İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi'nin ardından

-
Aa
+
a
a
a

Bekir Ağırdır, sona eren İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi'ni değerlendiriyor.

İzmir Büyükşehir Belediyesi
İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi sona erdi
 

İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi sona erdi

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)

Ömer Madra: Günaydın Bekir Ağırdır, merhabalar!

Özdeş Özbay: Günaydın!

Bekir Ağırdır: Günaydın efendim, iyi yayınlar!

Ö.M.: İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi de sona erdi dün ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer de, “Aynı atalarımızın yaptığı gibi barış içinde bir arada yaşayacağımız yepyeni bir Türkiye inşa etmek mümkün,” diye bir açıklama yaptı T24’te gördük. Bir genel değerlendirme yapabilir misin? Biz de yakından takip etmeye bendeniz de çalıştım ama tabii çok kapsamlı bir şeydi. Nasıl bir genel değerlendirme yapabiliriz?

B.A.: Önce şunu söylemek mümkün; galiba sakin, kavga etmeden, bilgi temelli konuşmaları, bir araya gelişleri özlemişiz. Yani her şeyden önce ülke sürekli bir kavga ve gürültü halinde, kulaklarımız şey oldu, gürültü kirliliği var. Sadece trafiğin gürültüsü de değil, siyasilerin de öyle.

Ö.Ö.: Televizyon programları izlenemez durumda mesela.

B.A.: Aynen öyle. Yani giderek tuhaflaşmaya başladı. Çünkü aynı kıt insan ve aynı bağırarak, aynı cümlelerle... Artık onlar da farkında herhalde. Kimisi stüdyoyu terk ederek, kimisi tırnak keserek, böyle işi bir başka şova çevirerek, ancak izlenme şeyi yakalamaya çalışıyor herhalde. Neyse o kısmı ayrı bahis ama gerçekten ben kendi adıma söyleyebilirim ki çok da mutlu oldum. Çünkü o kadar bilim insanı, entelektüel, sivil toplum örgütü ve temsilcileri, hatta siyasetçiler de dahil. Oradaki siyasetçiler bile mesela, toplantılara katılan siyasetçiler de belki ortamdan etkilendikleri için o bağırıp çağırarak, sert, öfke ve kızgınlık içeren cümleler yoktu en azından. Yani kendi hesabıma hakikaten umutlandım, özlemişiz de ayrıca böylesine derin içerikli, bilgi temelli tartışmalar yapmayı, bir yandan o. İki, yine bu kongre gösterdi ki çünkü yaz aylarından beri uzman toplantılarıyla ilgili, paydaş toplantılarıyla komisyonlar halinde toplanıldı, birçok çalışma yapıldı. Yani ülke gerçekten bir uzlaşma yani somut politikalar, somut gerçek dertler, hayatın gerçek problemleri, hani soyut, kimlik gibi meseleler değil de gerçek meseleler konuşabildiğimiz zaman uzlaşmalar üretmek, somut politikalar üzerinde anlaşmak ve onların bilgi temelli olmasını sağlamanın da mümkün olduğunu gördü. Bunun da çok önemli olduğunu sanıyorum. Üçüncü, sivil toplum kuruluşlarının (STK) her şeye rağmen, iktidarın bütün son 5-6 yılda giderek yoğunlaşan o ayrımcılığına, baskıcılığına karşın bile, deprem de aynı şeyi göstermişti ama İzmir İktisat Kongresi’nde de ne kadar canlı, bilgi birikimi, ülkenin geleceğine müdahale etme çabasının, gayretinin son derece yüksek olduğunu, ne kadar diri bir sivil toplumumuz olduğu aslında görüldü. Belki çoğunun öyle kocaman tabelaları, kulelerde mekanları olmayabilir eskiden farklı olarak ama özellikle yerellerde ve özellikle de kadın hareketinde, yeşil harekette, tarımda örneğin ne kadar güçlü bir sivil toplum damarının filizlenmeye, güçlenmeye başladığını gördük. Ben dağlarda çoban ateşleri diyorum, minik minik görünüyorlar belki ama özellikle o tarımdaki kadın kooperatiflerinin etkinliğini, nasıl bir potansiyeli olduğunu gördük. Bence bu da çok önemliydi. Bir yandan da tabii bu kongrenin temel felsefesi, temel çerçevesinde de vardı bu mesele; uyum meselesi. Oradaki uyumdan kasıt dört boyutu vardı, bir tarihle barışmak ve uyumlanmak diyelim, bir yandan gelecekle teknolojiyle uyumlanmak, doğayla, yer küreyle uyumlanmak ki bence en önemli şeylerinden biriydi. Sanıyorum Türkiye’de ekonomi politikalarının yer kürenin ritim değişikliğini, iklim değişikliğini ürettiği sorunları veya fırsatları dikkate alan bu kadar kapsamlı bir iktisat tartışması ya da ekonomi tartışması Türkiye’de yapılmamıştı her şeyden önce.

Ö.M.: Evet, ben de bu noktada bir ufacık parantez ilave edebilir miyim? Özellikle Prof. Dr. Çağlar Keyder’in kendisi de eski programcılarımızdandır. