Mayer Hillman'la Söyleşi: "Ayvayı Yedik"

-
Aa
+
a
a
a

Mayer Hillman, başka kimsenin adını anmaya cesaret edemeyeceği iklim gerçeği hakkında konuşuyor. 86 Yaşındaki sosyal bilimci, yeryüzünde hayatın büyük çoğunluğunun sonunun gelmek üzere olduğunu kabul etmenin, bu ömrü uzatmamıza yardımcı olacak en önemli unsur olabileceğini söylüyor.

 

Kaynak: The Guardian (26 Nisan 2018)

“Ayvayı yemişiz biz.” Mayer Hillman bu sözleri öylesine ışıltılı bir gülümseme eşliğinde söylüyor ki, sözcüklerin içinize sinmesi için birkaç saniye geçmesi gerekiyor. “Sonuç, ölüm ve gezegendeki hayat biçimlerinin büyük çoğunun da sonu. Sebep mi? Fosil yakıtları yakmaya öylesine bağımlıyız ki. Kutuplardaki buz tabakalarını eritmekte olan süreci geri çevirmenin bir yolu yok. Ve, görünen o ki, bunu söylemeye hazır insan sayısı da yok denecek kadar az.”

86 yaşında bir sosyal bilimci ve Siyasa Araştırmaları Enstitüsü’nün (Policy Studies Institute) emekli kıdemli araştırmacısı olan Hillman ise bunu yekten söylüyor işte, dobra dobra: Kontrolden çıkmış iklim değişikliğinin sonuçları hakkındaki karanlık öngörüsünün “son sözleri ve vasiyetnamesi” olduğunu sakin bir şekilde, tantana etmeden dile getiriyor. Kamusal hayata yaptığı son müdahale. “Bundan böyle bir şey yazmayacağım çünkü artık söylenecek bir şey kalmadı.” Geçen yılın sonlarında East Anglia Üniversitesi’nde dona kalmış bir dinleyici kitlesine işte bunları söylerken dinlemiştim kendisini ilk kez.

Malthus’tan Y2K bilgisayar sistem hatasına varıncaya kadar kıyamet senaryolarının performansları hayli zayıf olmuştur. Ama böyle bir öngörü Hillman’dan geldiğinde, üzerine biraz dikkatle eğilmekte yarar olabilir. Neredeyse 60 yıldan beri araştırmalarında olgulara dayanan veriler kullanarak, [Britanya’da] politika üreticilerinin genel geçer söz ve iddialarına meydan okumuş biridir Hillman. Şehir dışında alışveriş merkezleri kurulmasını ta 1972’de eleştirmeye başlamıştı; şehir dışındaki avm’lerin yayılmasını durdurmak üzere hükümetin planlama kurallarını değiştirmesi ise Hillman’ın eleştirilerinden ancak 20 yıl sonra gerçekleşebilmiştir. Gene Hillman, demiryollarında yan hatların (branch line) kapatılması politikalarına son verilmesini daha 1980 yılında önermişti; kapatılan branşman hatlarının bazıları ancak şimdilerde yeniden açılmakta. Hillman 1984’te evler için enerji derecelendirme uygulamasına geçilmesini önermiş, bunun resmi politika olarak benimsenmesi ise ancak 2007’de mümkün olabilmişti. Ve, Hillman, bundan 40 küsur yıl önce, büyük bir uzak görüşlülükle, toplumdaki büyüme tutkusuna cephe almıştı.

Hillman’ın Londra’daki garajdan dönüştürülmüş evinde buluştuğumuzda, onun Dawes marka klasik yarış bisikleti umutlu bir şekilde giriş holünde duruyordu (bir inme, bir de üçlü bypass ameliyatı geçirmiş olduğu için kendisinin bisiklet kullanması  – şimdilik– yasaktı), ama Hillman, dünyada en iyi bilinen araştırmasının, yani araba medeniyetinin üstünlüğüne meydan okumuş olmasının, böyle tartışmalarla ikinci plana düşmesinden endişe ediyordu. 

“Kıyamet önümüzdeyken, ulaşımda esas olarak bisiklet moduna geçilmesini ana konu olarak vurgulamak, neredeyse saçmalık oluyor artık” diyor.  “Fosil yakıtları yakmayı bırakmalıyız asıl. Hayatın binbir yönü fosil yakıtlara bağımlı kılınmış; bunun pek az istisnası var: müzik ve aşk ve eğitim ve mutluluk. Bizim neredeyse hiç fosil yakıt tüketmeye ihtiyaç göstermeyen bu şeyler üzerinde odaklanmamız şart.”

