Roger Hallam anlatıyor: Şu andaki sorumluluklarımız

Çeviri
-
Aa
+
a
a
a

Chris Hedges'ın "Toplumsal cinayet çağı" isimli yazısında değindiği Roger Hallam'ın konuşmasının videosunu ve Türkçe metnini birlikte yayınlıyoruz. 

Hepinize geldiğiniz için teşekkürler. Önce bir konuşma yapacağım, sonra sorulara geçeriz, sonunda iki gruba ayrılıp nerede, ne zaman, ne yapacağımızı konuşuruz. Bu süreci daha da ileriye götürmek isteyenler olursa onu da ele alırız.

Biliyorum bir çoğunuz zaten XR’da (Extinction Rebellion/Yokoluş İsyanı) bunları biliyorsunuz, bu konularda deneyim sahibisiniz ama bildiğiniz şeyleri gene de tekrar etmekte yarar var çünkü kolayca dikkatimizi dağıtacak pek çok günlük işe dalabiliyoruz ve şu andaki sorumluluklarımızı ihmal edebiliyoruz. Bugünkü konuşmamın başlığı da bu zaten. 

Karşı karşıya bulunduğumuz durumun son derece vahim olduğunu vurgulamak ve bunu olanca açıklığıyla ortaya koymak istiyorum.  Ayrıca bu durumda ne yapmamız gerektiği de apaçık ortada. Bu aslında karmaşık bir durum değil, duygusal olarak bizi çok zorlasa da, hiç karmaşık bir durum değil. Bu ikisi birbirinden çok farklı şeyler.  

Konuşmama başlarken bazılarınızın tanıdığını tahmin ettiğim son derece saygın bir ekonomi profesörü olan, London School of Economics’de ders veren ve daha önce King’s College’de ders vermiş olan Nick Stern’den söz edeceğim. Sanırım bundan on yıl kadar önceydi, bir konuşma yapmıştı, Kopenhag Konferansı sırasındaydı ya da ondan kısa bir süre sonra. Şu sözlerini hep hatırlarım: “İklim değişikliği demek, Birinci Dünya Savaşını, İkinci Dünya Savaşını ve Büyük Depresyon dönemini bir araya getirseniz hepsini birden kapsayan bir gerçek demektir.” Üstelik bunu 2009’da söylemişti, varın bunun şimdi ne anlama geldiğini bir düşünün. 

Sözlerime başlarken ondan Birinci Dünya Savaşı'yla ilgili bir alıntıyı okuyacağım. Bugün içinde bulunduğumuz durumu anlatmak bakımından durumu iyice canlandırmayı sağlıyor. Bu Passchendaele muharebesiyle ilgili. Bu tarihî sözler aynen şöyle: “Hedef gene bir nefret tahayyülü idi. Plan, Antwerpen’den (Anvers) çıkıp kurtulmak ve Belçika’nın kanal limanlarını ele geçirmek üzerine kurulmuştu. Britanya askerleri için bu, savaşın en berbat muharebesiydi. Zemin düz, çok ıslak ve şarapnel darbeleriyle paramparça olmuştu. Saldırının ilk gecesi temmuzun son günüydü, yağmurlar başladı ve Eylülde kısa süren bir aradan sonra Kasım ayına kadar durmadan yağdı. Üç bin Britanya topu dört milyondan fazla mermi ateşledi. Alman siperlerinin her bir metresine neredeyse dört milyon tonluk patlayıcı düştü. Bunun sonucu bir çamur bataklığı, mermi kovanlarıyla delik deşik olmuş kapkara bir çöp deryasıydı. İnsan ve at cesetleri, kedi kadar büyük fareler, sarıya ve kahverengiye çalan bulutlardan oluşan puslu bir hava, çürümenin ve kangrenin sebep olduğu dayanılmaz berbat koku, aslında gaz kokusu olan tatlı bir menekşe kokusu ve ölümün tozlu kokusu. Çamur paletleri üzerine yatırılan yaralıların kayıp düşmesi demek, bir çamur deryasında boğulmak demekti. Topları ateşleyenler dizlerine kadar suya batmış durumdaydı. Toprak üzerinde yürümeye çalışan askerler ancak ölülerin üzerine basa basa ilerleyebiliyordu. 

Nihai saldırı gününde General Haig’e yakın bir üst rütbeli Britanyalı subay, Yüzbaşı Sir Lancelot Kiggell ilk defa cepheyi ziyaret etmişti. Arabasının içinde ancak savunma sınırına kadar gelen ve gördüklerinden dehşete düşen subay ağlamaya başladı. “Aman tanrım!” dedi “biz gerçekten askerleri bunun içinde savaşmaya mı yolladık?” Onun yanında duran ve çatışmaya katılmış olan biri, sıradan bir şey söylüyormuş gibi “Biraz daha ileride durum daha da kötü” dedi."

Evet bu akşam burada bulunanlarımız için eminim ki savaşın ifade ettiği dehşeti ve ürkütücülüğü anlamak hiç kolay bir iş değil. Bu dinlediğiniz sözler, Nick Stern’e göre, bizden sonraki kuşağı nasıl bir geleceğe yolladığımızı anlatıyor. Benim size anlatmak istediğim, böylesi bir dehşeti ve ürkütücülüğü hissedebildiğimiz ölçüde, bunun sahip olduğumuz en önemli şey olduğu, yani ileride olacaklara karşı duygusal olarak duyduğumuz tiksinti, sahip olduğumuz en önemli şey. Çünkü bu duygu sayesinde bizi bekleyen yokoluş olaylarından kaçınmamız mümkün olacak.

