"Kazanılmış bir seçim yok ama statükoyu koruyan bir seçim var"

-
Aa
+
a
a
a

Son seçim sonuçları Türkiye için ne gösteriyor? Kimler kazandı, kimler kaybetti? Asıl istediğimiz ne? Cumhuriyet mi, Demokrasi mi, ikisi birden mi? Prof. Ersin Kalaycıoğlu'yla konuşuyoruz.

AP
Son seçim sonuçları Türkiye için ne gösteriyor?
 

Son seçim sonuçları Türkiye için ne gösteriyor?

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)

Ömer Madra: Günaydın Güven Bey, merhabalar.

Güven Güzeldere: Günaydın Ömer Bey.

Özdeş Özbay: Günaydın.

G.G.: Günaydın Özdeş.

Ö.M.: Bugün canlı yayında bir konuğumuz var; Prof. Ersin Kalaycıoğlu. Seçim konuşacağız herhalde. Siz takdimini yapar mısınız?

G.G.: Evet, tabii. Hoşgeldiniz Ersin Bey.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoşbulduk efendim. Bugün felsefi konulardan biraz daha dünyaya değinmiş olacağız zannederim. Somut birtakım şeyler üzerinden konuşmak durumundayız.

Ö.M.: Hoşgeldiniz.

Ö.Ö.: Merhabalar, hoşgeldiniz.

E.K.: Hoşbulduk.

G.G.: Prof. Ersin Kalaycıoğlu, siyaset bilimci, Sabancı Üniversitesi'nde öğretim üyesi. Daha önce de aslında 2019’daki tekrarlanan seçimlerin hemen sonrasında, ilk programda konuğumuz olmuştu sağolsun. Çünkü seçim sonrası ne olacağını da önceden öngöremediğimiz zor durumlarda, ‘nasıl değerlendirelim?’i, ‘ne yapalım?’ı konuşmak için kendisine yine başvurmuş durumdayız. Şimdi bugün gündemden bir şeyi söz konusu etmeyelim diye daha genel anlamda ben biraz, ‘Cumhuriyet nedir?’, ‘Bir rejim olarak demokrasiyle ilişkisi nasıldır?’ gibi, bunlara da biraz değinelim istiyorum ama yeni bir seçimden çıktık. Bugün de canlı yayındayız. Dünden kaydını yapsak, bugün sonuçlar değişirse biz ortada kalmayalım diye. Çünkü Türkiye'de, belki dünyada, her yerde 24 saat bile siyaset için çok uzun bir zaman olabiliyor. Dolayısıyla seçim hakkında kısa bir değerlendirmeyle başlasak belki en iyisi olur. 16 Mayıs Salı günü sabahı itibariyle bu kritik seçimin ardından, Ersin Hocam siz durumu nasıl görüyorsunuz?

