Doğramacı & Doğramacı

-
Aa
+
a
a
a

Radikal İki7 Mart 2010

Biri, Hacettepe ve Bilkent üniversitelerinin yoktan var edicisi olarak gazetelerde günlerdir övülen; Öteki, bu işleri yapış yöntemleri “açık sır” olarak yıllardır bilinen. Mevtanın ardından konuşulmazmış. Ben müsaadenizle konuşacağım. Bir kere, vaktiyle önünden çok konuştum/yazdım. Dahası, üniversiteyi tarumar etmek için askeri darbenin hizmetine koşmuş bir kişiyi otopsiye yatırmak, temel vatandaşlık görevimin yanında, bir numaralı hocalık vazifemdir. Yatırmazsak, ileride yenileri kalkabilir. Yeni Doğramacılar ve darbeciler.

Üniformasız general

“YÖK benim büyük eserimdir” dediğine göre oradan başlayalım: Org. Kenan Evren’e göre, darbeyi meşrulaştırmak için cuntacıların ülkede bizzat körükledikleri kaostan temelde dört kurum sorumludur: Siyasi partiler, sendikalar, dernekler, üniversite. İlk üçünü kapatıyorlar. Dördüncüsünü Prof. Dr. İhsan Doğramacı’ya teslim ediyorlar. Doğramacı 1981’de tam diktatör yetkileriyle YÖK’ün başına geçiyor. Seçtiği rektörler dekanları, onlar bölüm başkanlarını, onlar anabilim dalı başkanlarını tayin ediyor; zaten gerisi parya. Tam bir emir-komuta zinciri. “Hocabey”in haberi olmadan kuş uçmuyor. Üniversite de kışlalaşıyor.

Fakat üniversite 1946’dan beri özerk. Yöneticilerini on yıllardır seçiyor. 03.01.1982’de bizzat “Üniversitelerde tensikata gidilmeyecektir” dedikten sonra muazzam bir tensikat başlatıyor Doğramacı. İşten atıyor bütün demokrat hocaları. Üç temel yöntemle: 1) YÖK Yasasıyla: Kadroluları “sözleşmeli” sayıp görevlerini uzatmayarak, 2) 1402 s. Sıkıyönetim Yasasıyla: Sıkıyönetim komutanlarına yazı gönderterek, 3) Rotasyonla.

Ben size iyi bildiğim SBF’den sayılar vereyim. YÖK yasasından önce 147 olan öğretim üyesi sayısı, tasfiyeden sonra 78’e düşüyor. Emekli olanları saymaksızın yüzde 47’lik bir tasfiye. Bu arada, halkı memnun etmek için yüzde 41 daha fazla öğrenci alıyor YÖK ve başlıyor ilkokullardaki gibi çifte tedrisat. 6 doktora programından 3’ü kapanıyor. Ama Doğramacı çıkardığı “Beyaz Kitap”ta başarı oranının arttığını iddia etmekte. Çok doğru, çünkü aynı yarıyılda yönetmelik iki kez değiştirilerek geçme notu 5’e indiriliyor. Ara testte 9 alan öğrenci, finalde sıfır alsa bile geçiyor. Bunun adı: “Üniversite Reformu”.

Bu arada, okulda tam bir YÖK Dekanı diktatörlüğü. Kapıda sakal kontrolü. Yemek boykotundan atılan öğrencilerin bazıları, bir de bakılıyor, dekanın bir önceki şikayetinden zaten cezaevinde o sırada. Yılanların Öcü’ne toplu bilet alanları da sıkıyönetime tutuklatıyor dekan.

Dahiyane atma yöntemleriRotasyona gelince: Azgelişmiş yörelerde açılan yedi üniversitenin bildirdiği eleman açığı: 303. Gönüllü gitmek isteyenler: 350. Ama bazı hocalar zorla yollanıyor ve gidince de atılıyor. Üç örnek: Doç. Bülent Tanör Diyarbakır’a gitmeye gönüllü oluyor, ama gidemiyor çünkü hareketinden önce atılıyor. ODTÜ’den Elazığ’a atanan Doç. Nazif Tepedelenlioğlu ile Gaziantep’e atanan Doç. Güney Gönenç aynı akıbetle altışar ay sonra buluşuyor. Doğramacı’ya “Sizinle meslektaş olmaktan gurur duymuyoruz” diye telgraf çekenler, 1402’yle ilk atılanlar oluyor. Bendenize ise büyük şeref tanıyorlar; önce YÖK, sonra 1402’yle atıyorlar. YÖK atınca dava açıyorum, 21.07.1983 günü iki telgraf birden geliyor. Birincisi “Acele”. Meali: “Açtığınız davayı kazandığınız için gelip göreve başlayın”. Çekildiği saat: 21.50. İkinci telgraf: “Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı kararı gereği 1402’yle görevden alındınız, hiç gelmeyin”. Çekildiği saat: 22.00. İkisinde de imza: Dekan Prof. Necdet Serin. Üç kere seçimlere girip her defasında sembolik oylar almış, Doğramacı gelince dekan atanmış kişi. Ben davayı kazanınca 1402’ye başvuruyor, kararı aldırıyor. “Göreve başla” telgrafını 10 dk. önce çekmiş gözüküyor ki tazminat davası açılmasın. Zaten, 1987’de mükafat olarak Ankara Üniversitesi rektörü yapılacak. Hoca kıtlığı başlayınca Doğramacı Dr. asistanları (atmadıklarını), icat ettiği “Yrd. Doç.” kategorisine geçirip öğretim üyesi ilan ediyor. Böylece hoca sayısı, bir gecede, tasfiye öncesini bile aşıyor. Tabii, bunlar da “sözleşmeli” statüsünde; ipleri elde. Arkasından, 1988’de çıkan 3455 sayılı geçici yasa, profesör olamamış üç bin kadar doçenti yine bir gecede profesör ilan edecek. Tekrar, bütün bunların adı: “Üniversite Reformu”.

