"Parti devletinin olduğu bir yerde seçimlerin demokratik olması mümkün değil"

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik'te Ali Bilge, 31 Mart tarihinde gerçekleştirilecek olan Türkiye yerel seçimleri üzerine konuşuyor.

""
Ekonomi Politik: 08 Ocak 2024
 

Ekonomi Politik: 08 Ocak 2024

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş, iyi haftalar!

Özdeş Özbay: Günaydın!

A.B.: Günaydın!

Ö.M.: İyi haftalar, iyi yıllar! Yılın ilk programını da yapıyoruz.

A.B.: Evet.

Ö.M.: Durum biraz önce de zaten Yeni Zelanda meclisinde 170 yıldaki en genç milletvekili, yerli Maori toplumuna mensup 21 yaşındaki Hana-Rawhiti Maipi-Clarke’ın haka dansı konuşmasını da dile getiriverdik.

A.B.: Evet, ben de izledim. Yıllar önce Yeni Zelanda’nın bir heyeti gelmişti Ankara’ya, Süleyman Demirel de yeni Cumhurbaşkanıydı. Haka dansı ile Türkiye o seremonide tanışmıştı, bir süre Türkiye’nin gündemine yer almıştı. Yeni Zelanda meclisindeki dans çok renkliydi ve çok önemli bir tema üzerinden dansın yapıldığını gördük. Fosil yakıtların dünyamızda ve ülkemizde yarattığı iklim krizine yönelik mücadele çeşitli protesto biçimlerini hak ediyor ve bu gerekiyor. Bugün, yerel seçimlere giden Türkiye’nin hali pür melalini konuşacağız. Ancak madem iklim meselesi ile programa girdik, dikkatimi çeken bir iki haberle başlayalım.

Genellikle yıllardır iktidar medyası seçimlere giderken yılbaşlarında sürekli fosil yakıtların müjdelerini gündeme getirir. Son günlerde de yine Gabar’da yüksek oktanlı petrol bulunduğu, Karadeniz doğalgazı ve kaya gazı patlatma usulüyle yeni rezervlere ulaşıldığı haberleri servis edilmeye başladı.

Yılı aklıma gelmedi ama 1 Ocak günlü bir resmî gazetede Türkiye’nin kömür stratejisinin değiştiği kararını okuduğumu hatırlarım. Hatta hemen sonrasında ki programımızda da bu gelişmeye değinmiştik. Türkiye’nin enerji açığını çözecek klasik fosil yakıt mucizeleri bilinçli olarak servis edilmeye yine başladı.

Bu haberlere ilaveten geçtiğimiz aylarda bir başka haber daha dikkatimi çekti; İran, Türkiye sınırına çok yakın bir yerde, neredeyse Van’a sıfır noktada, uranyum çıkartmaya başlamış! İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Muhammed İslami, Van sınırında uranyum çıkartmaya başladıklarını açıklamıştı. Burası İran Doğu Kürdistan’ında yer alan bir alan. Bu haberden kısa bir süre önce, başka bir haber de tamamlayıcı nitelikte dikkat çekiciydi. O kadar çok mesele var ki unutuyoruz, araya kaynıyor. Yine İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı İslami, ‘ülkesinin nükleer alandaki tecrübe ve kazanımlarını Türkiye ile paylaşmaya hazır olduğunu’ belirtmişti.

İran’da yaşanan suikastlar nedeniyle iptal edilen İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin Türkiye ziyareti gerçekleşseydi, sanıyorum, uranyum meselesi de görüşülecek konular arasındaydı. İran’ın uranyum zenginleştirme programının Türkiye ile paylaşılması çok önemli ve dikkatle izlenmesi gereken bir husus. Artık Türkiye’nin de, mülkiyetinin kimin olduğu belli olmasa da, bir nükleer enerji santrali oluyor. İktidarın, Rusya ile yaptığı işbirlikleri, malum, belirsiz ve bilgisiz olduğumuz, oldukça derin mevzular.

Aylardır satır aralarında kalan bir diğer konuyu da bu vesile ile dile getireyim. Suriye sınırındaki mayınlar çok eski ve yaralı bir konu, yıllardır süre gelen bir mesele. Sınırda bazı bölgelerde mayın temizliği halen devam ediyor. Suriye sınırında Mardin, Nusaybin doğusunda Günyurdu Köyü var. Bu köyde Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) açtığı kuyudan günde bin varil petrol üretildiğini yapılan açıklamalarla biliyoruz. Burada çıkarılan petrolün miktarı ve kalitesi üzerinde çok duruluyor çünkü ciddi rezerv rakamları veriliyor. Sınırın karşısında, Suriye tarafında ise 180’e yakın kuyu varmış. Oradaki kuyuların Suriye Kürtleri tarafından işletildiği belirtiliyor. Dün gece de ABD, Suriye’deki askeri birliklerine takviye etmiş! Suriye sınırında petrol çıkan kuyular çok yakın mesafede bulunuyormuş; dört kilometrelik bir mesafedeymiş! Tüm bunlar, siyasi ve askeri gerilimlerin, tehlikelerin daha da artmasına sebebiyet verecek hususlar. Fosil yakıtlar üzerine kurulu stratejilerin yansımalarına hep şahit oluyoruz. Genellikle seçimler öncesi ve yılbaşlarında, iktidar basının fosil yakıt menüsünü canlandırır, abartılı rezervler gündeme gelir, bu sefer uranyum gündemde...

Ö.M.: Bir yandan da taahhütler var bütün belli bir yıla; ‘2030 - 2035’e kadar şu kadar azaltılacak’ deniyor ama öte yandan çok büyük bir şey de var, müjdeli bir haber var. Sabahleyin Açık Gazete’de birazcık değinme fırsatı bulduk; önümüzdeki yıl sonunda gerçekleşecek COP29 Birleşmiş Milletler (BM) İklim Zirvesi, iklimle yok oluşla, iklim kriziyle mücadele etmek için yapılacak toplantının başkanlığı Azerbaycan’da yapılacak ve onun başkanlığını da Muhtar Babayev yürütecek. Kendisi SOCAR şirketinin %92,5’i ile başında.

Ö.Ö.: Başında değil galiba ama yöneticilerinden.

Ö.M.: Evet yöneticilerinden ama iklim zirvesinin başına geçiyor Azerbaycan’da.

A.B.: 2023’de Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) yapılan COP28 prensi gibi değil mi?

Ö.M.: Aynı ve bu şekilde iklim sorunu çözülüyor. SOCAR Türkiye grup şirketlerinin Fortune 500’de büyük başarısı var; Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin sıralandığı listede üst sıralarda SOCAR Türkiye grup şirketleri var. Özellikle STAR Rafineri ve SOCAR Türkiye, petrol ticaret listesinde ilk 10’da yer alıyor.



A.B.: Türkiye, uluslararası iklimle ilgili taahhütlerini yerine getirmediği gibi, imzasını koyduğu, taraf olduğu uluslararası mahkemelere, sözleşmelere ve kararlara da uymuyor. Yerel seçimlere sanıyorum 80 - 85 günlük bir zaman kaldı.

Yerel seçimlere giderken hukuki kurumların haline bakalım. Türkiye’de hukukun ezildiği bir dönemi yaşıyoruz. Anayasa Mahkemesi’nin varlığı ortadan kaldırılıyor, fiziken olmasa bile fiilen fonksiyonları felç haline getiriliyor. Yüksek Seçim Kurulu (YSK), iktidar uhdesinde bir kurum haline geldi. Türkiye’de 2018’den sonra tam teşekküllü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildikten sonra, Cumhurbaşkanlığına bağlı kurullar var, bir de ofisler var. Bu yapıları anlatmıştık daha önce. Bu yapılar, mevcut bürokrasiyi by-pass eden, eski Başbakanlığa bağlı sistemin ortadan kaldırılmasıyla birlikte sarayın önemli bir eklentisi oldular. Bunlar arasında dijital ofis var, yatırım ofisi var, finans ofisi var, insan kaynakları ofisi var, çok fazla sayıda da kurul var. Buralarda görevlendirilenler çok yüksek gelirler, avantajlar elde ediyorlar. İktidar, Anayasa Mahkemesi ve YSK’ya bu kapsamda bakıyor. Zaten Cumhurbaşkanlığı Hukuk Kurulu Başkanı Mehmet Uçum’un açıklamaları da bu doğrultudaydı. AYM yok hükmünde sayılıyor. Anayasa Mahkemesi, 12 Eylül darbesi sonrasında varlığını sürdürdü ama fonksiyonlarını darbecilerden oluşan Milli Güvenlik Konseyi yaptı.