Hillman’ın düşünce ve araştırmaları son çeyrek yüzyılda büyük ölçüde iklim değişikliğine odaklanmış olsa da, kendisi en çok, yol güvenliği konusundaki çalışmalarıyla biliniyor. Hillman, arabası olmayanların –en önemlisi, çocukların– özgürlükleri ve güvenlikleri üzerinde arabanın yıkıcı etkilerini on yıllar önce tespit etmişti. Daha o zamandan öngördüğü bazı politika tedbirleri –örneğin azami 30 km hız haddi konması– günümüzde sıradan uygulamalar haline geldiyse de, çocukların özgürlüğü üzerinde arabanın ezici etkisini sınırlandırmayı başarabilmiş değiliz henüz. 1971’de Britanya’da yedi-sekiz yaşlarındaki çocukların % 80’i okullarına kendi başlarına gitmekteydi; bugün yedi yaşında bir çocuğun yanında bir büyük olmaksızın okuluna tek başına yürüyerek gittiğini düşünmek neredeyse imkânsız. Hillman’ın da belirttiği gibi biz tehlikeleri çocuklardan uzaklaştırmak yerine çocukları tehlikeden uzaklaştırdık ve okul gidiş gelişlerinde yolları, o herşeyi kirleten arabalarla doldurduk. Hillman’ın hesabına göre çocuklara refakat etmek 1990’da 900 milyon erişkin saatine mal olmuş, bunun ekonomiye maliyeti ise yılda 20 milyar sterline geliyormuş. Bu, bugün daha da maliyetli olacaktır.

Arabaların gerçek maliyetini toplumumuzun kavrayamaması, iklim değişikliği ile mücadele etmenin zorluğu konusunda Hillman’ı düşünmeye sevketmiş. Ama kendisi, iklim değişikliği konusundaki düşüncelerini “bir kanaat” olarak sunmamam konusunda ısrarcı. Çünkü, veriler ortada; iklim geometrik (exponential/üssel) olarak ısınıyor. BM Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli, dünyanın şu andaki rotayı sürdürmesi halinde 2100 yılında şimdikinden 3C derece daha sıcak olacağını öngörüyor. Yakın zaman önce revize edilmiş iklim modellemeleri, en iyi senaryo olarak 2.8C derecelik bir ısınma öngörüyorsa da, bilim insanları, gelecekte örneğin permafrost denen sürekli donmuş toprak tabakasının çözülmesi sonucu metan gazının açığa çıkması gibi olaylardan doğacak geri beslemelerin tam etkisini öngörmekte zorlanıyorlar. 

Hillman, düşünme tarzımızın 2100 yılının ötesine pek geçmemesine hayret ediyor. “Bilim insanları hararetin 5C ya da 8C artabileceği konusunda uyarılarda bulundukları zaman beni en çok şaşırtan şey şu oluyor: Ne yani? Orada duracak mı? Gelecek kuşaklara nasıl bir miras bırakıyoruz biz? 21. yüzyılın başında iklim değişikliğine neredeyse sıfır karşılık verdik. Çocuklarımız ve torunlarımız bizi acaip ağır eleştirecekler.”

Küresel karbon salımları 2016’da sabitlendi, ama atmosferdeki karbondiyoksit yoğunluğunun milyonda 400 parçacığı aştığı doğrulandı. Bu, en az son üç milyon yıldan beri ulaşılmış en yüksek seviye idi (ve deniz seviyeleri de şu andakinden 20 metre kadar daha yüksekti). Atmosferdeki yoğunluklar ancak biz hiçbir karbondiyoksit salımında bulunmazsak düşebilir diyor Hillman. “Dünya bugün sıfır karbona geçse bile bu bizi gene de kurtarmaz, çünkü artık geri dönüşü olmayan noktayı geçtik.”  

Hillman, karbon salımlarını azaltma konusundaki kişisel taahhüdü gereği 20 küsur yıldan beri uçmuyor olmakla birlikte, şimdi artık bireysel eylemleri de “hemen hemen nafile” diye niteleyerek hor görüyor. Aynı mantıkla hareket ederek “ülke düzeyinde girişilen eylem ve politikaları da mevzu dışı diye niteliyor. “Çünkü Britanya’nın küresel ısınmaya katkısı küçük. Hükümet sıfır karbon salımına geçse bile, hemen hemen hiçbir şey farketmeyecek.”