İşte bu gece esas tutunmak istediğimiz duygu bu. Mevcut hükümet ve karbon ekonomisi yüzünden içinde bulunduğumuz durum karşısında duyduğumuz bu temel tiksinti duygusu. İşin gerçeği bu. Ama bir de bir önerim olacak: bu okuduğum alıntı aslında bugün olup bitenlerle benzerlik arz ediyor. Yani insanların çoğu, nüfusun büyük çoğunluğu ve şurası kesin ki General Haig gibi bu ölüm projesinin başında bulunanlar hiçbir zaman cepheye gitme yürekliliğini göstermezler. Bugün de insanlar karşılarındaki gerçeklikle, insanların başına gerçekte neler geleceğiyle yüzleşme cesaretine sahip değiller. İma ettiğim şey aslında bu: Yokoluş İsyanı’ndakiler de, onların büyük çoğunluğu da aynı o yüzbaşı gibi cepheye kadar gitmişler, o bataklığa kıyısından göz atmışlar ama daha ileriye gitmemişler, o dehşetin gerçekten ne olduğunu kavrayamamışlar, geri adım atmışlar. 

İşte benim bu konuşmayla anlatmak istediğim şey, bizim kesinlikle daha ileriye gitmek gibi bir sorumluluğumuz olduğunu vurgulamak. Benim hem size hem de kendime yönelttiğim meydan okuma bu. Bence yapılması önemli olan şey şu tespitte bulunmak: 2018’de Yokoluş İsyanı hareketi başladığından bu yana ilerde ortaya çıkacak dehşet verici olgular açısından çok anlamlı değişiklikler meydana geldi. Şimdi 2021’deyiz. Üç yıl iklim acil durumu açısından çok uzun bir zaman. Sıcaklık 2020’de sanayileşme öncesi döneme kıyasla 1.3 derece yükselmişti, yani 1 derecelik hesaplar yaptığımız günler geride kaldı, 1.3’e geldik. 2000 ile 2010 arasında sıcaklıkta 0.2 derecelik bir artış oldu. 2010 ile 2020 arasında 0.3 derecelik bir artış oldu. Yani özetleyecek olursak şimdi 1.3 derecedeyiz ve önümüzdeki on yıl içinde bu sayı 1.5, 1.6’ya çıkacak. Bu artık kesin, bunu biliyoruz, kurulu düzen de bunu biliyor, bilim insanları da. Ayrıca 2018’de bilmediğimiz başka bir şeyi de artık biliyoruz: Kuzey Kutbu'ndaki buzlar, karbon kullanımını ne kadar azaltırsak azaltalım, eriyecek. Pek çok bilim insanının araştırmaları bu yıl bunu ortaya koydu. Kuzey kutbu buzlarının erimesi 2030 ila 2035 arasında gerçekleşecek. Yani bu şimdiden olmakta. Sanki ileride olmasını bekleyeceğimiz bir şeymiş gibi göremeyiz bunu. Bu artık kesin bir gerçek. Bir başka kesin bilgi de Grönland’daki buz tabakasının eriyecek olması. Gene bu yıl son üç ay içinde çıkan bilimsel araştırmalara göre karbon emisyonlarını sıfıra indirsek bile Grönland buz tabakası eriyecek. Bir başka deyişle deniz seviyelerinde 7 metrelik bir yükseliş artık kesin. Bu önümüzdeki 50 ya da 200 yıl içinde gerçekleşecek, tam emin değiliz. Ama kesinlikle emin olduğumuz şey, sahillerdeki her şehrin, her kasabanın boşaltılması gerekeceği. Bu adeta tahayyülümüzü de aşan aktif bir vandalizm gibi, son on yılda gerçekleşmesine göz yumduğumuz şey işte bu. Olur da unutursak diye vurgulamak istediğim şey, kurulu düzeni temsil edenlerin, neyin nasıl olması gerektiğini bilenlerin bu gerçeği de bildikleri. Bundan 2 ay kadar önce Avustralyalı bir düşünce kuruluşu temsilcisiyle konuşuyordum. Britanya’nın önde gelen kurulu düzen temsilcilerinden biriyle görüşmüş. Siz biliyorsunuz bunun kim olduğunu, 20 yıldır televizyona çıkıp duran ünlü biri.  Bu Avustralya kuruluşun önemli isimlerinden biri olan adamla konuşurken kendi ismini vermemesini istemiş ama şunu da söylemiş: Kuzey Kutbu’nun erimesini durdurmaya kamuoyunu ikna etmek için, mühendisleri kademeli olarak seferber etmek için bir yılımız kaldı. İşte böyle demiş ama bunu halkın önünde söylemedi. İşte bu ülkeyi yöneten insanların korkaklığını ve ihanetini göstermek bakımından karşı karşıya olduğumuz durum bu.

Bir de bugün İngiltere Bankası’nın yaptığı açıklama var. Bunu gören var mı aranızda? İngiltere Bankası’nın hazırlanmasını talep ettiği rapor bugün yayınlandı. Raporda biyolojik çöküş nedeniyle dosdoğru bir felakete gidiyoruz deniliyor. Bundan anlamamız gereken, burada kastedilen toplumsal bir çöküşe gittiğimiz gerçeğidir. Toplumsal çöküş ise kitlesel tecavüz, kitlesel katliam ve kitlesel açlık demektir. İşin gerçeği bu. 

Ben de Harvard Üniversitesinden bir öğretim görevlisiyle konuşuyordum. Bu insanlar sizi çileden çıkartacak bir şekilde neler olup bittiğini pattadanak söylerler. Esas olarak söylediği şuydu: jeo-mühendislik dışında hiçbir şey bizi kurtaramayacak. Onun planı da bütün Sahra çölünü ve Hindistan’ın güneyini aynalarla donatmak. Yapılacak tek şey bu diyor. Bu adam fizik profesörü ve ona göre gömülmüş olan karbonu emip çıkarmak fizik kanunlarına aykırı. Bu yüzden de yapılacak tek iş bütün bu alanı aynalarla kaplamak, bu suretle sıcaklığı aynı derecede tutmak. Bunu yapmak için zamanın daraldığını, on yıl kaldığını söylüyor. Bunu anlatmak için de bir benzetme yaptı: bir kavanoz dolusu bilyeyi yere saçmak kolaydır ama onları tekrar toplayıp kavanoza koymak hiç de kolay değildir. 