Uzun yıllardır Avrupa Güvenlik İşbirliği’nin (AGİT), Avrupa Birliği’nin (AB), Avrupa Konseyi’nin ve BM’nin yetkilileri, YSK’yı takibe alan bu uluslararası kurumlar, hükümetle YSK ile görüşemiyor, bu kanallar açık değil. Evet, yerel seçimlere gidiyoruz ancak yedi ay önceki gündemimizi unutuyoruz, yedi ay önce hangi şartlarda seçimlere gittik hatırlayalım; bakın, 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerinden sonra dört yıl seçimlerin olmayacağı bir döneme giriyoruz, ondan sonrası da gerçekten meçhul..!

Türkiye, olağanüstü hal koşullarında seçim ve referandum yaptı; biz olağanüstü hal koşullarında referandum yaparak rejim değiştiren bir ülkeyiz! Olağanüstü hâl düzenlemelerinin çoğu, daha sonra Anayasa’nın ve yasaların içerisine yerleştirildi, büyük çoğunluğu böyle normalleştirildi! YSK da sıkı sıkıya iktidara bağlı bir kurum, üstüne üstlük onun kararları bir üst mahkemeye de taşınamıyor. Taşınsa ne olacak? Üst mahkeme kararlarını dinlemeyen bir ülkedeyiz. Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay kararı iki kez alt mahkeme tarafından dinlenmedi, AYM’yi alt mahkeme dikkate almıyor.

Yine bir hatırlatma yapayım, çok çabuk unutuyoruz; YSK , 2018’de mühürsüz oyları kabul etti ve Türkiye’de siyasal rejim değişti. Tam teşekküllü otokrasiye geçildi, kuvvetler ayrılığını yitirdik, hukukun ezildiği bir ülke haline geldik.

Yedi ay önce yapılan seçimlerde neyi tartışıyorduk? Çok kıymetli hukukçular, rahmetli oldu Ergun Özbudun, Serap Yazıcı, Kemal Gözler, Murat Sevinç gibi hukukçuların dile getirdiklerine bakalım. Anayasa ve yasalara aykırı uygulamalar yapıldı. Seçim kanununda iktidar lehine yapılan değişikliklerin üzerinden bir sene geçmeden uygulanmaması gerekirken, seçimlerde yasalara ve Anayasa’ya aykırı bir şekilde değişiklikler uygulandı. Yedi ay önce bunu konuşuyorduk, baş konularımızdan biriydi.

Anayasa ve yasalara aykırı yapılan bir diğer husus, 16 tane bakan istifa etmeden milletvekili adayı oldu ve bakanlıklarını sürdürdüler. Zaten eskiden olduğu gibi İçişleri, Adalet ve Ulaştırma bakanlarının istifası söz konusu değil.

Aykırı yapılan uygulamaların önemlilerinden biri Erdoğan’ın üçüncü kez aday olmasıydı. Anayasa’ya aykırı bir durumdu, muhalefet bunu yine ‘ağlaya ağlaya’ kabul etti. Türkiye’de seçimlerin olması, yasaları da, Anayasa’yı da ihlal ederek seçimlerin olması bir meşruiyet kazandırmıyor. Seçimlerin olması tek başına yeterli değil.

