Toplumsal cinayet çağı

Çeviri
-
Aa
+
a
a
a

Yönetici elitler, giderek hızlanan, hissedilir hale gelen ekolojik çöküşe rağmen bizi ya anlamsız jestlerle ya da inkârcılıkla yatıştırıyorlar.

Çizim: Mr. Fish

(Chris Hedges'ın Sheerpost'ta yayınlanan bu yazısı Nur Deriş Ottoman tarafından Açık Radyo için Türkçeleştirildi.)

Yönetici elitlerin küresel pandemiyi yanlış ele almaları sonucu meydana gelen iki milyon ölüm, daha sonra olacak olanlarla boy bile ölçüşemez. Bizi bekleyen küresel felaket daha şimdiden fosil yakıtların kullanımı ve hayvansal tarımın sürdürülmesiyle ekosistemin içine işledi zaten. Bu felaket ilerisi için de bize yeni ve daha öldürücü pandemileri, milyarlarca umarsız insanın oluşturduğu kitlesel göçleri, dibe vuran ürün hasatlarını, kitlesel açlığı ve sistemlerin çöküşünü vaat ediyor.                                                                                

Bu toplumsal ölüme ışık tutan bilimi yönetici elitler gayet iyi biliyor. Bizi bu pandemi ve onu izleyecek başkaları için uyaran bilimi yönetici elitler iyi biliyor. Karbon emisyonlarını durdurmayı başaramamanın bir iklim krizine ve nihai olarak insan türünün ve diğer türlerin çoğunun yok oluşuna yol açacağını ortaya koyan bilimi yönetici elitler iyi biliyor. Bilmediklerini iddia edemezler. Ancak kayıtsızlıklarını itiraf edebilirler.

Gerçekler tersyüz edilemez. Son kırk yılın her on yılı bir öncekinden daha sıcak geçti. 2018’de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Uluslararası Paneli, sıcaklıkta 1,5 Celsius derecelik (2,7 Fahrenheit derece) artışın sistemik etkileri üzerine bir özel rapor yayınladı. Okuması bayağı zorluyor insanı. Zirve yapan ısı artışları -daha şimdiden sanayi öncesi seviyelerin 1,2 Celsius derece (2,16 Fahrenheit derece) üzerindeyiz- artık sistemle bütünleşmiş durumda, yani bugün bütün karbon salımlarını durduracak olsak bile gene de felaketle yüzyüzeyiz. 1,5 Celsius derecenin üzerindeki her sıcaklık dünyayı yaşanamaz hale getirecek. Kuzey kutbundaki buzların yanısıra Greenland buz levhasının da, karbon emisyonlarını ne kadar düşürürsek düşürelim, artık erimesi bekleniyor. Buzlar bir kez eridikten sonra deniz seviyesinde meydana gelecek yedi metrelik (23 feet) bir artış, deniz seviyesinde bulunan bütün sahil şehirlerinin boşaltılması gerekeceği anlamına geliyor.

Kitlesel sivil itaatsizliğe dayalı barışçı eylemleriyle kendimizi kurtarmanın son ve en iyi şansını sunan Extinction Rebellion (XR-Yokoluş İsyanı) hareketinin kurucularından Roger Hallam, bu videoda konuyu olanca açıklığıyla ele alıyor:

(Konuşmanın Türkçe metnine buradan ulaşabilirsiniz.)

İklim krizi gittikçe daha kötüye giderken siyasi kısıtlamalar da artacak ve halkın direnişini zorlaştıracak. Henüz ufukta görünen Orwell tarzı gaddar devlette yaşamıyoruz. Böyle bir devlette bütün muhalifler Julian Assange’ın akıbetine uğrayacak. Ama bu Orwell tarzı devlet de çok uzağımızda değil. İşte bu yüzden şimdi harekete geçmemiz elzem.

Yönetici elitler, giderek hızlanan ve hissedilir hale gelen ekolojik çöküşe rağmen bizi ya anlamsız jestlerle ya da inkarcılıkla yatıştırıyorlar. Toplumsal cinayetin mimarları onlar.

Friedrich Engels’in 1845’te yazdığı ve toplumsal tarihin en önemli eserlerinden biri olan İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu adlı kitabında belirttiği gibi sosyal cinayet kapitalist sistemin kendi yapısında vardır. Yönetici elitler, diye yazar Engels, “sosyal ve siyasi denetimi elinde tutanlar”, sanayi devrimi sırasında zorlu çalışma ve hayat koşullarının işçileri “erken ve doğal olmayan bir ölüme” mahkûm ettiğinin farkındaydılar.