Sultanizm rejimi içinde, demokrasi olmayan bir seçim yaptık

E.K.: Şimdi tabii bizim, siyaset bilimcilerin seçime bakış açımız biraz farklı. Bu seçim bir ‘Sultanizm’ rejimi olan, 16 Nisan 2017’de kurulmuş olan, o günkü halk oylamasıyla hayata geçirmeye başlanılan ve 24 Haziran 2018’deki seçimlerle vücut bulan bir rejimin ikinci seçimi. 2018 birinci seçim, 2023 ikincisi seçimi. Bu seçim demokratik bir seçim değildir, bunu göz önünde bulundurmanız lazım. Demokratik seçimleri tanımlarken, mesela Türkiye için 1950’de yapmış olduğumuz seçimi göz önünde bulundurarak tanımlayabiliriz; o zamanki iktidar ve muhalefetin üzerinde anlaşmış olduğu, özgür ve adil seçim. Gizli oy, açık tasnif, tek kişi - tek oy ilişkisi, bütün adayların eşit koşullarda yarışması, olabildiğince özgür bir ortamda bütün adayların fikirlerini tartışmaları, aynı zamanda seçmenin aynı özgür ortamda fikir tartışmasına katıldığı bir seçimden bahsediyoruz demektir böyle bir seçimde. Oysa Türkiye 2023 itibariyle ve dünyada yapılan karşılaştırmalarda, örneğin Varieties of Democracy’nin (V-Dem Enstitüsü) 2023 raporunda Göteborg Üniversitesi'nde siyaset bilimcilerinin itibar ettiği bir temel karşılaştırma indeksi yayınlamaktadır. Demokrasi üzerinde Türkiye'yi 179 ülke arasında 141. sırada ‘seçime sahip olan otokrasi’ olarak tanımlıyor ve dolayısıyla bizden biraz daha iyi durumda bulunan Mısır var, 140. sırada; 142. sırada da Ruanda var. Yani Türkiye'nin konumu, dünyada görülen konumu, pozisyonu bu, öyle çok güçlü bir konum değil. Aynı zamanda Harvard Üniversitesi'nden Pippa Norris ve Sydney Üniversitesi’nden Max Grömping’in başkanlığında ‘Perceptions of Electoral Integrity’ diye bir çalışma yapılıyor. Bu indekste 2019 seçimleri en sondur. Dolayısıyla o seçimler itibariyle Türkiye'nin pozisyonu 158 ülke arasında 112. sırada. 111. sırada Afrika'dan Malavi var, 113. sırada da Laos var Hindiçin’den. Onun arasında bir yerde, seçim dürüstlüğü indeksindeyiz. Yani dürüst seçim yapamıyoruz, demokratik bir ortamda seçim yapamıyoruz. Türkiye bir otoriter rejim ve giderek otoriterleşiyor. Tipik uygulaması siyaset sosyolojisi terminolojisinde, Max Weber'in önerdiği bu analiz ve Houchang Chehabi’nin daha sonra teorisini geliştirdiği ‘Sultanizm’ rejimi. Onun için de Neo-Patrimonyal Sultanizm türü. Onun rejimi içinde, demokrasi olmayan seçim yaptık. Şimdi bağlamı iyi koyalım. Siz daha genel olarak zaten yaklaşalım dediğiniz için ben de buradan yaklaşmayı yararlı gördüm. Onun için buradaki argümanlar hemen iktidar, milli irade vs. diye başladı ve bu şekilde devam edecektir.

Bu ortamlarda bu terminolojinin kullanılması biraz sorunludur her şeyden önce ve siyaset biliminde bu terminolojiyi artık kullanmıyoruz. Çünkü bunun doğru olmadığı Joseph Schumpeter'in 1942’de yazmış olduğu ünlü kitabı “Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi”de ve daha sonra ünlü iktisatçı Hans Kelse’nin “Hukukun Saf Teorisi” adlı kitabında ispatlamış olduğu şekliyle böyle bir algılama doğru değildir. Mantık hataları içermektedir ve demokratik olmaktan çok otoriter hatta totalitertir. Örneğin, Almanya'da Naziler tarafından çok kullanılmış bir içeriktir. Dolayısıyla bu terminoloji terk edilmesi lazımdır. Burada piyasa mekanizması gibi bir mekanizmadan bahsedebiliriz. Seçmenlerin tek tek verdiği kararların toplanması durumu söz konusudur. Ortak bir kolektif irade fiktiftir, mevcut değildir, yoktur. Varmış gibi düşündüğünüz andan itibaren de demokratik bir düşünce sisteminin dışına çıkarak otoriter hatta totaliter bir yapıda düşünmeye başlıyorsunuz ve bunun tehlikeli, yanlış olduğu kabul ediliyor ama bu terminolojiyi sık sık duyacağız. Dolayısıyla ‘milli irade’, seçmen tekil olarak ifade edilecek, tek bir kişiymiş gibi konuştu, şöyle dedi diye duyacağız. Tabii öyle bir durum yok, çok farklı motiflerle oy kullanan seçmenler var. Hangi motiflerle olduğunu epey uzun zamandır yapmış olduğumuz araştırmaları da çıkartmış durumdayız. Bilimsel dergilerdeki makalelerde aynı zamanda kitaplarda, çeşitli yayınlarda bunu yayınladık. Sadece ben değil tabii meslektaşlarım da.

Ekonomi genel olarak kötüye giderken belli bir siyasal partinin destekçileri gözünde durumlar hiç de o kadar kötü olmayabilir

Burada şunu biliyoruz ki Türkiye'deki seçmen son derece ağırlıklı olarak aşırı sağda konumlanmış durumda. Hemen hemen üç seçmenden biri kendini aşırı sağda görüyor. Aynı zamanda buranın değer sistemi mukaddesatçı bir bir din anlayışı, gayet muhafazakar bir din anlayışı ve aynı zamanda etnik milliyetçilik anlayışından derin bir şekilde etkileniyor. Onun duyarlılıkları üzerinden düşünen ve oradaki kimliğin yaratmış olduğu bir değer sistemi prizmasından dünyaya, kendine ve toplumuna bakan bir kitleden bahsediyoruz. Bu kitlenin bu algıları hem bir yandan siyasi parti tutmasına yarar sağlıyor, aynı zamanda bu siyasi parti, tuttuğu siyasi parti gözlüğüyle de ekonomik ilişkilere ve ekonomideki değişikliklere bakıyor. Onun için ekonomideki değişiklikler, makroekonomideki değişiklikler Türkiye'de ve birçok başka ülkede olduğu gibi yarattıkları etkileri itibariyle birebir seçmene aktarılmıyor. Arada birtakım zihinsel filtreler var, onlardan geçerek aktarılıyor. Örneğin 2018 seçimine kadar 2015 Haziran seçimi dahil olmak üzere Milliyetçi Hareket Partisi’ne (MHP) oy vereceğini düşünenlere yapmış olduğumuz saha araştırmalarında ‘ekonominin iyi yönetilmediği ve iyi yönetilmeyeceği’ düşüncesi baskındı. Ama 2018 seçimlerinde MHP'ye oy vereceğini söyleyenlerin, ekonomi konusunda böyle bir düşünceleri olduğuna dair bir kanıt bulamadık. Ekonomi değişmiş miydi? Hayır. 2015’le 2018’i karşılaştırırsanız 2018’deki ekonomi daha kötüydü. 2015’te sadece bir yıldır Türkiye ekonomisi küçülmekteydi, 2018’e geldiğimizde ise beş yıldır küçülüyordu. Ona rağmen MHP'lilerin ekonomi konusundaki görüşü olumsuzluğunu yitirmişti, olumlu da değildi. Ama artık düşüncelerinde etkili olmaktan çıkmış gibi gözüküyor. Dolayısıyla bu da bize gösteriyor ki siyasi partinin konumu ve partizan seçmen gözünde, o kendi içinde bulundukları koşullara göre ekonominin nasıl çalıştığını ve nasıl etkilediğini değerlendirmekte farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Bu farklılıkları yaratan aynı zamanda bu değişimin sonucunda bu kitlelere iktidardan ne tür kamu fonları, başka ekonomik yararlar, ihaleler vs. vasıtasıyla ve onların aracılığıyla bir kaskat gibi yani böyle kat kat yayılarak, halkalar halinde etkilediğini göz önünde bulundurarak farklı şekilde yorumlanması söz konusudur. Dolayısıyla ekonomi genel olarak kötüye giderken belli bir siyasal partinin destekçileri gözünde durumlar hiç de o kadar kötü olmayabilir. Görece olarak kendilerini daha iyi hissediyor olabilirler. Çok yüksek birtakım imkanlara sahip olmasalar da elde ettikleri birtakım kazanımların, iktisadi anlamdaki kazanımların kendileri için ekonominin etkisini çok daha hafif veya hatta olumsuzdan olumluya çevirdiğini de düşünebilirsiniz. Bu tabii kişilerin kendi ideolojik ve zihinsel dünyasının sağladığı filtreler çerçevesinde yapmış olduğu değerlendirmedir. Yani bir hayli duygusal, bir hayli psikolojik etkenlerin etkisi altında yapılan bir değerlendirmeden bahsediyorum. Yoksa birebir objektif verilerden değil; ‘belli kişiler belli sınıfta iseler ve o sınıfın görece durumu kötüleşmiş ise bütün onlar aynı şekilde etkilenmiştir’ diye varsaymak, burada yanlış oluyor. Çünkü bunların siyasi ilişkileri çerçevesinde doğrudan doğruya partilerle veya aracı kurumlarla - örneğin sahada tarikatlar aracılığıyla - temin edilen birtakım imkanlar, yararlar, krediler iş imkanları vs. ile çok farklı sonuçlara bizi götürebiliyor. Onun için ekonominin bu şekilde etkisi yok. Bir örnek vereceğim, somut bir örnek; biz yapmış olduğumuz saha aramalarında 2002’den itibaren seçmene ne zaman sorsak, ‘kendisinin ve Türkiye'nin en önemli konusu, karşı karşıya olduğu en önemli sorunu nedir?’ diye sorduğumuzda en ziyade öne çıkan ‘işsizlik’ti. Ama işsizlik hiçbir zaman halledilememiş bir sorundur ve gayet yüksektir. Dünyadaki verilere bakacak olursanız Türkiye, işsizlik oranlarında dünyada ilk 10 - 20 yirmi ülke arasında gelen ülkelerdendir ve bu konumunu değiştirmemiştir. Buna rağmen bunun hükümete bir maliyeti olmamıştır. Neden diye baktığınız zaman, o zaman ayrıntıya girdiğinizde - biliyorsunuz ‘ayrıntıda şeytan vardır’ diye bir tabir var - orada çeşitli ilginç durumlarla karşı karşıya kalıyorsunuz. Bunun bir kere erkek nüfusu kadın nüfusa nazaran çok daha az etkilediğini görüyorsunuz. Dolayısıyla bu bir kadın sorunu ve çok büyük ölçüde bir kadın sorunu. Nitekim Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) istatistiklerine dikkatinizi çekeceğim. Bizi izleyenler gelip bakabilirler; N E E T diye, NEET diye okunuyor, ‘Not in Education, Employment, or Training’ [ne eğitimde ne istihdamda] diye tabir ediliyor İngilizce. Yani eğitimde, bilgi aktarımında veya herhangi bir şekilde istihdamda, istihdamı olmayan oran diye bakarsanız, 15 – 29 yaş grubundaki Türkiye'de kadınlar, Güney Afrika'dan sonra OECD ülkeleri arasında dünyada ikinci sıradalar ve bu oran %40’larda dolaşıyor, 40 küsur.

İlk baktığımızda 2017 verilerinde 144. sıradaydık ve Güney Afrika rapor edilmemişti o sırada. Güney Afrika'da bu bizden biraz daha yüksek, %50 civarında, onu takip ediyoruz. Bizden sonra Makedonya filan geliyor, onlar %30’lu düzeylerde. Avrupa'da bu %20 ve %10’lara iniyor birçok ülkede. Biz, burada tek başına önemli bir konumdayız. Buna iktidarın çözümü muhafazakarlık üzerinden olmaktadır; ‘Bakın feminizmden ve onların yarattığı etkilerden kendinizi yalıtın. Bu etkilerden etkilenmeyin. Siz evinizde oturun, evlenin, çocuk sahibi olun, anne olun, çocuklara bakın, iyi bir ev hanımı olun. Sizin için hayatın ereği budur, çalışmayı düşünmeyin.’ Bunu satın alan kadınların çok sayıda olduğuna Ali Çarkoğlu'yla birlikte yaptığımız ‘İşe Yönelim Araştırması’ diye bir araştırmada - raporu İstanbul Politikalar Merkezi’nde (İPM) mevcut, bizi izleyenler gelip oradan raporu okuyabilirler - verileriyle gösterdik; kadınların çok büyük çoğunluğu bu öneriyi makul buluyor ve takip ediyor, her eğitim düzeyinde, o da enteresan. Yani en üst düzeyde eğitim almış olsa dahi, lisans eğitimi, lisans üstü eğitimi almış olsa dahi çalışmaktan çok, evde oturup anne olarak yoluna devam etmek, çocuk bakmak vs. üzerinden ve dolayısıyla bunların, iktidarın kendilerini işsiz bırakması nedeniyle bir hesap sorma durumları söz konusu değil. Başarıyla bunu çözmüş durumdalar. Onun için ekonomik verilere bakarak, ‘bunlar siyasete nasıl etki ediyor?’, ‘seçmenin fikrini nasıl belirliyor?’ diye baktığınız zaman, bu süreci etkileyen birçok değişkeni göz önünde bulundurarak çözümleme yapmanız ve ona göre bir sonuca vararak yorumlamanız gerekiyor.

