Haftanın kitabı // Bir İstanbul Bilimkurgusu!

-
Aa
+
a
a
a

Barış Müstecaplıoğlu’nun ismini ilk olarak, 2002’de yayımlanan “Korkak ve Canavar” romanıyla duymuştuk. Okurlarını bambaşka diyarlara davet eden bu romanıyla Barış Müstecaplıoğlu’nun kendisi de, Türkçe edebiyatta pek sık adım atılmamış bir diyara girmiş oluyordu. “Korkak ve Canavar,” Türkçe edebiyatta ilk fantastik kurgu serisi kabul edilen “Perg Efsaneleri”nin ilk kitabıydı.

Bu noktada kitaplaşmış bir doktora tezini hatırlatabiliriz sanırım. Pelin Aslan Ayar’ın geçen yıl içinde yayımlanan “Türkçe Edebiyatta Varla Yok Arası Bir Tür: Fantastik Roman” başlıklı çalışması, Türkçe edebiyat tarihi içinde fantastik roman türünün izini sürüyordu. 19. yüzyıl sonundan 1960’a kadarki zaman dilimine odaklanan çalışmada Ahmet Mithat, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Suat Derviş gibi isimlerle karşılaşmıştık. Aşina olduğumuz bu isimlerin fantastik roman türündeki eserleri hakkında diğer eserlerine göre daha az bilgiye sahibiz. Ne de olsa fantastik kurgu “yüksek” edebiyattan sayılmayan, hatta kimi zaman ciddiye bile alınmayan bir “yok tür!”

Benzer bir görmezden gelme hali, hiç kuşkusuz bilimkurgu için de geçerli. Bilimkurgu da, tıpkı fantastik kurgu gibi bu toprakların çorak arazileri! Ama elbette, tümüyle de çölleşmiş olduğunu ya da bir kökene dayanmadığını söyleyemeyiz. İşte bu noktada da bir başka doktora teziyle karşı karşıya geliyoruz. 2013’te yayımlanan “Osmanlı Bilim Kurgusu: Fennî Edebiyat” isimli kitabında Seda Uyanık, 19. yüzyıl sonu ve erken 20. yüzyılda Osmanlı edebiyatında bilimi merkeze alan anlatıları irdeliyordu. Kitaptaki tanımla; “Konusunu fennî olaylardan, keşif ve icatlardan alan, ileride olması tahayyül edilen teknolojik gelişmelere yer veren, aya, gezegenlere, uzak kıta ve denizlere yapılan heyecanlı seyahatlerden bahseden roman türü”nden... Ahmet Mithat’ın “Fennî Bir Roman Yahut Amerika Doktorları”ndan (1888) Yahya Kemal Beyatlı’nın “Çamlar Altında Musahabe”sine (1913), Hasan Rûşenî Barkın’ın “Rûşenî’nin Rüyası: Müslümanların ‘Megali İdeası’ Gaye-i Hayâliyesi”nden (1914) Refik Halid Karay’ın “Hülya Bu Ya...”sına (1921), Abdülhak Hâmid Tarhan’ın “Arzîler”inden (1925) Behlül Dânâ’nın “Makineli Kafa”sına (1928)... İsimler yine tanıdık ama kaleme aldıkları eserler için aynı şeyi söylemek güç; diğer bir deyişle Seda Uyanık, kanon dışı kalmış, günümüzde haklarında çok az bilgi olan ve edebiyat araştırmalarında adları pek anılmayan metinleri görünür kılıyordu bu çalışmasıyla.

Pelin Aslan Ayar, eğer bir gün “Fantastik Roman” çalışmasının kapsamını genişletmek isterse, elbette Barış Müstecaplıoğlu’nun “Perg Efsaneleri” dörtlemesine de ayrı bir başlık açacaktır; peki ama, geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Osmanlı Cadısı” isimli yeni romanıyla, Barış Müstecaplıoğlu’nu Seda Uyanık’ın “Osmanlı Bilim Kurgusu” çalışmasına da dahil etmek mümkün olur mu? Ne de olsa “Osmanlı Cadısı,” Osmanlı dönemini de içine alan “bir İstanbul bilimkurgusu” olarak yayımlandı!