“Bir kişi başka bir kişiyi bedensel bir zarar verdiğinde ve bunun sonucunda ölüm gerçekleştiğinde buna adam öldürmek diyoruz. Saldırgan önceden vereceği zararın ölüme yol açacağını bilerek hareket ettiyse, o zaman buna cinayet diyoruz. Ancak toplum yüzlerce proleteri kaçınılmaz olarak çok erken ve doğal olmayan bir ölümle karşı karşıya bıraktığında; kılıçla ya da kurşunla işlenen şiddetli ölümle eşdeğerde olan bir ölümdür bu. Binlerce insanı hayatî ihtiyaçlarından mahrum bıraktığında, onları yaşayamayacakları koşullarda kalmaya zorladığında, kanunun güçlü eliyle bu koşulların kaçınılmaz sonucu olan ölüm gerçekleşinceye kadar bu durumda kalmaya mecbur ettiğinde, bu binlerce kurbanın mutlaka yok olacağını bilmesine rağmen bu koşulların sürmesine izin verdiğinde, yapılan işin adı cinayettir, tıpkı tek bir kişinin işlediği cinayet gibi; maskelenmiş, taammüden işlenmiş bir cinayet; kimsenin kendini koruyamayacağı bir cinayet çünkü katili kimse görmediği için, kurbanın ölümü doğal bir ölümmüş gibi gözüktüğü için cinayet; çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir.”

— Friedrick Engels, “The Condition of the Working-Class in England”

Hakim sınıflar bu toplumsal cinayeti maskelemek için muazzam kaynaklar seferber ediyorlar. Basının ne yazacağını denetliyorlar. Bilimi ve verileri, , tıpkı fosil yakıt sanayisinin onlarca yıldır yaptığı gibi, tahrif ediyorlar. Sorunu ele alıyormuş gibi komiteler, komisyonlar kuruyor, Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi gibi uluslararası kurumlar oluşturuyorlar. Ya da dramatik bir şekilde değişen iklim örüntülerine rağmen böyle bir sorunun var olduğunu inkâr bile ediyorlar.

Bilim insanları uzun zamandır bizi uyarıyorlar: küresel sıcaklıklar yükseldikçe dünyanın pek çok yerinde giderek artan yağışlarla ve sıcak dalgalarıyla hayvanların yaydığı bulaşıcı hastalıklar yıl boyunca pek çok halkı mağdur edecek ve kuzey bölgelerine yayılacak. Neredeyse 36 milyon insanın ölümüne yol açan HIV/AIDS, bir ila dört milyon insanı öldüren Asya gribi ve daha şimdiden 2,5 milyondan fazla insanı öldüren Covid-19 gibi salgınlar yerküre üzerinde gittikçe daha öldürücü dalgalar halinde yayılacak, sık sık da bizim denetimimiz dışında mutasyona uğrayacak. Et sanayisinde antibiyotiklerin yanlış kullanımı -ki bütün antibiyotik kullanımının %80’ini oluşturuyor- antibiyotiklere dirençli ve öldürücü yeni bakteri türlerinin oluşmasına neden oldu. 14. yüzyılda 75 ila 200 milyon insanın ölümüne yol açan ve belki de Avrupa nüfusunun yarısını yok eden Kara Ölümün modern bir versiyonu, ilaç ve tıp sanayileri hayatları korumaya ve kurtarmaya değil de para kazanmaya ayarlı kaldığı sürece muhtemelen kaçınılmaz olacak.

Aşılar söz konusu olduğunda bile kâr sağlığa baskın çıktığı için aşı dağıtımını etkili bir şekilde gerçekleştirecek ulusal altyapıdan mahrumuz. Küresel güneydekiler ise her zamanki gibi terk edilmiş durumdalar, sanki onları kırıp geçiren bulaşıcı hastalıklar hiç bize uğramayacakmış gibi. İsrail’in Covid-19 aşısını 19 kadar ülkeye dağıtırken işgali altında yaşayan 5 milyon Filistinliyi aşılamayı reddetme kararı, yönetici elitin hayret verici miyopluğunu olduğu kadar ahlaksızlığını da simgeliyor, 

Bu olup bitenler bir ihmalkârlık yüzünden değil. Beceriksizlikten de değil. Başarısız bir siyaset sonucu da değil. Düpedüz cinayet bu. Cinayet, çünkü önceden tasarlanmış bir iş. Cinayet, çünkü küresel hakim sınıfların hayatı korumak yerine yok etmek üzere yaptıkları bilinçli bir seçim söz konusu. Cinayet, çünkü kesin istatistiklere, iklimde giderek artan bozulmalara ve bilimsel modellemelere rağmen kâr insan hayatının ve insanların sağ kalmasının üstünde tutuluyor. 