Aşırı sağın egemen olduğu bir zihin dünyasında yaşıyoruz

‘İşsizlik yükseliyor dolayısıyla hükümetin oyu azalacak.’ Evet, ABD’de böyle oluyor, İngiltere'de böyle oluyor, Fransa'da böyle oluyor, Japonya'da da bu şekilde bir etkisi var, Avustralya'da da var, ama Türkiye'de yok. Çünkü biz, aşırı sağın egemen olduğu bir zihin dünyasında yaşıyoruz. Muhafazakarlık önemli, dindarlık önemli, sünni dindarlık ve muhafazakarlık önemli. Onun yaratmış olduğu değerler önemli, onun yaratmış olduğu kadın, anne vs. figürleri ve aile değerleri önemli. Bunun üzerinden mesajlaşmaların etkisi seçmen üzerinde gayet yoğun ve bu yoğunluktan filtre edilerek geçen bu veriler etkisini beklendiğinden çok daha az gösteriyormuş gibi duruyor. Biz bunu yazıyoruz, anlatıyoruz fakat bunun anlaşılması bu kadar kolay bir şey değil. İnsanlar biraz da umutlanmak istiyorlar, verilere bakar bakmaz ‘aaa şöyle’ filan diyorlar.

Şimdi bu aynı şekilde ekonomideki fiyat artışı, pahalılık, yoksullaşma son derece kritik boyutlara ulaştı. Buna rağmen etkisi çok yoğun ve çok büyük olmuyormuş gibi gözüküyor. Ama şimdi bu girdiğimiz seçimdeki seçim sonuçlarının verilerine bakacak olursanız, orada gözüküyor ki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) temsil ettiği ittifak, özellikle AKP - Hür Dava Partisi (HÜDA PAR) ve Demokratik Sol Parti’den (DSP) oluşan blok, bunların aldığı oy miktarı AKP’nin 2018’de almış olduğu oy miktarından yedi puan daha az. MHP'yle birlikte düşünecek olursanız o zaman sekiz puan daha az. Çünkü MHP'de %11,2’den %10,4’e düşmüş gibi gözüküyor. Bu geçici veriler doğruysa tabii. Verilerin bir kısmı 2018 Yüksek Seçim Kurulu (YSK) resmi verileri, öbür kısmı gazetelerde yayınlanan, muhtemelen de değişecek olan bugünkü veriler. Yani MHP'de ufak bir azalış varmış gibi gözüküyor, bir puan kadar. Ama ona karşılık AKP’nin temsil ettiği blokta yedi puanlık bir azalma var. Şimdi bu, az buz bir azalma değil. Yani sonuç itibariyle yedi puan. %7’si, 60 milyon civarında seçmen olduğuna göre dört milyon - dört buçuk milyon seçmenden bahsediyoruz, bir azalmadan bahsediyoruz. Geçen seferki rakamı alırsanız 56 milyon, yine onun %7’si dört milyona yakın yapıyor, üç buçuk - dört milyon. Bu az bir miktar değil, ama yeterli değil. Yeterli olmadığı için de Türkiye bu Sultanizm rejimindeki demokratik olmayan seçimlerle Sultanizmi değiştirebilecek bir ivme yakalayamadı.

Ö.Ö.: Ben bir şey sorabilir miyim? Bu seçim değerlendirmelerinde en çok, şu anda benim de merak ettiğim şeylerden bir tanesi, bu Z kuşağından bahsediliyordu. Yani bu Z kuşağının seçimlere katılımı ne kadar yüksek olursa, biraz daha bu değerlerin sanki uzağındaymış gibi bir anlatı hakimdi, daha böyle muhalefete eğilimli gibi anlatılıyordu. Seçim sonuçlarına bakıldığımızda böyle bir genç seçmenin bir fark yaratmış olduğunu görüyor muyuz? Yoksa bu da mı biraz abartılı bir yorumdu en başından beri?