Yine pek adım atılmamış bir alanda­ ka­lem oynatmayı seçtiğini görüyoruz Müstecaplı­oğlu’nun; ismiyle, alt başlığıyla, kapak görseliyle albenili bir roman “Osmanlı Cadısı.” Ancak fazlasıyla bir beklentiye girilmişse, hayal kırıklığı yaratabilir.

İki ana eksende ilerliyor hikâye. Bir tarafta, “Osmanlı’nın köpekbalığı” olarak nam salmış Şahmeran kalyonunun reisi Haymanalı Süleyman Paşa ile güzelliği her göreni çarpan Ayşe’nin hikâyesi var (daha çok Ayşe’nin hikâyesi); diğer tarafta da, günümüzden uzak bir gelecekte, bir “şehir cumhuriyeti”ne dönüşmüş İstanbul’da yaşayan özel dedektif Kemal’in hikâyesi... Süleyman Paşa, karşılaştığı “olağanüstü” bir kazadan kurtardığı “olağanüstü” yeteneklere sahip Ayşe’yi yabancı gözlerden koruyup kollamaya; Kemal de, ilk başta pek hevesli olmasa da sonradan kabul etmek zorunda kaldığı, kendi geçmişini de kurcalayacağı bir cinayeti aydınlatmaya çalışmaktadır...

“Osmanlı Cadısı”nın hikâyesi, insanın ara sıra izleme ihtiyacı duyduğu gibi bir aksiyon filmi temposunda okunabilir. Hoşça vakit geçireceğiniz muhakkak. Ama bilimkurgunun, örneğin “uzay operası” türünden hoşlanmayanlardansanız, elinize aldığınız her bilimkurgu romanından teknolojik keşif beklentiniz varsa (Müstecaplıoğlu günümüzde mevcut araçların, aletlerin önüne “mikro”, “mega”, “heli” ve “tele” ön eklerini getirmeyi tercih etmiş yalnızca) ya da çok çok derin toplumsal göndermelerin izini sürüyorsanız; “Osmanlı Cadısı” beklentileri karşılamayabilir. Ancak bu roman, “Bir İstanbul Bilimkurgusu” altbaşlığının çekiciliğini, bana göre, her daim koruyacaktır. Mesela elektronik nazar boncuğu, aslına bakarsanız “hoş” bir keşif: “Elektronik nazar boncuklarının, etraftaki nazar, kem göz ve kıskançlık düzeyini algılayabildikleri, insanlardan gelen bu tür zararlı altıncı boyut dalgalarına göre parlaklıklarının artıp azaldığı söylenirdi. Bilimsel olarak etkileri kanıtlanmış olmasa da, oldukça popülerdiler. Kadının boynundaki epey soluktu, odadaki herkesin kendi dünyasıyla ve sorunuyla meşgul olduğu, kimsenin kimseye nispet edecek hali olmadığı düşünülürse bu son derece normaldi.”

Benzer şekilde, günlük hayatımın vazgeçilmezi metrobüsün “hızlıbüs”e dönüşmesi de benim için hem “komik” hem de “kurtuluş”un uzak gelecekte bile görünmemesi anlamında “trajik” bir keşif. Belki ufak bir rahatlama sağlayabilirdi, keşke şu numaratör sisteminin ayrıntılarına biraz daha inseymiş Müstecaplıoğlu: “Hızlıbüs duraklarında bekleyen insan kalabalıkları bu mesafeden bakınca iç içe geçmişler gibi görünüyordu. Duraklarda yaşanan ölümcül kavgalar çoğalınca, yıllar önce numaratör sistemine geçilmişti, bekleyenlerin büyük bölümü ancak on ya da daha fazla hızlıbüsten sonraki bir araca binebilecekti. Yine de duraktan ayrılırlarsa o hengâmede geri dönemezler korkusuyla oldukları yerde bekliyorlardı. Teknoloji tarihi derslerinde ulaşım araçlarında yaşanan gelişmelerden övgüyle bahsedilirdi, fakat bu gelişmeler bile şehirdeki nüfus artışıyla başa çıkmaya yetmemişti.”

 

(Bu yazı ilk olarak Remzi Kitap Gazetesi'nin Mayıs 2016 tarihli sayısında yayımlanmıştır.)