Dur bir bakayım

-
Aa
+
a
a
a

Figüratif resmin duayeni, ressam, yazar ve tiyatrocu Mehmet Güleryüz'ün 2002 yılındaki 'Dur Bir Bakayım' sergisi vesilesiyle Eşber Güvenç’le gerçekleştirdiği söyleşisine tekrar kulak veriyor, kendisini anıyoruz.

Mehmet Güleryüz'ün ardından
 

Mehmet Güleryüz'ün ardından

podcast servisi: iTunes / RSS

Eşber Güvenç: Sizinle nereden başlayayım diye düşündüm, tabii ki özellikle Levent Çalıkoğlu’nun hazırladığı el kitabım, Mehmet Güleryüz kitabı, çok yardımcı oldu...

Oyunculuk diyelim isterseniz önce. Siz, sanıyorum lise eğitiminin hemen arkasından akademiye başlıyorsunuz?

Mehmet Güleryüz: Evet, 1958 senesinde Güzel Sanatlar Akademisi, aynı yıllarda da tiyatro öğrenimimi oluşturabileceğim fırsatları, o dönemin önemli, hala çok önemli tiyatro adamları ile beraber çalışma fırsatım oldu. Bir kere Haldun Dormen’in Cep Tiyatrosu kursları, ardından Beklan Algan’la çalıştım, Güner Sümer, tabii çok yakın başka dostlarla da, Asaf Çiğiltepe 1963’te Arena Tiyatrosu’nu kurduğunda beni de oyuncu kadrosuna dahil ettiğinde, profesyonel sanat hayatım tiyatroda başladı. Bu arada akademiyi bıraktım. Öyle bir geçmişi var.

EG: Bu tür tiyatro ve oyunculuk çalışmaları ile ilgili, tiyatronun o her şeyi kapsayan geniş alanı ile ilgili sohbet etmekten ben de çok zevk duyuyorum ve bize hala yol gösteren isimlere sizin bu kitabınızda da rastlayınca çok daha başka türlü oluyor. Freeman’ın bir paragrafı var, izninizle onu okumak istiyorum:

“Güleryüz’ün tiyatrodan jestleri, davranışları, insan vücudunun hareketlerini gözlemlediğini, karaktere ait tipleme özelliklerini nasıl çözümleneceğini ve figürün bu özellikleri nasıl taşıyacağını geliştirecek uygun etkiler bulunduğunu belirtiyor. Bu ilişki ona aynı zamanda fiziki tiplemenin, duygusal durumun ve ruhsal durumun yerine nasıl geçebileceğini, kısacası karakter yaratmanın pentür dışı bir olgu ile nasıl beslenebileceğini göstermiştir” diyor.

MG: Evet, bana tiyatro çok büyük bir okul, yani resim okulu oldu. Şimdi, “Resmi nereden öğrendiniz?” derlerse, akademiden -evet, bir miktar- ama, bence esas yeri tiyatrodan. Tiyatro, bütün bu sanatların, daha görsel sanatların birleştiği, toplandığı çok büyük bir sanat, oradan sinema tabii. Tiyatro ile bağım hiç kopmadı 40 yıla yakın. 35 yıl sonra da tekrar tiyatroya, hiç aklımda olmadığı bir noktada, davet edildim. Şimdi devlet tiyatrosundayım. Şu anda provadan çıktım geldim. Oynadığımız oyun “Bir Küçük İş İçin Yaşlı Bir Palyaço Aranıyor” tekrar Taksim Sahnesi’nde; Devlet Tiyatrosu koyuyor. Ben de prova arasında kaçtım.

EG: Şanslıyız, burada yakınız tiyatroya...

MG: Oyunun yönetmenini çok iyi tanıyorsunuz; biraz Müge Gürman’dan bahsetmek istiyorum. Bizi tekrardan ameliyata alıyor. Müge’nin provalarını biz ‘ameliyat’ diye isimlendirdik; ciddi ameliyatlardan geçeriz. Oyunun en ileri noktasında bile bize söyleyecekleri vardır. Şimdi böyle bir keyfi tekrar yaşamak, zor da olsa...

EG: Gerçekten çok zor çünkü sanıyorum işimizi bu kadar derinlemesine yapmayı, bu kadar her alanda çözümlemeyi biraz unuttuk. Sadece öylesine iş yapmak gibi gelip geçiyor bazı şeyler.