E.K.: Başından beri abartılı. Ben her konuşmamda karşı çıktım bu görüşe. Gençlerin siyasal katılması bütün dünyada daha azdır, yaşlıların da aynı şekilde azdır. Yani 65 yaş ve üzeriyle, 25 yaş ve altına bakacak olursanız bunlar en az katılan seçmenlerdir. Seçime katılma en ziyade orta yaşlarda oluyor. Hem kadın hem de erkek için. Burada böyle yükseliyor yani ‘çam eğrisi’ diye adlandırıyoruz. Ortada yükselen, iki uçtaki, iki kuyrukta azalan bir trend var. O trend içindeyiz. Buradaki seçmenlerin davranışında çok büyük bir değişiklik olması söz konusu değil. Bunu gösteren verilere ulaşmak da çok zor. Kaldı ki bizim yapmış olduğumuz veri çözümlemelerinde, yani 1990’ların başından 2018’e kadar elimizde toplanmış veriler var, onlara baktığımızda bugüne kadar gençlerin davranışının anne babalarından çok farklı olduğunu gösteren bir kanıt yok. Böyle bir şey olsa ya bir bir tür devrim olacak Türkiye'de. Böyle bir devrim olduğunu gösteren bir kanıt da yok temel itibariyle, öyle bir kayma da yok. Aynı zamanda katılımın çok yüksek olduğu ve muazzam sayılara erdiği filan iddiaları görüldü, bunlar da izlenimsel gördüğüm kadarıyla. Çünkü geçen seçimdeki YSK verilerine bakarsanız, yurt içi oylarda katılma oranı %88. Şu anda yurt içi oylardaki katılma oranı, bugünkü gazetelerde okuduğum kadarıyla %86 küsur olarak hesap ediliyor. Bir tanesi de %88 diyor, %88 ise aynı oran. %86 ise, hafif düşmüş gibi gözüküyor. Yani sonuç itibariyle bunlar çok yüksek katılma oranları. %88’den çıksa çıksa belki %92, %94 filan olurdu. Böyle bir kanıt yok elimizde, böyle bir artışa sebep olacak bir olayla karşılaştığımızı da görmüyoruz. 2018’de ne kadar yüksekse şimdi de o kadar yüksek. Bunda bir değişiklik söz konusu olmamışa benziyor. Ama dağılım farklı olmuş olabilir.

Şimdi şu anda bilmediğimiz ve yayınlanmayan, örneğin deprem bölgesinde kaç insan oy kullandı? Bu veriler daha henüz yayınlanmadı, YSK yayınlayacak, o zaman göreceğiz. Kaç kişi geri döndü, kaç kişi vefat etti, kaç kişi kayıp? Örneğin bugün sosyal medyada epey bir mesaj dolaşıyor; ölüler acaba bizim bıraktığımız deprem bölgelerinde oy kullandılar mı? Bilmiyoruz bunun cevabını henüz. Yayınlanırsa rakam, bu konuda bir şüpheye düşebiliriz. Oraları daha ayrıntılı, nüfus kayıtları, şunlar, bunlar, nasıl görülebilir bilmiyorum. Bakılması lazım ama bu illerde, birçok yerde önemli nüfus kayıpları oldu. Üç milyon civarı olduğu tahmin ediliyor bu bölgeden göçen ve aynı zamanda ahirete göçenlerin toplamı. Dolayısıyla böyle bir ortamda bunların bir kısmı gençtir, daha henüz oy verme çağında değildir, çocuktur filan, onları düşerseniz belli bir sayıda seçmen nüfusu diyelim ki iki buçuk milyon filan azalmış olması gerekir. Buradaki verilerin 2018’deki sayılarla aynı olması durumunda ‘kim bu oy verenler?’ diye sorma hakkına sahibiz tabii. Dolayısıyla o zaman bu belgelerin daha yakından incelenmesi ve sonuçlarda bir tahrifat olup olmadığının ortaya çıkartılması, usulsüzlüklere bakılması söz konusu olabilecek.

Ö.M.: Süre biterken ben de ufak, her zaman aklımda olan ve sorduğum bir soruyu sizinle de paylaşmak istiyorum. Bu genel tabloda medyanın, medya hakimiyetinin ve mesela Daron Acemoğlu'nun da Twitter'dan yazdığı, “Türkiye sadece Türkiye'de değil, tüm dünyadaki demokrasiler için kötü bir haber” olarak nitelediği bir noktada. Bu duruma gelinmesinde medyanın kontrolünün, sansürün ne ölçüde etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