Elitlerin bu sistemde işi tıkırında, yeter ki Lewis Mumford’un “megamakina” diye adlandırdığı şeyin buyruklarını yerine getirsinler. Bu megamakina, bilimin, ekonominin, tekniğin ve siyasi iktidarın çakışmasıyla tek amacı kendi varlığını sürdürmek olan bütünleşmiş, bürokratik bir yapıdan ibaret. Bu yapı, Mumford’un vurguladığı gibi, “hayatı güçlendirici değerlerin” antitezi. Ancak bu megamakinaya meydan okumak, onun ölüm arzusunun adını koyup mahkûm etmek, onun içersindeki mabetten kovulmak demek. Hiç kuşkusuz megamakinanın içinde gelecekten endişe duyan, hatta belki de bu toplumsal cinayetten dehşete düşen bazıları vardır, ama onlar işlerini ve sosyal konumlarını kaybetmek, parya haline gelmek istemezler. 

Askeriyeye ayrılan muazzam kaynaklar, hele Savunma Bakanlığının bütçesine Gaziler İdaresinin maliyeti de eklenecek olursa yılda harcanan 826 milyar dolar, bizi intihara sürükleyen deliliğin en çarpıcı örnekleridir. Gittikçe azalan kaynaklarını kurumlara ve projelere aktararak çarçur eden, böylece kendi çöküşlerini hızlandıran, bütün çökmekte olan uygarlıkların muzdarip olduğu bir illettir bu.

Dünya çapında askerî harcamaların yüzde 38’ine sahip olan Amerikan askeriyesi, bu gerçek varoluş kriziyle başa çıkma yetisine sahip değildir. Savaş jetleri, uydular, uçak gemileri, savaş gemisi filoları, nükleer denizaltılar, füzeler, tanklar ve devasa mühimmat depoları, pandemiye ve iklim krizine karşı hiçbir işe yaramaz. Savaş makinası, halkları hasta eden ve zehirleyen ya da hayatı sürdürülemez hale getiren yozlaşmış ortamların yol açtığı azabı hafifletecek hiçbir şey yapmaz. Hava kirliliği daha şimdiden takriben 200 bin Amerikalıyı öldürüyor. Öte yandan Flint, Michigan gibi çöküntüye uğramış şehirlerde yaşayan çocuklar içme suyundaki kurşun zehirlenmesinin ömür boyu ceremesini çekecek.

Maliyeti 5 ila 7 trilyon doları bulan bitmez tükenmez ve nafile savaşların sürdürülmesi, 70’ten fazla ülkede 800 kadar askerî üssün korunmaya devam edilmesi ve bunlara bir de Pentagon’un müzmin dolandırıcılığı, israfı ve kötü yönetimi eklendiğinde, türlerin hayatta kalma tehlikesinin baş gösterdiği bir zamanda, kendi kendini yok etmek anlamına gelir. Pentagon, aslında işlerliği olduğuna pek kimsenin ikna olmadığı bir balistik füze savunma sistemine 67 milyon dolardan fazla harcama yaptı. Aralarında 22 milyar dolara mal olan Zumwalt muhribinin de bulunduğu başka kör mermili silah sistemlerine de gene milyarlar akıttı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi ABD askeriyesi 2001-2017 yılları arasında 1,2 milyar ton karbon salımı yaptı. Bu rakam ülke çapında yolcu araçlarının yol açtığı yıllık karbon salımının iki mislidir. 

Bundan on yıl sonra geri dönüp de günümüzün küresel hakim sınıflarına baktığımızda onları insanlık tarihinin en canî yöneticileri olarak göreceğiz; milyonlarca insanı, bugünkü pandemide hayatını kaybedenler de dahil olmak üzere, bile isteye ölüme mahkûm eden yöneticiler olarak. Bu yaptıkları, geçmişin katillerinin caniyane aşırılıklarını bile gölgede bırakıyor, ki buna Amerika’nın yerli halklarına karşı Avrupalıların işlediği soykırım da, 12 milyon kadar insanı yok eden Naziler de, Stalinciler de ya da Mao’nun Kültür Devrimi de dahildir. Bu şimdiye kadar insanlığa karşı işlenen en büyük suçtur. Gözlerimizin önünde işlenen bir suç. Ve birkaç istisnayı saymazsak biz de kendi rızamızla koyunlar gibi mezbahaya götürülüyoruz.