İşte durumun aciliyetinin ne kadar vahim olduğunu gösteriyor bunlar, tamam mı? Durum çizgisel bir doğruda ilerlemiyor, buzlar bir kez eridi mi ancak muazzam enerji kaynaklarını seferber ederek durumu tersine çevirmek mümkün olabilir. Bunu yapabilecek olsak bile – ki yapabileceğimiz de kuşkulu. 

İşte burada anlatmak istediğim ilk nokta şu: 2021 yılı gerçekleştirmek istediğimiz dönüşüm için ne yapmamız gerekiyorsa onu mutlaka yapmak için vardığımız zorunlu sınır. Burada herkesi rahat ettirecek bir sosyalleşmeden bahsetmiyoruz, hiçbir zaman da öyle olmadı zaten. Öyle olsaydı bile, bugünkü durum öyle değil ve bu konuşmayı şu anda sizlerle yapmamın nedeni de bu.

Kendimle ilgili de bir şey söylemek ve bu mesele benim kafamda neden bu kadar açık, onu anlatmak istiyorum. Çünkü bunu kendi yaşadıklarımla öğrendim. Ben 18 yaşındayken Hindistan’a gittim ve bir sivil haklar hareketine katıldım, sanırım sene 1985’ti. Ben oraya vardığımda tekstil işçilerinin bir grevi sırasında polis 20 işçiyi vurup öldürmüştü ve polis işçilerin köyüne gidip o işçilerin eşlerine tecavüz etti. Bu olay benim hayatımı değiştirdi, hiçbir zaman tam kendime gelemedim bu yüzden. Çünkü bunun sonucunda toplumsal çatışmanın neye benzediğini yakından görmüş oldum. Sonra London School of Economics’den (Londra Ekonomi Yüksek Okulu) bir burs kazandım ve buradan ayrıldım. Hayatımın 20-30 yılını el emeğiyle geçirdim, çünkü böylesine sistematik bir gaddarlık düzenine katılmak istemedim. Organik çiftçilik yapmaya başladım. 2006 yılında yedi hafta boyunca durmadan yağmur yağdı. Galler bölgesinde binyıl sonra yazın görülen en yüksek yağmur seviyesiydi bu. Dört hafta sonra tarlalarımdaki 4 milyon bitki ölmüştü. O yıl dışarıda, yani açık havada yetişen tek bir sebze üretemedim. Tarlaları dolaşıp binlerce, binlerce çürüyen bitkiye baktım. İşte bu olay kitlesel bir açlığa doğru yol aldığımızı kavramamı sağladı. Çünkü daha şimdiden durum bu kadar kötüye gidiyorsa ileride neler olacağını da biliyoruz demektir. Zaten yüz milyonlarca çiftçi bunu biliyor, yani iş bir kırılma noktasına gelecek ve kitlesel ölçüde gıda yetersizliği ortaya çıkacak. Bunun sonucunda da Covid bize tatile çıktığımız bir zaman gibi gelecek. İşte bizi bekleyen bu. 

Bunu biliyoruz, şimdiye kadar fark etmemiş olabilirsiniz ama bilim insanlarının yazdıklarına göre 35 ila 50 milyon yıl öncesinde yaşanmış olan büyük kitlesel yokoluşa kıyasla şimdi 20-30 misli bir hızla atmosfere karbon saçıyoruz. Sanırım bugüne kadar karşılaştığım en dehşet verici istatistik bu. Çünkü bunu düşündüğünüzde sanki bir duvarı yokuş aşağı düşecek şekilde tekmelemekle kalmıyorsunuz, aynı zamanda da olanca ağırlığınızla yüklenip, dünyanın bundan önce yaşadığı ve canlı olan her şeyin yüzde 90-95’ini öldüren çöküşü 20, 30 misli arttırmış oluyorsunuz. İşte şu anda olmakta olanın kesinlikle vardığı aşırı nokta bu. 

Evet, dolayısıyla yapılacak ilk iş, ki eminim hepiniz bunun farkındasınız, kendimize şunu hatırlatmak: durum artık berbat. Zaten bunu bir süredir biliyorduk ve şu anda geldiğimiz nokta 2021’de mutlak bir zorunluluk haline geldi. Benim Yokoluş İsyanı ile yapmayı umduğum şey, Britanya hükümetine karşı bir sivil direnişe girişmekti. Ben ille bir sivil direniş tutkunu olduğum, ya da süper radikal biri olduğum için değil, ama bu işe yaradığı için, bir zorunluluk olduğuiçin. Zaten Yokoluş İsyanı da bana bunu yapmam için para veriyor. 

Ben her şeyden önce bir bilim insanıyım ve bir bilim insanı olarak hayatımı böyle kazanıyorum, tabii buna kazanmak denirse, işin hesabını kitabını yapmam için para veriyorsunuz bana. Benim işim size neyin nasıl olduğunu anlatmak.  Bugün size şunu söylemek için buradayım: bu işi başarmamız kesinlikle mümkün. Yani yapılması gereken değişikliği yasama yoluyla gerçekleştirmek, kazananlar tarafına geçmek ve yaklaşmakta olan trajediyi yaşamamak mümkün. Bunu yapmamış olmamızın nedeni, yapmıyor olmamız, tamam mı: bu kadar basit. Gerekli olan neyse onu yapmamız lazım.