Ö.M.: Son durumlarla ilgili, Murat Sabuncu’nun 3 Ocak tarihinde T24’te yazdığı gibi, ‘Artık bu Can Atalay’la ilgili konu çoktan Can Atalay meselesini de aşmış durumda. Anayasa Mahkemesi, fiili olarak 3 Ocak 2024 günü kapandı, üyelerinin orada kalışı da bundan sonra verecekleri kararlar da anlam ifade etmiyor; Meclis’in, belediyelerin, mahkemede avukatların savunmaları da...” diyor ve şunu eklemiş Sabuncu, “Şu yaşanan kriz sadece hukuk krizi değil; bu bir rejim, bir devlet krizi ve bu kriz çözülmeden başta yerel seçimler, adaylar, yarış bunların konuşulması abesle iştigal.” Yani saçmalık olur diyor Murat Sabuncu, “Türkiye’de demokrasiyi isteyen, savunan her kesimden, görüşten, partiden isim memleketin sürüklendiği noktaya itiraz etmeli, bireysel hakların yok edilişinin her geçen gün yaygınlaştığı bir noktada yaşanan zemin kaybı sürdürülebilir değil, bu sürdürülemez,” diye de ekliyor, “Bazen kazanırken ya da kazandığını zannederken en büyük kayıp başlamış olur,” da demiş. Aynı şekilde Murat Belge de gene T24’te 7 Ocak tarihli yazısında, “Olan işin mahiyeti üzerinde kem-küm etmenin bir gereği ya da anlamı yok. Zaten herkes adını koyarak konuşuyor, ‘darbe’ diyorlar. Evet, öyle. Erdoğan ve çevresi bilerek ve isteyerek Anayasa’yı çiğniyor. Bunu yapmak cesaret ister değil mi? Ama belki de istemez,” diye yazıp, “Şu aşamada belli olmayan yani bizler açısından pek belli olmayan bu zorlamayı da istediği gibi yürürlüğe koyma yeteneğine sahip olup olmadığı Tayyip Erdoğan’ın,” diye de ekliyor.

A.B.: Bunlar bugün değil, yıllardır devam eden meselelerdir. Geriye döndüğümüzde Gezi’den bu yana, seçimler üzerinden baktığımızda da, 2015 seçimlerinden itibaren yaptığımız programları, seçim öncesi ve seçim sonrası konuşmalarımızı, üst üste koysak birbirine çok benzediğini görürüz. Can Atalay’dan önce Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Gezi, HDP davaları ve sayısız örneklerini de yaşaya yaşaya geldik. Artık yeni aşama AYM’yi lağvetme aşamasıdır, iktidarın zihninde Anayasa Mahkemesi yok hükmünde bir mahkemedir, kendisine bağlı bir organ gibi düşünüyor. Zaten iktidar ortağı Devlet Bahçeli, ‘AYM kaldırılsın, kaldırılmalı’ dedi ve terör yuvası olarak nitelendirdi. Aynı şey daha önceki yıllarda iktidar mensupları tarafından da dile getirildi. Dolayısıyla köprünün altından çok sular geçti. Türkiye’de genel olarak muhalefetin, demokratik toplumsal muhalefetin ve muhalif medyanın direncini, tepkisini önceki yıllarda kuvvetlice göstermesi gerekirken, durum hafife alındı, yapılmadı, bugün ise çok geç. Peki ne yapıldı? Dokunulmazlıkların kaldırılması için iktidara destek verildi. Asıl bunları gündeme getirmek lazım. Sanıyorum bugün Atalay davası için CHP, Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırdı, değil mi?

Ö.M.: Yarın olacak herhalde.

A.B.: Evet yarın. Salı günü Parlamento çalışmaya başlar. Ben, ülkenin geldiği içler acısı durumu sorgulamanın geriye dönüp bakılarak yapılması gerektiğine inanıyorum. Örneğin, Özgür Özel ve bugünkü CHP yönetimi dokunulmazlığın kaldırılmasında farklı bir yol mu izledi? Bir kere kalkıp Selahattin Demirtaş’ı mı ziyaret etti?

Aslında bugün konuşulması gereken Demirtaş’ın Kobane davası için yaptığı savunma olmalıydı. Demirtaş’ın savunması başlı başına bir kaç programı hak ediyor, çok önemli, ona değinemiyoruz bugün. Özel, İmamoğlu ve CHP’liler, Demirtaş’ın uğradığı haksızlıklara, bir parti genel başkanının uğradığı haksızlıklara karşı nasıl bir tavır aldılar?