Aslında çoğu insanın yönetici elitlere güvendiği de yok. İhanete uğradıklarını biliyorlar. Kendilerini kırılgan hissediyorlar ve korkuyorlar. Gözü doymaz oligarklardan oluşan ufacık bir düzenbaz grubun elinde akıl almaz miktarlarda zenginliğin ve gücün toplanmasını sağlayan küresel elitlerin, onların çektikleri sefaleti görmezden geldiğini, önemsemediğini biliyorlar.

Kendilerini terk edilmiş hissetmeleri karşısında duydukları korkunç öfke, çoğu zaman ifadesini zehirli bir dayanışmada buluyor. Bu zehirli dayanışma, hakları elinden alınmış olanları nefret suçları, ırkçılık, günah keçilerine karşı sırf intikam duygusuyla girişilen eylemler, dinî ve etnik şovenizm ve nihilist bir şiddet etrafında bir araya getiriyor. Hıristiyan faşistlerin geliştirdiği türden kriz tapınmalarını besliyor ve Donald Trump gibi demagogların yükselmesini sağlıyor.

Toplumsal bölünmeler, birbirini rakip gören kesimleri besleyecek nefret paketleriyle dolu medya silolarının sahibi hakim sınıfların işine yarıyor. Toplumsal zıtlaşmalar ne kadar büyürse elitlerin de o kadar korkacak bir şeyleri kalmıyor. Zehirli dayanışmanın kıskacına aldığı kesimler sayısal olarak üstünlük kazanırsa -ki Amerikalı seçmenlerin neredeyse yarısı geleneksel hakim sınıfı reddediyor ve komplo teorileriyle bir demagoga sarılılıyor- o zaman elitler de bu yeni iktidar denklemini kendilerine uygun hale getirirler ve bu da toplumsal cinayete hız kazandırır.

Biden yönetimi bizi kurtaracak olan ekonomik, siyasi, toplumsal ya da çevresel reformları gerçekleştirmeyecek. Fosil yakıt sanayisi petrol çıkarmaya devam edecek. Savaşlar bitmeyecek. Toplumsal eşitsizlik artacak. İçerdeki işgali sürdüren militarize olmuş polis kuvvetleriyle, topyekûn gözetim sistemiyle ve sivil özgürlüklerin kaybıyla sürdürülen hükümet denetimi daha da yaygınlaşacak. Yeni pandemilerin yanısıra kuraklıklarla, önüne geçilemez orman yangınlarıyla, devasa kasırgalarla, insanları felce uğratan sıcak dalgaları ve sellerle sadece bütün ülke perişan olmakla kalmayacak, ülke insanları da ulusal bir sağlık kriziyle başedecek şekilde tasarlanmamış ve donatılmamış, kâra dayalı bir sağlık sisteminin altında ezilecek. 

Bu toplumsal cinayeti mümkün kılan kötülük kollektiftir. Bunun uygulayıcıları iş idaresi yüksek okullarından, hukuk fakültelerinden, iş yönetimi programlarından ve elit üniversitelerinden yetişen renksiz bürokratlar ve teknokratlardır. Bu sistem yöneticileri, sömürüye ve ölüme işlerlik kazandıran yaygın, karmaşık sistemlerin gerekli kıldığı işleri adım adım gerçekleştirirler. Bizim kişisel verilerimizi dijital tekeller için, güvenlik ve gözetim devleti için toplarlar, depolarlar ve manipüle ederler. Exxon Mobil’in, BP’nin ve Goldman Sachs’ın çarklarını yağlarlar. Satın alınmış ve parası ödenmiş siyasi sınıfın geçirdiği kanunların metinlerini yazarlar. Afganistan’daki, Irak’taki, Suriye’deki ve Pakistan’daki yoksulları dehşete düşüren insansız hava araçlarının pilotu onlardır. Sonu gelmeyen savaşlar onların işine yarar. Şirket reklamcıları, halkla ilişkiler uzmanları ve medyayı yalanlara boğan televizyon üstatları onlardır. Bankaları onlar yönetir. Hapishaneleri onlar denetler. Doldurulacak formları onlar yayınlar. Belgeleri onlar düzenler. Kimilerinden yemek kuponlarını tıbbî bakım hizmetlerini esirgerken, kimilerinin işsizlik fonlarından yararlanmasını engelleyen onlardır. Evden çıkartmaları gerçekleştirenler onlardır. Kanunları ve yönetmelikleri yürürlüğe geçiren onlardır. Onlar soru sormazlar. Entelektüel bir boşlukta, boğucu bir dakikliğin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşar onlar. T. S. Eliot’ın “içi oyulmuş adamlar”, “içi doldurulmuş adamlar” diye tanımladığı onlardır. “Şekli olmayan biçim, rengi olmayan ton” diye yazar şair. “Felce uğramış güç, hareketten yoksun jest.”