Benim burada size önermek istediğim iki şey var. Gerekli olan neyse onu yapmalıyız; çünkü doğru olan, ahlakî olan bu. İkincisi de bunun stratejik olarak anlamlı olması. Çünkü bunu yaptığınız takdirde işe yarayacak. Şimdi bunların her ikisi de önemli ama bence en önemlisi işin ahlakî yanı. Ahlakî olarak doğru bir yerde durmuyorsanız, stratejik olarak neyi nasıl yapmanız gerektiğini anlayamazsınız. Bunu söylerken anlatmak istediğim şu: 2021 yılında bundan sonra olacaklar hakkında en ufak kaygısı olan birinin yapacağı iş, sivil direnişe geçmektir. Sivil direniş de hapse girmekle sonuçlanır. Çünkü sivil direniş demek tam da bu demektir. Burada anlatmaya çalıştığım şey şu: hapse girmek bir taktik değildir, bir seçenek değildir. Hükümetler radikal bir kötülük uygulamasına giriştiğinde, insanların somut olarak bunu sekteye uğratma girişiminde bulunmasının yol açtığı sonuçtur. Hükümetin sizi hapse atması bu işin nihai ürünüdür ve sizi hapse atmalarının nedeni de sizin bu işe son vermenizi sağlamaktır, çünkü kendi işlerini sekteye uğratmaya devam etmenizi göze alamazlar. 

İşte benim direnişin somut doğası dediğim şey de bu. Bununla anlatmaya çalıştığım şey, bunun bir emekçi grevine benzediği. Böyle bir benzetmeyi neden yaptığımı anlamışsınızdır. Emekçi grevlerinin işe yaramasının nedeni, ki her zaman da işe yaramazlar ama herkesin bildiği gibi çoğu zaman işe yaramalarının nedeni de mücadelenin somut olarak taşıdığı anlamdır. İşverenin sizin hakkınızda ne düşündüğü önemli değildir. Siz işvereni masaya oturmaya ikna ettiğiniz için değil, işveren para kaybettiği için onu masaya oturmaya zorluyorsunuzdur da ondan. Muhasebeciler işverenin karşısına çıkıp “çok fazla para kaybediyorsunuz, müzakereye oturmanız gerek” derler. Bunun nedeni de gayet somuttur, yani çalışmıyorsunuzdur. İşe yarar derken anlatmak istediğim bu. Bu bir protesto eylemi değildir, bir ikna etme, faziletli olduğunu gösterme girişimi de değildir. Grev yaparak söylediğiniz şey şu: “Ücretlerimizi arttırmazsanız sizin için çalışmayız, siz de bir sürü para kaybedersiniz.” 

Sivil direniş ile hükümete söylediğiniz de şu: “Siz ahlâklı bir şekilde davranmazsanız biz de ülkeyi işlemez hale getiririz ve bizi hapse atmak zorunda kalırsınız”. İşte bu, sembolik bir protesto eyleminden tamamen farklı bir şeydir. Yani gösteri yürüyüşleri ve bunun gibi eylemlerden bambaşka bir şeydir. Burada söylediklerimi yanlış anlamayın, insanlar genellikle bunu yanlış anlıyorlar. Bu bir ideolojik tavır değil. Benim gösteri yürüyüşleriyle de e-posta göndermekle de bir derdim yok. Bir hükümet bu kadar aşırı, bu kadar soykırıma benzer bir şekilde hareket ettiği zaman bunun ahlakî bir davranış olmadığını anlatmaya çalışıyorum. 

Ahlakî yönden önemli olan bir başka şey de bir hükümetin radikal kötülüğe battığına dair ne kadar çok şey biliyorsanız o kadar çok ahlâkî bakımdan direnişe geçmek zorunda oluşunuzdur. Başka bir deyişle, diyelim ki bir sokaktan geçiyorsunuz ve evlerden birinde çocuklara tecavüz ediliyor, çocuklar istismar ediliyor. Artık zamanı geri çeviremezsiniz, ne olup bittiğini biliyorsunuzdur ve biliyorsanız, o zaman da o suça ortaksınız demektir. Biri o evde çocuk istismarı olduğunu bilmiyor ve oradan geçiyorsa o zaman o kişi suç ortağı olmaz. Ama siz biliyorsanız, kaç tane Yokoluş İsyanı söyleşisine katılmışsınızdır, bu akşam da bu konuşmayı dinliyorsanız artık işin farkındasınız ve biliyorsunuz demektir. Biliyor olmanız da ahlâkî olarak direnişe geçmenizi gerekli kılar. Çünkü o kadim düsturda da belirtildiği gibi “direnmiyorsanız suça ortak oluyorsunuz demektir”. Bazı had safhaya varmış ahlâkî durumlarda, mesela İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudileri saklamak gibi bir durumla karşılaşıldığında ikili bir seçim söz konusudur. Ya suça ortak olursunuz ya da direnişe katılırsınız. İşte karşı karşıya olduğumuz durumun gerçeği de bu. 

Bu noktada şiddete baş vurmadan eylem yapma konusu gündemin tam ortasına oturuyor. Modern zamanların şiddetsizlik kuramını Gandhi geliştirmedi; bunu Thoreau’ya borçluyuz. Thoreau 19. yüzyılda yaşamış bir Amerikalıydı ve öne sürdüğü fikir de şuydu: bir hükümet adaletsiz uygulamalara girişmişse, ahlâklı bir insanın gideceği tek yer hapishanedir. Başka bir deyişle, ahlâksız bir hükümete karşı bir eyleme girişirseniz hapishaneyi boylarsınız. Esas vurgulamak istediği nokta buydu. Gandhi’yi herkesten çok etkileyen kişi de Thoreau idi. İşte biz de bugün o akımın mirasçılarıyız. 