14 Ocak’ta miting yapılacakmış Tandoğan meydanında. Tepkiler, protestolar, direnişler çok önceki yıllarda yapılması gerekiyordu. Bu, medyamızda bugün bu konuya ihtimam gösterenler için de geçerli. Sürekli birbirimizi tekrar ediyoruz, çok konuştuk, bugün geldiğimiz nokta içler acısı bir nokta tabii.


Açıkçası Erdoğan, yerel seçimlere giderken muhalefetin bu dağınıklığından da çok mutlu olmalı. Yedi ay önce muhalefet, altılı masa gibi ciddi bir ittifak modellemesi denemeyecek, kofti bir modelle seçimlere katıldı. Bu yapı bugün dağılmış durumda. Seçim sonrasında CHP’de ve Yeşil Sol’da başkanlar değişti. İYİ Parti’de, CHP’de ve Yeşil Sol’da kurultaylar oldu. İYİ Parti’de muazzam bir güç kaybı yaşanıyor. Bir muhalefet bunalımı içinde bulunuyoruz.

Dolayısıyla YSK’ya falan bakan yok. Muhalefet temsilcilerinin YSK’daki temsilcilerine baktığımda orayı bizim kadar, medya kadar bile takip etmedikleri kanısına sahibim, kararları çok kolay kabul ediyorlar.


Seçim öncesinde de konuşmuştuk; bu ülkede seçmen nasıl üretiyor, nasıl seçmen olunuyor? İçişleri Bakanlığı’na bağlı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü var. Burası 18 yaşına, seçmen yaşına gelmiş olanları YSK’ya bildiriyor, YSK’nın bilgisayar sistemine gönderiyor. Gelen bu bilgilerle de seçmen kütükleri güncelleniyor. Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı’na, yani kolluk güçlerine, iktidara sıkı sıkıya bağlı bir bakanlığa bağlı. YSK’nin Bilgisayar Destekli Merkezî Seçmen Kütüğü Sistemi (SEÇSİS) kime bağlı? YSK, hukuken bağımsız ve tarafsız olması gereken bir kurum mu? Hayır, iktidarın sözünden çıkmıyor.

Sonuçta seçmenin üretim kaynağını bile doğru dürüst gözlemleyemiyoruz. Böyle yapılan seçimler de demokratik olmuyor. Bakın elimde dört tane rapor var, seçimler öncesinde, sonrasında yayınlanan raporlar. AGIT, BM Konseyi raporlar yayınlıyor. Bir tanesi, Kasım ayında yayınlanan AB raporu. Raporda diyor ki, ‘Türkiye’de seçimlerin olması iyi güzel de kuvvetler birliğinin olduğu bir rejimde demokratik seçimlerin olması mümkün değil’. Anormallikleri rapor sıralıyor; ‘Seçimler haksız uygulamalarla dolu, propaganda yayınları üzerinde devlet, iktidar baskısı var, tüm medya üzerinde de aynı şekilde. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı ve tüm bakanlıklar, devlet aygıtı iktidar partisine çalışıyor, parti devleti olmuş durumda.’ Parti devletinin olduğu bir yerde seçimlerin demokratik olması mümkün değil ki.

Mülteci ve sığınmacılardan seçmen olanlar hakkında da doğru dürüst bilgimiz yok. En kuvvetli parti CHP’de iki seçim arasında bilişimle ilgili birimin nasıl çöktüğünü, istifaları, çözümlemeleri hatırlayın. Ayrıca hukuksuzlukta, otokraside oyun bitmiyor ki hangi rakama inanalım? Enflasyon, büyüme, ekonomik rakamlara vs. inanmıyoruz.

Ö.M.: Ali Bey, son olarak Anayasa Mahkemesi’nin bizatihi yani Türkiye’nin en yüksek yargı organının tamamen artık Anayasa’yı da iptal anlamına gelen bir duruma düşürülmesi ve neredeyse bir terör örgütü olarak nitelendirilmesi...