İşte bu sistem yöneticileri sayesinde Amerikalı yerlilerin imha edilmesinden tutun da Türklerin Ermenileri katletmesine kadar, Nazilerin Holokostundan tutun da Stalin’in tasfiyelerine kadar geçmişin soykırımları gerçekleşebildi. Trenlerin aksamadan yol almalarını sağlayan onlardı. Kayıt kuyut işlerini tutan onlardı. Mülkleri ele geçirenler ve banka hesaplarına el koyanlar onlardı. Gerekli işlemleri gerçekleştirenler onlardı. Gıdayı karneye bağlayanlar onlardı. Toplama kamplarını ve gaz odalarını yönetenler onlardı. Kanunları uygulayanlar onlardı. İşlerini yaptılar.

Bu sistem yöneticileri kendi ufacık teknik becerileri dışında tamamen eğitimsiz olduklarından hakim varsayımları ya da yapıları sorgulayacak dilden de ahlakî bağımsızlıktan da yoksundurlar.

Hannah Arendt “Eichmann Kudüs’te adlı eserinde Adolf Eichmann’ın motivasyonunu sağlayan şeyin “kendi kişisel terfisini gözetmede olağanüstü bir özen” olduğunu yazar. Nazi Partisine katılmasının nedeni, meslekî açıdan iyi bir adım olduğu içindi, der Arendt ve şöyle devam eder:

“Eichmann’ın sorunu tam da çok fazla insanın kendisi gibi olması ve o çok fazla insanın ne sapkın ne de sadist olmasıydı, yani onların o zaman da şimdi de korkunç derecede ve dehşet verici şekilde normal olmalarıydı.

İnsan onu dinledikçe konuşmaktaki beceriksizliğinin aslında düşünmekle ilgili bir beceriksizlikle, yani bir başkasının açısından düşünmekle yakından ilgili olduğunu anlıyordu. Onunla hiçbir şekilde iletişim kurmak mümkün değildi. Bunun nedeni de yalan söylüyor olması değil kelimelere ve başkalarının varlığına karşı, dolayısıyla gerçekliğin kendisine karşı koruma tedbirlerinin en güvenilir olanıyla çevrelenmiş olmasıydı.”

Hannah Arendt, “Eichmann Kudüs’te”

Rus yazar Vasily Grossman “Durmadan Akıp Giden” adlı kitabında şu gözlemde bulunuyordu: “yeni devletin mukaddes havarilere, fanatiklere, esinlenmiş kuruculara, sadık, imanı kuvvetli müritlere ihtiyacı yoktu. Yeni devletin hizmetkârlara bile ihtiyacı yoktu – sadece memurlara.” İşte toplumsal cinayetin ateşini harlayan, bu metafizik cehalettir.

Eli kulağında olan kıyametin büyüklüğünü duygusal olarak algılamamız mümkün değil, onun için de harekete geçmiyoruz.

Claude Lanzmann Holokost üzerine belgeseli “Shoah”da  Filip Müller ile, Auschwitz’de “özel tefrik” tabir edilen grupta olduğu için tasfiyelerden kurtulup hayatta kalan bir Çek Yahudisi ile görüşür.