Bütün bunlar bizi şu temel konuya getiriyor: neden bu dünyadayız ve burada ne yapıyoruz? Tarih boyunca direnişlerinde başarılı olan insanların itici gücü de sadece görev duyguları, onurları ve kendilerine duydukları saygı olmuştur. Başka bir deyişle, bu geleneğe sahip çıkıp sürdürmüşlerdir. Aslında çelişkili gibi görünse de başarının kaynağında da bu değerler vardır. Başarıyı sağlayan başarma arzusu değil, atalarınıza karşı görev duygunuzu yerine getirmeniz ve sizden sonra gelecek olanlara karşı duyduğunuz sorumluluktur. İşte esas mesele bu, bunu düşünmenizi istiyorum. Yani mesele “bu işe yarar mı, yaramaz mı?” diye sormak değil, “2021’de benim üzerime düşen görev nedir?” sorusunu sormak. 

Peki bir kez bu konuda kararınızı verdikten sonra bu kararın etkili bir şekilde işlerlik kazanmasını nasıl sağlayacaksınız? Bu, cevabını sosyal bilimde aramak gerektiren bir soru. İnsanlar nasıl başarılı oluyor, başarmak için ne gerekiyor? Buradaki temel konu, kırılma noktası. Bir toplumsal mücadeleye girdiğinizde, bir işçi grevine başladığınızda belli bir noktaya gelirsiniz ve bu nokta ikili bir seçenek sunar. Karşınızdakiler sürekli “Hayır! Hayır! Hayır!” derler ama öyle bir noktaya gelinir ki “Evet” demeye başlarlar. Bu noktaya ne zaman gelineceğini bilemezsiniz ya da aşağı yukarı bilebilirsiniz ama tedricî bir geçiş söz konusu değildir. Mesela bir işçi grevine bakın, işverenler hep “Hayır” derler, sonra bir an gelir “Evet” derler. Yani yarım ağızla “Evet” diyecek olsalar, sizin hâlâ kazanma şansınız olduğunu düşünüyorlar demektir. Onun için de “Hayır” diyormuş gibi davranmaya devam ederler. İşte hükümetler için de aynı şey söz konusu. Son 50 yıldaki her bir sivil direniş olgusuna bakacak olursanız, diktatörlere, 1989 olaylarına bakacak olursanız hükümetler hep “Bunlar terörist, bunlar korkunç insanlar. Biz onlarla müzakereye oturmayız. Bizim onlarla hiç işimiz olmaz. Biz onları hapse atarız, vururuz,” deyip dururlar. Sonra birdenbire, bir gece yarısı bir şeyler olur, bir Cumartesi sabahı bir basın bildirisi yayınlarlar ve “müzakereye oturuyoruz” derler. Bu işler böyledir. İşte bizim bu kırılma noktasının nerede olduğuna odaklanmamız lazım, tamam mı? Aslında genel olarak bir modern Batılı demokraside bu kırılma noktasının nerede olduğunu biliyoruz. Yokoluş İsyanını eleştiren birçoklarının iddiasının aksine, Batılı toplumlarda sivil direniş örnekleri düzenli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bunun en klasik örneği 1960lı yılların başında Martin Luther King’in yürüttüğü kampanyalardır. Dolayısıyla bu kırılma noktasına örnek gösterilecek, bizim durumumuza en yakın olaylardan biri de bence 1961’deki Özgürlük Süvarileri hareketiydi. Mississippi eyaletinde 500 kişi hapse girip birkaç ay boyunca ağır işçilik yaptı. Bunların sayısı 500’ü bulduğunda kırılma noktası da geldi. Federal hükümetin aklı çıktı ve eyaletler arası otobüslerde ırk ayrımını öngören mevzuatı değiştirmeye karar verdiler. 

Tabii şu andaki durum buna göre daha karmaşık, çünkü başka bir sürü etmen var ama esas mesele gösterilecek olan fedakârlığın somut olarak ortaya çıkması. Orada 300 milyonluk bir nüfusun içinde 500 kişinin hapse girmesi yetti. Britanya nüfusu açısından bakacak olursak, diyelim ki 200 ya da 300 kişi, hatta 500 kişi hapse girdi. Şundan emin olabilirsiniz ki bunun sonucunda yasalarda bir değişikliğe gidilecektir. Yasa değişikliği demek Britanya’daki bütün konutların yalıtımının sağlanması, fosil yakıt şirketlerine ödenek ayrılmasına son verilmesi, 5 yıl içinde bütün motorlu araçların elektrikli olmasını sağlamak demek. İşte mevzuat değişikliği deyince bunu anlamak gerek. 500 kişinin hapse girmesi böyle bir durum yaratacaktır. Biz böyle bir şeyi hedefliyoruz. Siz bunun ideolojik bir yönü olduğunu düşünüyorsanız, bir an durup Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Önemlidir) protesto hareketine bakın. Ben protesto hareketlerini inceliyorum. Black Lives Matter hareketinde kırılma noktası 10,000 kişi gözaltına alındığında meydana geldi. İşte o noktada eyalet hükümeti “biz polisin ödeneklerini keseceğiz ve yasaların uygulanmasında yapısal değişikliklere gideceğiz” demeye başladı. 5000 kişi gözaltına alındığında hâlâ insanlara “terörist” diyorlardı, ama 10,000 kişi gözaltına alındığında kırılma noktasına gelindi. Bu da genel anlamda Batılı toplumlarda bu tip olaylarda ortaya çıkan durumu yansıtıyor. Size bu konuda başka bir örnek daha vereyim, çünkü bunlardan hepimizin güç alması önemli. İçinde bulunduğumuz durum ümitsiz değil. Öyle bir noktaya gelinecek ki Boris Johnson mevzuat değişikliğine gitmek zorunda kalacak. Vermek istediğim öteki örnek de 2018’de Fransa’daki ayaklanma. On hafta boyunca yüz bin kişi gösteri yürüyüşlerine katıldı, 10,000 civarında insan gözaltına alındı. 2018 Noel bayramı günlerinde Fransız polisi Fransız hükümetine gidip “Siz bu meseleyi çözmezseniz ve bize de doğru dürüst maaş vermezseniz biz de Noel bayramından sonra polislik görevlerimizi yerine getirmeyeceğiz,” dedi. Anladınız mı ne demek istediğimi? İşte Fransız devletinin mevzuatı değiştirmek ve polise doğru dürüst maaş ödemek için harekete geçmesi gerektiğini anladığı nokta oydu. İşte olay böyle gerçekleşiyor bu arada, hep polisler işin içine giriyor. Sakın burada safdillik ettiğimi düşünmeyin. Polis öyle, bir anda size hak vermeye başlayacak filan değil. Aslında onların meselesi üst üste beş kere oniki saatlik vardiyalar halinde çalışmaktan bıkmış usanmış olmaları. Polisler artık kendilerini bitmiş tükenmiş hissettiği, bu işi yapmak istemedikleri ve daha çok para almak istedikleri için böyle yapıyor. İşte bu işin oluru da burada.