Kimin malını kime?Sanırım, “Büyük Eser” yeterince anlaşıldı. Gelelim “küçük”lere. Hacettepe ve Bilkent’e. Amaçlarına varmak için her şeyi yapabilen bir tabiat karşısındayız: YÖK başkanı iken, bir imzayı da, 1984’te kendi özel üniversitesi Bilkent’i kurmak için atıyor. Şöyle kuruyor: Buranın ilk arazilerini, devlet üniversitesi Hacettepe’ye istimlak ettiriyor. İlk binalarını, T. Özal’la anlaşarak, “asistanları dil öğrenmek için yurtdışına göndereceğimize burada öğretelim” diye devlete yaptırıyor. Bittiğinde de “Türkiye’de dil öğretilemez” diye Bilkent’e kiralıyor (A. Güçlü, Milliyet, 27.02.2010). YÖK adına istimlak ettiği arazilerin üzerine Bilkent için Ankuva AVM’si, Metaksan Holding, Tepe Mobilya gibi rant tesisleri inşa ettiriyor. Ayrıca, herkesin öğretim üyesi lojmanları sandığı lüks Bilkent Konutlarını. Şu anda buralar Orman Gn. Md.’yle davalı. Orman içi, tahsis amacı dışı. Devamı var. 1991 seçimleri gelmiş, 12 Eylül yönetimi sona yaklaşmakta, YÖK yasası değişecek haberleri. Kendisinin görevi de 1992’de sona erecek. YÖK Yönetim Kurulu toplanıyor ve YÖK’ün, yani devletin 208 dönüm arazisini, üzerindeki tesislerle birlikte Bilkent’e devrediyor. Çünkü o sırada çıkıveren 3708 s. yasanın ek 18. maddesi buna olanak tanıyor. Karar, aynı gün, yetkili iki bakana imzalatılıyor. Milli Eğitim Bakanı A. Akyol, haberi ortaya çıkaran Cumhuriyet muhabirine şöyle diyor: “Yapılan işlem yasaldır. Hele siz bir yazın, tepkilere bakarak durumu değerlendiririz”. 10.10.1991 günü de Doğramacı açıklama yapacaktır: “Bu arazilerin alınması ve YÖK’e devrine ben önayak olmuştum. Artık ihtiyaç kalmadığından, gittikçe genişleyen Bilkent’e devredilmiştir.” Yani, bu devlet arazi ve tesisleri, kendisinin çeyizidir; her gittiği yere götürmekte, nikah bozulurken geri almaktadır.

Bu, Bilkent’in öyküsü. Şimdi Hacettepe’ninkini dinleyin. Çünkü, bu tepede Ankara Üniversitesine bağlı bir Çocuk Hastanesi kurduğunda (1957), Doğramacı Ankara Tıp’ta profesör. Burayı 1963’te ikinci bir tıp fakültesine dönüştürdüğünde de Ankara Ü. rektörü (1963-65). 1967’de burayı ayrı bir üniversite (Hacettepe Ü.) yapıyor ve oranın rektörü oluyor. Bir Ankara Ü. rektörü bunları nasıl yapabiliyor? Yoksa, önce “Aynı üniversitede iki tıp fakültesi kurulabilir” deyip arkasından “Aynı üniversitede 2 tıp fakültesi olmaz” mı dedi? Çünkü benim belleğimde (çok net ayrıntıları olan) böyle bir şey var.

Anlatılacak şey çok

Yer bitti ama, hikâye bitesi değil. Daha, Dr. Spock’un dünyaca ünlü kitabı ile Doğramacı’nın “Annenin Kitabı” arasındaki birebir benzerliklerden -olay halen AİHM’de- bahsetmedim. Daha, AKP yüzde 47 oy alınca Bilkent’e bir “Doğramacızade Ali Paşa Camii” yaptırdığını hatırlatmadım. Daha, 12 Mart Muhtırası öncesinde üniversite meydanında “Devrimi birlikte yapacağız arkadaşlar!” dediğini aktarmadım. Daha, muhtıra sonrasında “Sizce Kürt var mı yok mu?” diye sorduğu üç asistandan, “Dernekleri var” cevabını alınca bağırdığını, sonra (bugün Milliyet’te yazan) bir gazeteciye, “Üç asistan bana Kürtçülük propagandası yaptı!” dediğini anlatmadım. K. Iraklı olduğu için, hep Kürt zannedilme korkusu taşıdığı söylenir, demedim. Üniversitelere her yıl, “Zaza ve Kurmançlarda halk hekimliği terminolojisi ve diğer Türk boylarıyla mukayesesi”nin incelenmesini isteyen “Gizli” damgalı genelgeler yolladığını belirtmedim. Allah rahmet eylesin. Yaslı ailesinden ve özellikle de, sevdiğim kız kardeşi hanımefendiden bağışlanmayı dilerim. Ama birilerinin yazması şarttı.