“1943’te bir gün ben 5.Krematoryumdayken (cesetlerin yakıldığı fırın) Bialystok’tan bir tren geldi. ‘Özel tefrik’ grubundan bir mahpus, ‘soyunma odasında’ bir arkadaşının eşi olan bir kadını gördü. Dosdoğru kadına gidip ‘Sizi imha edecekler. Üçsaat sonra kül olacaksınız’ dedi. Kadın ona inandı çünkü onu tanıyordu. Dört bir tarafa koşuşturup öteki kadınları uyardı. ’Bizi öldürecekler. Bizi gazlayacaklar.’ Omuzlarında çocuklarını taşıyan anneler buna inanmak istemedi. Kadının delirdiğine karar verdiler. Onu kovalayıp kaçırdılar. Kadın bu sefer de erkeklerin oraya gitti. Hiçbir işe yaramadı. Ona inanmadıkları için değil. Bialystok gettosundayken, ya da Grodno’da ve daha başka yerlerde kulaklarına bir şeyler çalınmıştı. Ama kim böyle şeyleri duymak ister ki? Kimsenin kulak asmadığını görünce, o kadın suratında tırmalanmadık yer bırakmadı. Ümitsizlikten. Şoktaydı. Ve çığlık çığlığa bağırmaya başladı.”

Filip Müller, “Shoah”da Claude Lanzmann ile görüşme

Nasıl direneceğiz? Eğer bu toplumsal cinayet kaçınılmaz ise, ki öyle olduğuna inanıyorum, buna karşı mücadele etmeye bile değer mi? Kara bir alaycılığa ve umarsızlığa teslim olsak daha iyi olmaz mı? Neden her şeyden elimizi eteğimizi çekip hayatımızı kendi özel ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı doyurmaya çalışarak yaşamayalım ki? Hepimiz bu suça ortağız, megamakinanın her şeyi kasıp kavuran gücü karşısında felce uğramış durumdayız ve onun bu devasa çarkları arasında bize ayrılmış olan sekmelerde onun yıkıcı enerjisine kıskıvrak bağlıyız.

Ancak harekete geçemezsek, yani megamakinayı kırmak amacıyla şiddetsiz sivil itaatsizlik eylemlerini ısrarla sürdürmezsek bu, ruhen ölmek demektir. Bu toplumsal cinayetin failleri olan sistem yöneticilerini ve teknokratları insan dişlileri haline getirmiş olan kara alaycılığa, zevk düşkünlüğüne ve uyuşukluğa teslim olmak demektir. İnsanlığımızdan vaz geçmek demektir. Suç ortağı olmak demektir.

Albert Camus şöyle yazıyor: “Felsefî olarak yegâne tutarlı tavırlardan biri de isyandır. İnsan ile onun karanlığı arasında hep süregelen bir çatışmadır bu. Bir emel de değildir çünkü umuttan yoksundur. O isyan, ezici bir kaderin kesinliğidir, ama ona eşlik edeceği beklenen boyun eğme olmaksızın.” 

“Yaşayan bir insan köleleştirilebilir ve tarihsel bir nesne durumuna düşürülebilir,” diye uyarıyor Camus. “Ama köleleştirilmeyi reddederek ölürse, nesne olarak sınıflandırılmayı reddeden bir başka insan tabiatının varlığını yeniden kanıtlamış olur.”

Ahlâkî bağımsızlığımıza sahip çıkıp sürdürme, işbirliği yapmayı reddetme, megamakinayı yıkma yetimiz, kişisel özgürlüğümüzü ve anlamı olan bir hayatı korumanın tek yolunu sunuyor bize. İsyan kendi haklılığını içinde taşır. Zulmün yapılarının, fazla göze çarpmasa da, altını oyar. Empatinin ve diğerkâmlığın olduğu kadar, adaletin de sönmemiş korlarını canlı tutar. O korlar küçümsenemez. Onlar sayesinde insan olma yetimiz canlı kalır. Bize karşı bu toplumsal cinayeti işleyen güçlerin durdurulabileceği ihtimalini, ne kadar zor gibi görünse de, canlı tutar. İsyana en nihayet sarılmak gerek, sırf sağlayabileceği başarılar için değil, aynı zamanda bizim de nasıl insanlar olarak varolmamızı sağlayacağı için. İşte bu varoluş bize umut veriyor.

 

Chris Hedges

Chris Hedges Pulitzer Prize ödülünü kazanmış bir gazetecidir. The New York Times gazetesinin yabancı haberler muhabiri olan Hedges gazetenin Orta Doğu Bölgesi ve Balkanlar şefi olarak çalıştı. Daha önce The Dallas Morning News, The Christian Science Monitor ve NPR için yurtdışında çalışmıştı. On Contact başlığıyla yayınlanan ve Emmy Ödülüne aday gösterilen radyo-televizyon programının sunucusudur.

 

Çeviri: Nur Deriş Ottoman

Son okuma: Ömer Madra