A.B.: Evet, üstelik terör örgütü...

Ö.M.: Evet, Cumhurbaşkanlığı’nın hukuk başdanışmanı da aynı şeyi söyledi yani Cumhuriyeti tehlikeye sokacak davranışlardı bunlar ama bu bardağı taşıran damlalardan bir tanesi de olabilir. O yüzden birazcık farklı bir noktaya da yani acaba yarın olağanüstü Meclis toplantısında milletvekillerinin bu son derece kritik durumu yani ‘Türkiye’yi Cumhuriyet olarak kurulduğundan beri yaşadığı rejimden çıkarmak istiyor Tayyip Erdoğan’ diyordu Murat Belge son yazısında. Ona doğru bir gidişat var. Yaşanan krizin de sadece bir hukuk krizi olmadığı, bir rejim ve devlet krizi olduğunu net olarak ortaya koyduğunu da Murat Sabuncu’nun yazısında görüyoruz. Yani, ‘O zaman başta yerel seçimlerin adaylarının, yarışlarının konuşulması abesle iştigal olur yani anlamsız olur’ cümlesinin bir kez daha altını çizerek yarın Meclis’te nasıl bir duruma karşı konulacağını da bilmiyoruz, görmek lazım diye düşünüyorum.

A.B.: Bazı şeyler geç algılanıyor hem medyamızda, hem de muhalefet partilerimizde. Bu girişimden sonuç elde edileceğini hiç zannetmiyorum. Görüşme kararı öncesinde birkaç konuşma olacak ve sonra da yapılan oylamayla genel görüşme yapılmayacak.

Ö.M.: Genel görüşme açılmasına bile lüzum kalmayacak. Can Atalay konusunda sadece Meclis başkanlığının kararı yeterli olabilir diye de görüşler var zaten.


A.B.: Evet, Meclis’in yetkileri, inisiyatif darmadağın oldu Ömer Bey. İç tüzük üzerindeki AKP dönemindeki gelişmelere baksanız, Meclis’in ne kadar gerilediğini görürsünüz. Anayasa Mahkemesi kararlarının dinlenmemesi yıllardır devam ediyor, AYM’nin Can Atalay’a ilişkin aldığı ikinci kez kararının öncesinde dinlenmeyen tonla karar var, Anayasa Mahkemesi’ni görmüyor bu iktidar. Türkiye’nin durumu çok kötü, evet, Azerbaycan rejimine doğru gidişat içinde.

2019 yerel seçimlerinde muhalefetin 11 büyük şehirde elde ettiği başarının tekrar edilemeyeceği de görünüyor çünkü çok dağınık bir muhalefet var. Uzunca süredir hep söylüyoruz; Türkiye büyük hastalıkları bünyesinde barındıran bir ülke, demokratik karakteri yitmiş bir ülke oldu. Yıllardır yerel seçim sonuçları da dinlemiyor, kabul edilmiyor, ülkenin üçüncü büyük partisinin oyları yok sayılıyor, bu şehirler iktidarın atadığı kayyumlarla yönetiliyor. HDP’nin kazandığı belediyelere kayyum atamasına CHP ve muhalif diğer partiler nasıl bir tavır aldılar? Direniş ve dayanışma gösterdiler mi? Kayyumla yönetiliyor bu ülke uzunca süredir, kayyum olarak AKP’li insanlar atanıyor. Bunlar hep konuştuğumuz şeyler, hiç biri yeni değil, Anayasa yeni çiğnenmiyor yani süregelen bir durum. Önümüzdeki dönemde güdümlü, sadık, itaatkar bir muhalefet dizaynıyla karşılaşırsak hiç şaşmayalım.

Ö.M.:
Evet. Peki, burada bitirelim. Yakın tutabiliriz, tekrar konuşuruz.

A.B.: Ben mitingleri izleyeceğim.

Ö.M.: Tamam çok teşekkürler.

A.B.: Görüşmek üzere.

Ö.Ö.: Hoşça kalın.