MG: Evet, unutanlar var. Epey bir unutturuldu veya birlikte unutuldu ama, direnenler var ve onlar da maalesef gözle görülür halde değiller; ülkenin her yerinde, her noktada direnenler var, bunu unutmayalım. Sahip çıkanlar var, her alanda.

EG: Her eğitmen bir yerde öğrenci galiba?

MG: Evet, ben sanat eğitirken -ki 16 yıldır özel bir atölye götürüyorum- mesela bir desen anlattığımda her seferinde yeniden tanımlama yapıyorum, kendim için de yeni olmasına özen gösteriyorum bir başka açıdan. Bu inanın ciddi bir öğrenim ve siz yenileniyorsunuz ve bence sanatçının zaten bu noktayı kaybetmemesi çok mühim. Yani bunlar gerçekten kendinden istedikleri olması lazım; o talepleri kendisi cevaplayabiliyor mu? Kendine koyduğu sınavlardan geçebilme meselesi.

EG: Bu 24 saat çalışmaya denk düşüyor.

MG: Tabii, bu iş full-time, başka hiçbir şeyi düşünmemek gibi, muhakkak başka şeylerle işgal oluyorsunuz ama, onun atmosferini bozacak hiçbir şeyi sokmuyorsunuz. Ben şuna benzetiyorum: Gemideki ambarlar gibi ama, ambarların aralarında kurşun geçirmez, yani hava geçirmez, hatta radyoaktif, geçirmez, böyle kompartımanlar yapmanız lazım. Bence sanat, aslında o tür kompartımanları yapan bir bünye... Onun için de -çünkü müthiş şeyler oluyor- oradan kaçacak bir şeye hiç fırsat vermemeniz lazım. En ufak bir kaçak olmamalı.

EG: Peki diğer insanların, diğer insanlar derken hepimizin bir şekilde sanata ihtiyacı var, bir şekilde tiyatrosu ile, sineması ile, resmi ile, heykeli ile bir şekilde onları görmeye ihtiyacımız var. Neden peki?

MG: O kendi bildikleriniz kendi bünyenizde, fakat başkasının bünyesi, başkasının kimliği de var. Sizden farklı kişiliği oluşturduğu için sizin için çok yeni, sizin için öğretici, sizin düşünmediğinizi düşünen... Onun için bir sanatçı diğer sanatçıya inanılmaz bir saygı ve dikkatle bakmak durumunda. Bunu maalesef ben çok geç Batı’da gördüm, yani bu bakışın bizde oluşması gerekli. Bizde insanlar sadece kendi yaptıkları ile ilgili, ama insanlar kendilerine bakarak kendini daha iyi tanıma imkanına sahip değil.

EG: Bir de engellemeler var, yok saymalar var, insanları uzaklaştırmalar var. Peki bir insan, sanatsız ne yapar? Yapabilir mi?

MG: Gayet iyi yapabiliyorlar, böyle bir şey var. Hani bir ara bir radyoaktif şey gelmişti, Çernobil sonrasında, hatta bir bakan da “radyoaktif değil, bak, görün ben de içiyorum” dedi ve çayı içti hatırlarsanız, yani ölmedi de güya. Şimdi “ben sanatsız yaşıyorum” diyebilir insanlar. Yani hakikaten böyle birdenbire sanatsız yaşam, havasız yaşam gibi değil. Ama çok uzun vadede ve hatta kısa vadede, yaşamınızdaki o eksiğin sizlere ne tür maliyetlerle döndüğünü idrak etmediğimiz zaman ki...

Maalesef Türkiye’deki idareler, böyle bir noktayı, sistemleriyle oluşturmaya gayret etti ve bunu başardı. Hâlâ da büyük gayretleri var ve kaybın ne olduğunu ne zaman idrak edecekler, merak ediyoruz. Yani herşey olabilir: Paranız şu değere çıkabilir, ordunuz şu miktarda yükselebilir, tamam bunlar gereklidir. Ama ya hayatınız? Ya o insanların diğer insanlarla paylaştıklarındaki eksik ne? Bunun bedelini kimse sormuyor. Burada sanatın eksiği var, sanat bir süs, bir el hareketinin şöyle veya böyle olması değil. Baleyi ele alın; baleye niye gerek var? Bunu soruyorlar. Bale nedir? Doğru, bale nedir? İnsan fiziğinin duygu, müzik, ritimle varacağı başka haller, bu başka hali görmek veya görmemek... Koşmak neye yarıyor, niye hâlâ insanlar koşuyorlar? Niye olimpiyatlar var? İnsanların, insanlığın sınırlarının ne noktaya gittiğini görmek için. Sanat da insanlığın sınırlarını aşmak, onu ta ilerlere götürmek için. Dekoratif bir unsur olarak bakılıyor hâlâ ve hatta deniyor ki “ben şunu severim, şunu sevmem.” Tamam bu sizin zevkiniz olabilir ama, bunu anlamaktaki gayretiniz nerede? Çok rahat, gururlanarak hatta, şunu söylüyorlar: "Ben resimden anlamam, ama..." Peki anlamak için hiç gayret sarfettiniz mi? Sanki “ben sanattan anlarım” der gibi "ben anlamam" demek bir gurur vesilesi olamaz.