Gayet canlı bir kültürel ayrışma ve onun üzerinden çatışma

E.K.: Bir etkisi var tabii tahmin ederim. Sosyal medyanın da var. İnsanların özellikle zihniyetine etki edecek ve onların duyarlılıklarına etki edecek mesajlar verilmesi. Bunu hem siyasiler yaptı, hem siyasiler kendi kanallarında yaptı; siz yoksulluğu, yolsuzlukları, yasakları, kurumsal yozlaşmayı filan bırakın, bunlar önemli değil, önemli olan imilli birlik, beraberlik, teröristlerle beraber oy kullanma, aile değerleri, şunlar, bunlar. Başka tarafa dikkati odaklamaya çalıştılar, kültürel kimlikler üzerine ve zaten kültürel kimlikler üzerinden ayrıştırarak, ‘günah keçileri’ yaratıp ‘böyle yönet’ esasına göre yönetiyorlar. Yönetim esası bu. Onun için gayet canlı bir kültürel ayrışma ve onun üzerinden çatışma. Bu çatışmayı da düşman yaratarak, günah keçisi yaratarak, onlara dikkati çekmek suretiyle, onlardan korunacak şekilde, belli bir kitleyi kendilerinde tutmak suretiyle yönetmeyi tercih ediyorlar. Oradan biraz fire vermiş durumdalar, Bu %7, %8 gibi görebildiğim kadarıyla. Onun için kazanılmış bir seçim yok ama statükoyu korumuş bir seçim söz konusu. Bu seçimin statükoyu koruyan bir sonucu olduğunu ve o statükoda da bir müddet daha devam edeceğimizi, dolayısıyla son beş yılda görmüş olduklarımızın katlanarak artacağını ve bizim hayatımızı derinden etkilemeye devam edeceğini düşünebiliriz.

G.G.: Evet, böylece programı bitirelim. Ben yalnız şunu ekleyeceğim; biz geçen sene, sizin Ali Çarkoğlu'yla yaptığınız ‘Gençlerin Muhafazakarlığı’ üzerine bir çalışmayı söz konusu etmiştik. Vakayiname’de Prof. Ali Çarkoğlu konuğumuz olmuştu, anlatmıştı. Bu söylediklerinizle de bağlanıyor. Şimdi seçimle giden ama otokratik bir rejimdeyiz. Ama işte seçimler şöyle ya da böyle, her ne kadar seçim güvenliği endeksinde sürekli geriye düşsek de yapılıyor ve bunun meşruiyeti önemli kabul ediliyor. O zaman herhalde yapılması gereken, bu sistemin içinde seçim yoluyla daha demokratik, daha özgürlükçü bir ülkeyi tesis etmeye sağlamak. Siz de böyle diyorsunuz galiba?

E.K.: Ona çalışacağız. Bu çok yavaş değişen bir süreç, zahmetli bir süreç. Çünkü Ömer Bey'in vurguladığı gibi, sosyal medya ve medya burada çok etkin. Misinformation [yanlış bilgilendirme] veya disinformation [dezenformasyon], iki türü var. Yani yanlış haber veya yalan haber yaymak suretiyle insanlara çok derinden bazı mesajlar verebilmeniz, onları belli bir yöne doğru itebilmeniz, etkileyebilmeniz mümkün. Bunu Brexit sürecinde Birleşik Krallık'ta görmüştük. Aynı zamanda Trump'ın seçimi döneminde, 2016’da. ABD’de hala devam ediyor, bir dahaki seçimlerde ABD’de de görülecektir bu. Yani birtakım komplo teorileri bu kitlelere kolayca yayılabiliyor ve buna inanma eğiliminde olan insanların da fikirlerini çok derinden etkileyerek belli bir tarafa doğru kaymalarını, daha çok sayıda kaymalarını kolaylaştırabiliyor. Bizde de bunun yapıldığını iddia ediyorlar. Şu ana kadar kanıtlanmış mı, bilmiyorum. Bir Rus etkisinden bahsedildi, Kemal Kılıçdaroğlu da dile getirdi. Bu tür şeylerin etkisi altında da seçmenin belli bir fikir değişikliği içerisine girdiği veya belli bir fikre iyice sarıldığını düşünebiliriz.

G.G.: Evet, çok teşekkür ediyoruz. Böylece bitirelim. Bugün Sabancı Üniversitesi'nden Prof. Ersin Kalaycıoğlu konuğumuzdu. Seçimler sonrası genel bir değerlendirme yaptı. Çok teşekkür ediyoruz Ersin Bey.

Ö.M.: Çok teşekkürler.

E.K.: İyi yayınlar efendim.

Ö.Ö.: Sağolun.

G.G.: Hoşçakalın.