Hillman, bunun yerine dünya nüfusunun global olarak sıfır salıma geçmesi, bunu da tarım, uçak seyahatleri, denizcilik, evlerin ısıtılması yollarıyla – yani ekonominin tüm yönlerinde değişikliğe giderek yapmak zorunda – dahası, nüfusumuzun da azaltılması şart. Peki bu, medeniyeti çökertmeden yapılabilir mi? “Sanmıyorum” diyor Hillman. “Bir demokraside herhangi birinin uçmaktan vazgeçme konusunda gönüllü olabileceğini düşünebiliyor musun? Çoğunluğun, ailelerinin boyutunu kısıtlamaya razı geleceğini düşünebiliyor musun?”

Hillman insanın yaratıcı zekâsının bir çözüm bulacağından şüphe ediyor ve sera gazlarının güvenilir bir şekilde toprağa gömülebileceğinin hiçbir kanıtı olmadığını söylüyor. Ama daha azla yetineceğimiz bir geleceğe adapte olabilirsek, diyorum – Hillman’ın sevgi ve müzik konusunda söylediklerine odaklanarak – o da, tipik hınzırca gülümsemesiyle soruyor: “Biz mi? Biz de kimmişiz bakayım?” “Varlıklı insanlar daha iyi uyum sağlayabilecekler ama dünya nüfusu, gezegenin iklim değişikliğinin aşırı etkilerinden geçici olarak az etkilenmiş bölgelerine, yani kuzey Avrupa gibi bölgelere yönelecek. Peki bu bölgelerin buna cevabı nasıl olacak? Bunu şimdiden görüyoruz zaten. Göçmenlerin gelmesi engellenecek. Bırakacağız onları boğulsunlar.”

Küçük bir grup sanatçı ve yazar, örneğin Paul Kingsnorth’un Dark Mountain (Karanlık Dağ) projesi, “medeniyet”in yakında bir çevre felaketi ile sona ereceği fikrini içselleştirmiş durumda, ama – çoğunlukla, araştırmaları fonlayan kurumların patronajından bağımsız çalışan ve ayrıca kendi ömürlerinin sonuna yaklaşmış olan – birkaç bilimci dışında böyle bir fikri öne süren pek kimse yok ortalarda. Peki Hillman’ın bu görüşü de kendisinin yaşlanmış ve sağlığının bozulmuş olması ile ilişkili olmasın sakın? “Ben böyle şeyleri 30 sene önce, turp gibi sağlamken de söylüyordum” diyor.

Hillman, – dini liderlerden bilimcilere, bilimcilerden politikacılara kadar her türden lideri, sıfır karbon salımına geçmek için ne yapmamız gerektiğini dürüstçe tartışmamakla suçluyor. “Bunu dürüstçe tartışabileceklerini sanmam, çünkü toplum onlara bunu yaptırabilecek donanım ve örgütlenmeye sahip değil. Siyasi partilerin odaklandığı şey istihdam ve GSYİH, büyüme filan falan... Bunlar da fosil yakıtların yakılmasına bağlı.”

Hep denir ya, umut olmazsa, teslim bayrağını açarız. Ben böyle deyince, o da gelecek hakkında iyimser olmanın bir hüsn-ü kuruntudan (wishful thinking) ibaret olduğunu söylüyor. Onun kanaatine göre medeniyetimizin mahvolmakta olduğunu kabul etmek, insanlığı, ölümcül hastalığa yakalanmış olduğunu farkeden bireye benzetir. Bu durumdaki insanlar kendilerini nadiren yiyip içmeye ve keyif çatmaya bırakırlar; aksine, ömürlerini biraz daha uzatabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar.

Medeniyet, ömrünü bu yüzyıl sonuna kadar uzatmayı başarabilir mi, diye soruyorum. “Ne yapmaya ne kadar hazır olduğumuza bağlı” diye cevap veriyor. İklim faciasını durdurmak üzere orantılı eylemlere girişene kadar çok vakit kaybedeceğimizden korktuğunu söylüyor.

“Önümüzdeki engel, kapitalizm. Şu anda dünyanın her yanında yüzlerce yeni hava limanı ve sayısız pist inşa edilip dururken küresel havacılık endüstrisinin sökülüp atılacağını düşünebiliyor musun kuzum? Sanki kasıtlı olarak doğaya meydan okumaya kalkışıyormuşuz gibi bir halimiz var. Ne yapmamız gerekiyorsa bunun tam tersini yapıyoruz; herkes de gıkını çıkarmadan, gözünü bile kırpmadan onaylıyor bunu.”

Makalenin İngilizce aslını okumak için tıklayın.

İngilizce aslından çeviren: Ömer Madra