Peki, özetleyecek olursak, bizim kafa yormamız gereken konu somut direniş. Temel kavram bu. Yani bir bankaya gidip bir sürü cam kırmak somut direniş değildir. Bu sadece sembolik bir hareket olur, bankaların işleyişinde hiçbir şeyi değiştirmez. Hükümeti değişiklik yapmaya zorlayacak şey ise mesela sabahleyin milyonlarca insanın işe gidemeyecek ya da gıda ve yakıt teminin duracak olmasıdır. Şuna dikkat çekmekte de yarar var bu arada: Tony Blair’in anılarını okuyacak olursanız, başbakanlığı sırasında onu en çok dehşete düşüren olayın ağır vasıta sürücülerinin limanları, benzin depolarını bloke etmeleri olduğunu görürsünüz. Niye böyle oldu? Çünkü beş günlüğüne hükümetten uzakta kalmıştı. İşte en korkulu ânı o olmuş, yoksa Muhafazakârların ona karşı bir şeyler yaptığı için ya da seçimler sırasında değil. İşte somut direniş böyle bir şey. Bu birinci nokta.

İkinci nokta ise 500 kadar insanın hapse girmesiyle kırılma noktasına gelinmesi, yani 3000’e yakın gözaltı.  Şimdi bu hapis konusunu vurgulamamın nedeni, Covid döneminde sosyal mesafeye dikkat etmenin önemli olduğu bir zamanda kitlesel direnişe geçmenin zorluğu. Ama 500 kişinin sosyal mesafeye dikkat ederek direnişe geçmesi mümkün. İşte ben de şimdi Covid döneminde buna odaklanmamızı öneriyorum.

Üçüncü nokta da her şeyin belli bir yerde ve belli bir zamanda yapılması gereği. Bu, Yokoluş İsyanı hareketi içinde trajik bir okuryazarlık özürlülüğüne işaret ediyor. Şurada burada bir sürü küçük eylemler yapan bir dolu insan var değil mi? Bunun bir yararı yok. Askerî hareketlerin ilk ilkesine bakmak lazım. Bütün sivil eylemlerin temelinde askerî teori vardır. Bu böyle, bunu düşünmeye değer. Gandhi ile ilgili temel kitaplardan birinin başlığı “Şiddetsiz Savaş”tı. Bizler de radikal kötülüğe karşı şiddetsiz bir savaş içindeyiz, durumumuz bu. Askerî teorinin birinci ilkesi de bütün kaynaklarınızı tek bir yerde ve tek bir zamanda toplamaktır. Herkesin aynı noktada toplanması söz konusu. Böylelikle hasmınıza o kararlaştırılmış zamanda ve yerde baskın çıkarsınız. 

Dördüncü nokta da, Martin Luther King’in yürüttüğü kampanyayı örnek alacak olursak, bir ikilem eylemine ihtiyaç vardır. Mesela Britanya’daki bütün evlere yalıtım yapılsın gibi bir taleple eylem yapmak gibi. Ya da bütün motorlu araçlar elektrikli olsun gibi. Başka bir deyişle muhalifinizin de bir şekilde durumunu kurtarmasını mümkün kılacak bir eylem, yani yapılabilir bir talep öne sürmek. Mesela Martin Luther King Birmingham’a Çocukların Yürüyüşü için gittiğinde amacı Birmingham’de bütün dükkânların, bütün büyük mağazaların en azından bir siyahî insanı işe almasını sağlamaktı. Sembolik bir hareket. Böylece dükkân ve mağaza sahiplerinin bir taviz vermesini mümkün kıldı ve böylece zafer kazandılar. 

Yokoluş İsyanı’nın her şeyden çok ihtiyacı olan şey de bir zafer, öyle değil mi? Bizim kazanmaya ihtiyacımız var. Bu işin nasıl kotarıldığını anlamaya ihtiyacımız var. Bunu yaparsak, tekrarını da yapabiliriz ve ülkeye dağılıp insanlara “Bakın işte başardık, sizin de aynı şeyi yapmanız lazım çünkü bunun oluru var,” diyebiliriz.

Sakın kimsenin çıkıp da bu işin somut olarak yapılmasının mümkün olmadığına sizi ikna etmesine izin vermeyin. Biz burada Mısır’dan söz etmiyoruz. Kimsenin hapse düşüp, tırnaklarının sökülmesine filan gerek yok. Şu anda bulunduğumuz durumda, Şubat 2021’de bu bizim Yokoluş İsyanı’nda ve müttefik hareketlerdeki kaynaklarımızla tamamen gerçekleştirilebilir bir iş. 