EG: Peki palyaçoluk nasıl gidiyor?

MG: Palyaçoluk çok, tabii çok zor bir iş. Biz bu oyuna başlarken üç küsur ay çalıştık ve bunun çok uzun bir süresi oyunda hiç kullanılmayan, hiç gözükmeyen, inanılmaz şeyler öğrenmekle geçti. Bulgaristan’dan gelen bir Türk, -tiyatrodaki dansçılardan biri, kendisi sirkte çalışmış- bize palyaço trüklerini öğretti. Bunun atmosferi çok önemli. Bütün onları öğrendikten sonra, onları unutmak lazım. Sanattaki esas mesele tekniği unutmak, onu bünyenize yedirmeniz lazım.

EG: Palyaçolar, soytarılar ve arlekinlere sık rastlıyoruz bugünlerde. Ben de arlekin workshop’unda şunu düşündüm: Ne kadar güzel, insan kendinden geçiyor. Öyle bir maske ile çalışmanız bambaşka bir şey. Ama böyle bir şeyi burada yapsanız, herhalde deli derler.

MG: Valla, hiçbir zaman akıllı gözüyle bakılmaz sanat yapanlara, bizim toplumumuzun böyle bir özelliği var. Ama artık değişiyor bu, değişecek, değişmek zorunda; epey bedel verildi bunun için. Tabii, şu var: Israrla kendi yaptığınızı devam ettirmek ve onu sorgulamak, bir de bunu etrafınıza yaymak. Burada, bu geçişi sağlamak lazım. Herkesin görevi bence etrafına bunu bulaştırmak olmalı.

EG: Ne derlerse desinler...

MG: Kimseyi dinlememek lazım, yani bakın, aklî bakılmıyor. Biz aslında akılcı davranan bir milletiz. Ben böyle anlıyorum. Bunu böyle bir havada, imajiner bir şey için sarfettiğimiz zamanı çok fuzulî görüyorlar. Biraz uydurma olarak görüyorlar, "uydur uydur söyle" şeklinde. Şiir için böyle denirse... “Efendim ben de yaparım bunu!” Biliyorsunuz, böyle örnekler var, bunların ne kadar gayriciddi, ne kadar geri olduğunu hepimiz biliyoruz.

EG: Siz Evin Sanat Galerisi’nde devam ediyorsunuz; o sergiye de gelelim. Evin Sanat Galerisi’nde 18 Şubat’a kadar sergilenen sizin son dönem çalışmalarınız mı?

MG: Son, bu 2001 ortasından serginin açılmasının bir hafta öncesine kadarki süre. Genellikle hepsi tuval üzerine yağlıboya, bu da uzun bir süredir tabii kendi problemim. Resimdeki meselelerimle ilgili bir yeni açılım yok. Bir gazetede sordular "Yeni ne var?" diye. “Yeni bir şey yok” dedim, "yeni resimler var." Yeni, benim için başka bir şey. Ben çok gerisinden, yani son 30-40 yılla muhasebe yapma durumundayım her yeni resmim için. Bütün bunlar, onlarla karşılaştırılarak ve oradaki halletmek isteyip de başka bir noktada çözdüğüm, sonra onu daha, tam onun karşıtında çözmeye çalıştığım meseleler.

