Çünkü bizden uzak olsa da gerçek orada. Ortada, hem de tüm çıplaklığıyla. Artık bakarsan görürsün de değil, bakmasan da görüyorsun gerçeği. Kafanı nereye çevirsen bir şiddet hikâyesi. Ormanlar yakılıyor, içindeki tüm canlılarla beraber ormanlar yok ediliyor. Köyler bombalanıyor. Bizimkisi gibi bir köy bombalanmış bu sabah. Kendi halinde, azla yetinen, çoğa tamah etmeyen insanların evleri bombalanmış. Bizim evimiz gibi evler bombalanmış. Kaç kişinin öldüğü, kaç ocağın söndüğü haber değeri bile taşımıyor olacak ki bu bombalama sonucu ne oldu bilmiyoruz. Başka bir kasabada bir kadın cesedini çırılçıplak meydana getirip atmışlar. Kadının bedenindeki izlerden işkence gördüğü belli. Kadının fotoğrafı dönüp dolaşıyor sosyal medyada. Devlet erkanından kişiler “Evet” diyor,  “gerçektir o fotoğraf. Burada çekildi. Kadın gerillaydı.”  “Kadın insandı,” diyorum haberi okurken. O kadın insandı ve bir onuru vardı. İnsanlık onuru. Hani hepimizde olan. Hani nereye gidersek gidelim, hangi tanrıya inanırsak inanalım, hangi dili konuşursak konuşalım hepimizde aynı olan. Hani adını koymamış olsak da var olan, hani maruz kaldığımız şeyler neticesinde içimizin dağlanmasına sebep olan, incinen. O kadın insandı!

Şiddetin kuşatması altında yaşıyoruz hayatımızı. Sıradan bizim için şiddet. O kadar sıradan ki kimse kılını kıpırdatmıyor. Şiddet meşru bir de şimdilerde, binbir kılıfı var. Ülkeyi çalan şiddetin kılıfını çoktan hazırlamış. Güneşin doğduğu taraftan geliyor hep şiddet haberleri. Güneşin doğduğu yöne sırtımızı dönmüş duruyoruz hepimiz. Öylece duruyoruz. Ülkeyi çalan yarını çalıyor bizden, nefesimizi çalıyor. Biz duruyoruz. 

Dışarıda alakargalar gaklıyor, Akdeniz olabildiğince sakin. Önümden bulutlar geçiyor. Neşeleri yok. Biz en yakın kasabaya bir saatlik mesafede, bu dağ köyünde kahroluyoruz.  Kendi kendimize. Konuşuyoruz, vahlanıyoruz, isyan ediyoruz. Duruyoruz. Unutuyoruz sonra. Elimize akıllı telefonlarımızı alınca hatırlıyoruz. Ama birilerinin köyleri bombalanıyor. Unutamıyor onlar bunu hiç. Ömür billah unutamıyorlar evlerinin yanıp kül oluşunu. Birilerinin çocukları bayraklara sarılı tabutlarda geliyor eve. Hiç unutamıyor onlar çocuklarını. Birilerinin kızları dağlarda ölüyor. Cesetleri nerede bilinmiyor. Hiç unutmuyorlar onlar çocuklarını. Birilerinin kızı çırılçıplak eli kolu bağlı yatıyor yerde. Ölü. O anne o fotoğrafı hiç unutmuyor. Bir de kızının hasret kaldığı kokusunu.

Dursun şiddet. Kimse ölmesin. Kimse kimsenin ölüsüne sevinmesin. Yas tutalım hep beraber, tuttuğumuz yası unutmayalım. Ödediğimiz bedelleri, mesela gencecik çocukları unutmayalım. İnandıkları şey için mücadele eden, Suruç’ta ölen o otuz iki genci unutmayalım. Ölülerimizi unutmayalım. İnsan olmaktan utanan o asker çocuğu unutmayalım. Kimden olduklarını merak etmeden ağlayalım arkalarından. Ağlayalım beraberce, sonra dinsin gözyaşlarımız. Avutalım birbirimizi. Bitsin artık diyelim. Bitirelim.  İnsan olmayı deneyelim artık. İnsana has vicdanımız dillensin. Yoksa… Yoksa kahrolarak geçecek ömürlerimiz. Öfke ile geçecek, matem ile.  Toprak kusacak sonunda bizi. Hepimizi. “Senin gibi vicdansızı istemem ben bağrımda” diyecek. İnsan olmayı deneyelim ne olur artık.  Sağlaştıralım birbirimizi, birbirimizin kanayan yaralarını saralım. Unutalım küskünlüklerimizi. Ama asla, asla unutmayalım ölülerimizi.

 

18 Ağustos 2015

Melleç