Şimdi bu işin birkaç yönünü, bazı pratik yanlarını ele alacağım, sonra da konuşmayı toparlayacağım. Ele alacağımız ilk konu hapishane ile ilgili. Hapishane, somut olarak çok önemli bir fedakârlık gerektirmiyor. Burada sözünü ettiğimiz konu, bir ila dört hafta arasında tutuklu olarak yargılanmak. Birçok deneyimden biliyoruz ki devlet sizi haftalarca, aylarca hapiste tutmak istemez. Hapiste en uzun kalan kişi ben oldum, Heathrow olayı nedeniyle 6 hafta kaldım. Dolayısıyla, eğer Heathrow için 6 hafta veriyorlarsa, etkili bir sivil direniş yaptınız diye daha fazlasını yatacak değilsiniz demektir. Ayrıca Britanya hapishaneleriyle ilgili anlaşılması gereken şeye gelecek olursak, ben Britanya’da 6 kez hapse girdim. Bu konuda biraz bilgim var, 5 ayrı hapishanede kaldım. Tutuklu olduğunuz zaman maddeten zarar görme ihtimaliniz çok düşüktür. İstatistik olarak karşılaşabileceğiniz maddi tehdit riski son derece düşüktür. Bunun esas nedeni de tutukluluk halinizdir. Tutukluların bulunduğu yer bir geçiş noktasıdır. Yani birtakım çetelerin kaldığı koğuşlardan ayrı bir yerdedir, kimse birbirini tanımaz. Orada bulunan her kişi ne zaman çıkacağının hesabını yapıyordur. Yani öyle film setlerinde filan gördüğümüz gibi bir yer değil orası. Evet, işte işin aslı bu.

Hapishaneye girmenin önündeki esas engel psikolojiktir, yani bilinmeyenin yarattığı korku. Birazdan bundan söz edeceğim. Şimdi Yokoluş İsyanı’ndan insanlar olarak sizlerin karşısına bir meydan okumayla çıkacağım. 2021 yılında artık bir seçeneğiniz yok, tamam mı? Bir seçeneğiniz yok! Direnişe geçmeniz gerek, hapse girmeniz gerek – yapmanız gereken bu. Yani küçük çocuklarınız ya da bakmanız gereken yaşlı yakınlarınız varsa ya da bir travma geçirdiyseniz, klostrofobiniz ya da zihinsel bir rahatsızlığınız varsa mazur görülebilirsiniz. Böyle durumlarda hapse girmemelisiniz, buna gerek yok. Ama işinizden olma riski olduğu için ya da ilişkinizi ya da evinizle ilgili bir durumu etkileyecek diye hapse girmeyi reddetmek, insanlığın tarihinde şu anda bulunduğumuz durumda ahlâkî olarak meşru değildir. Tıpkı İkinci Dünya Savaşında Yahudileri saklamanın bir seçenek olmaması gibi, o yapılması gereken bir işti, aksi takdirde suça ortak olmuş olurdunuz. Bugün de durum aynı. Ve dayanılmaz şekilde sıkıntı yaratan ama aynı zamanda çok da heyecan verici olan şey, o 500 kişinin tutuklanmasına yol açacak kırılma noktasına varmamıza pek bir şey kalmamış olması. Aslında şu anda bile muhtemelen direnişe geçerek hapse girmeye hazır olan 100 kişi var aramızda.  

Literatürde bir deyiş vardır: Engelin üstünden sıçramak. Bunun anlamı şu: belli sayıda insanın toplumsal bir etkinlikte bir araya gelmesiyle bir kırılma noktasına varıldığında işler hareketlenir. Benim hesabıma göre 500 kişinin bir araya gelmesiyle bu gerçekleşebilir. Eğer 500 kişi aynı zamanda 3-4 haftalığına hapse girerse, ben bir sosyal bilimci olarak kalıbımı basarım ki radikallerin de bunu yapması toplumsal olarak kabul edilebilir hale gelecektir. Tıpkı Yokoluş İsyanı’nın başladığı ilk günlerde olduğu gibi. Bazılarınız bunu hatırlayacaktır, kimileri şöyle demişti: “Hapse girmek mi, ben hapse giremem, bu çok tuhaf bir şey olur.” Derken nisan ayındaki olaylar geldi ve bir sürü insan “Tamam ya, o kadar kötü değilmiş” filan demeye başladı. Yani tutuklanmak herhangi bir işmiş gibi. Benim bu gece sizlere söylemek istediğim şey de bu, yani hapse girmek, olabilecek işlerden biri. Martin Luther King’in yürüttüğü kampanya sırasında bin, iki bin, üç bin insan hapse girmişti. Yani sıradan bir iş haline gelmişti. Bu, hapse girmenin zor olmadığı anlamına gelmiyor ama üstesinden gelinemeyecek bir şey de değil. İnsanların yapabileceği bir şey. Ve 500 kişiye gelindiğinde bu bir kırılma noktası yaratır. Yani 5000 kişinin tutuklanması lazım diye düşünenlerin tersine 500 kişi çok daha az bir sayı ifade ediyor. Bizim size önerimizin güzel yanı da sizin kendinizi başka kimlerin katılacağını bilmeden taahhütte bulunmak zorunda hissetmemeniz. Mesela Dolly orada, görüyorum şimdi, Dolly ayağa kalkıp “ben hapse girerim” diyor. Bir çoğunuz şöyle düşünebilir. “Yahu ben gitmem. Bir tek Dolly gidecekse, ben niye gideyim. Ben de gidersem, Roger Hallam’ın dediği gibi sadece iki kişinin hapse girmesinin bir anlamı yok.”

İşte bu yüzden bu gece sizden yapmanızı istediğimiz şey şartlı bir taahhütte bulunmanız. Şartlı taahhüt nedir diyecek olursanız bunun arkasında şaşırtıcı bir teknoloji var. Yani “kritik eşiğe varılmasını sağlayacak kadar insan bunu yapmayı kabul ederse ben de ederim” demektir bu. Yani benim 3 ay sonra sana telefon edip “Dolly biliyor musun, 30 kişiyi bulduk ama 120 kişiye ihtiyacımız var” gibi konuşmamın hiçbir anlamı yok. Böyle bir durumda bunu yapmanıza gerek yok. Ancak 120 kişiyi bulduğumuz takdirde sizin için de bir zorunluluk doğar. Yani bu kritik sayıya ulaşıncaya kadar hazırda beklemeliyiz. 