Resim gerçekte kendi ihtiyaçlarım için. Bu ihtiyaçları belki seyirci çok iyi bilemeyebilir, anlamayabilir ama, dikkatli bir seyirci, başından itibaren takip etmiş bir seyirci, bir de resim bilgisi olan bir seyirci, kendime sorduklarımı görecek. Sürüşle ilgili, armoni ile ilgili ve de adeta büyük bir sadeleştirme sonrasındaki kesin koyuşlar ve atmosferle ilgili mesela... Bunları bir konudan doğru görmeye gayret edecekler, tabii ki evvela konuyu çözmek, konularda fazla bir mesele yok, fakat bunun oluşturulmasında, bu meselenin, resmin kurgusunun oluşturulmasında çok ayrı yaklaşımlar var.

Ben tabii resmi anlayanlarla ilgili konuşuyorum. Onları tatmin edici meseleler olmalı. Resmi bilmek de çok önemli, pentür resmi kavraması zor bir şeydir, kolay yaklaşılır bir mesele değildir. Bütün tradisyon, bütün o zamanla oluşmuş katmanlar ve bütün sanat tarihi, geçmişle yüzleşen bir ressamın meselesi... Dikkatli bir seyirci istiyor bu resimler.

EG: Bir izleyici, herhangi birisi, Evin Sanat Galerisi’nin önünden geçerken -Mehmet Güleryüz’ü hiç tanımıyor- girdi içeriye ve resimlerinize baktı. Orada gördüğü, sizdeki bir sıkıntının başka bir yansısı.

MG: Şüphesiz; tabii evvela yüzeyde görecek resmi, yani onun renk kurgusunu, konuya dikkat edecek, orada bir bağ kurabiliyorsa. Çoğu zaman yaklaşımdaki onu çeken şeylerin aslında o zannettiği, sadece konu olmadığını daha sonra anlayabilir ancak. Çünkü konu bence parçalanıyor, konu birbiriyle ilişkisi olmayan şeyler de oluyor. Bir de konu yok zaten, durum var bu resimlerde, durum resmi bunlar. Bu durum, anın çok kısa bir parçası, anın da içindeki çok küçük, miniskül şeylerden oluşuyor. Fakat bütün mesele, bu anlatımdaki parçalamanız, yani o ana yapıyı, hareket ettiğimiz yapıyı, didik didik edip, havaya atıp, onları tekrar yerde toplayıp, bir havanda ezip, tozunu çıkarıp, sonra bunlardan yeniden o meseleyi oluşturmanız. Şimdi ressamın bunu yapması önemli. O zaman çok ayrılıyor, realiteye dayanarak, çok ayrılıyor. Ben şöyle bir benzetme yapıyorum. Yüksek atlamada kullanılan sırık gibi o realite: Çekilip koşuyorsunuz ve sırığa dayanıyorsunuz, zıplıyorsunuz ve çıtayı aşıyorsunuz. Elinizi bıraktığınız an çok önemli; ve onun çıtanın üstüne düşüp, o başarıyı engellemesine mani olmak. O sırıktan elinizi bıraktığınız an. Bence bu benzetme iyidir, yani hayattaki her noktada, dayanağınızdan ne zaman ayrılacağınız çok mühim. Bence eli bırakmak anı çok mühim, çünkü o sırıkla öbür tarafa geçmenin imkanı yok.

EG: Bazen sırıktan kendini aşırtmanın da pek imkanı olmuyor...

MG: Olmuyor, beraber atlayıp o çıtanın üstüne düşüyorsunuz. İşte maharet de orada.

EG: Bir de en son olarak, ‘palyaço’ Mehmet Güleryüz neler düşüyor?

MG: Palyaço Mehmet - vallahi şu anda oyunu düşünüyorum. Bir kere palyaço hakikaten bütün meseleyi üstüne alan, bunlarla doğru bağlantı kuran ve doğru yüzleşen, ama bunu çok farklı verme durumundaki bir kahraman. Cidden önemli bir şey. Palyaçoyu anlamak belki hayatı anlamak; gerçekte hepimiz aslında günlük hayatta inanın oynuyoruz, bazen onu hissettiğimiz, tam yakaladığımız zaman, o noktada, hakikaten kendimiz için de üzülüyoruz.

Sanal Sergi

Mehmet Güleryüz’ün “Dur Bir Bakayım”ı Bebek’teki Evin Sanat Galerisi’nde 18 Şubat’a kadar sürüyor, ancak sergiyi internette de izlemek mümkün. Oyunu ise 12 Şubat’tan itibaren Taksim Sahnesi’nde.

(Mehmet Güleryüz söyleşisi Açık Radyo’da 30 Ocak 2002’te yayınlandı.)