Biliyorsunuz ben Londra’daki ilk kızıl grevin örgütlenmesine yardımcı oldum. O sırada da bunu yaptık, yani şartlı taahhüdü uyguladık. Kimsenin kapısını çalıp “Hadi gel greve katıl” filan demedik. Çünkü öyle yapsak insanları evlerinden çıkartırlardı, kim ister ki böyle bir şey yapmayı. Biz insanlara şöyle dedik: “İçinizden 500 kişi greve katılırsa sen de katılır mısın?” İşte o zaman “Tabii katılırım, bu ev sahipleri bizim canımıza okuyor” diye cevap verdiler. İşte işler böyle yürüyor. Sonra 500 kişiyi buluyorsunuz ve telefonla arayıp “Tamam artık sen de katılabilirsin, bunu yapacak 500 kişiyi bulduk” diyorsunuz. İşte bu şekilde Londra’da 30 yıl sonra gerçekleşen ilk kızıl grev oldu ve ilk kez bir kira indirimi elde edildi. İşte işin metodolojisi bu. Yani “bir tek Dolly ile ben olacağım” diye endişelenmenize gerek yok. Kritik sayıya ulaştığımızda bu işe girişilecek. Bu şartlı taahhütü de 1930’larda sendikaların yaptığı gibi kanınızla imzalamanız filan gerekmeyecek – yeterince mürekkebimiz var, merak etmeyin.

Peki tamam, son olarak toparlamak için söyleyeceğim şey de şu: ben son iki yıldır insanların hapse girmeyi göze alacak kadar direnişe katılmaları için çalışıp duruyorum. Bildiğim bir şey de var, o da çoğunuzun hapse girmeye hazır olduğu ama aklınızdan geçenin de “ben bunu destek görmeyeceksem yapmak istemem” olduğu. Bunda da tamamen haklısınız. Burada bilmeniz gereken şey işin pratik yönlerinin ne olduğu, nasıl olduğu. Çünkü işin aslı bunun korkuyla ilgisi olması. Korkuyla baş etmenin tek yolu da tam olarak neyin nasıl olacağını bilmekten geçer. Yani o kapıdan içeri girerken ne olacak, birtakım belgelere imza atmanız gerekecek, üstünüzü değiştireceksiniz, doktor sizi muayene edecek, sonra iki kişilik bir hücreye alınacaksınız, günde üç kere sizi dışarı çıkaracaklar, esas olarak karbonhidratlara dayalı bir şeyler yiyeceksiniz, vegansanız ancak bir hafta sonra istediğiniz yiyecekleri getirirler, kitaplarınız üç gün sonra elinize geçer, oradaki hesabınızda 50 kayme bulunması gerekir filan. Bütün bunları bilmenizde yarar var, işlerin nasıl yürüdüğünü bilmeniz gerek çünkü.

Tamam peki, bu sürecin nasıl işleyeceğine bakalım. Bir aşamada sizi telefonla arayacaklar ve belli bir projeden söz edecekler. Bir veri tabanına girip potansiyel olarak birtakım projelerin olduğu bir sayfaya erişeceksiniz, seçiminizi yapacaksınız. Sonra bir atölye çalışmasına katılacaksınız. Orada Kathy gibi birisi ya da daha önce hapse girmiş birisi pratikte iki hafta boyunca bir odada kalmanın nasıl olacağını ayrıntılarıyla anlatacak. Evet, söyleyeceklerim bunlar.

Şimdi sözlerime bir alıntı yaparak son vereceğim ama sırf bu alıntıya giriş olsun diye bir şey söylemek isterim. Bunu sık sık başka yerlerde de söylerim. Sizler, işin tanımı gereği duyarlı insanlarsınız. Yani işler çığırından çıktığında sokağa dökülecek insanlar sizsiniz. Sorun şurada: bu iklim felaketinin en can yakıcı tezahürleri henüz bu işe sebep olan ülkelere ulaşmadı. Kendi ülkemizde ortalığa saçılmış cesetler olsaydı ben de size bu çağrıyı yapmak zorunda kalmazdım. Siz zaten Londra’ya inmiş ve hapse girmiş olurdunuz. Esas sorun o cesetlerin Malawi’de olması. Bunu bir düşünün. İşin trajik yanı da bu, insanlar henüz böyle bir durumla karşılaşmadıkları için kendilerini ortaya koymuyorlar. Ama karşılaştıkları zaman da çoktan iş işten geçmiş olacak. İşte varoluşsal durumumuzun trajedisi tam da bu. Dolayısıyla yapılması gereken iş bunu şimdi yapmak, kendi ülkemizde beş yıl sonra cesetlerin yığıldığı bir zamanda değil. Çünkü zaten er ya da geç bunu yapacaksınız. Beş on yıl bekleyip artık bu duruma illet olduğunuz için yapmaktansa, iyisi mi şimdi yapın, çünkü böylece toplumun üzerinde bir etkisi olacak. 

Son olarak söyleyeceğim ikinci şey de bir noktanın vurgulanması gereği. Bunu söyleyince kulağa fena geliyor biliyorum ve ben de bunu söylerken kendimi kötü hissediyorum ama söylemek gerek, çünkü bu doğru. Sözünü ettiğim gruplardan birinde direnişe katılmazsanız bu kötülük suçuna ortak olursunuz. Bu söylediklerimi desteklemek için de son bir alıntı okuyacağım size. Bildiğiniz gibi doğru dürüst bir adam olan Einstein’dan bu alıntı. Bir arkadaşımın e-posta gönderisinde var bu söz, onun için de sık sık okuyorum.  Şöyle diyor:

“Bilmek ayrıcalığına sahip olanların eyleme geçme görevi vardır”. 

İşte 2021’de bu tam da biziz arkadaşlar. Teşekkürler.

 

Çeviren: Nur Deriş Ottoman

Son Okuma: Ömer Madra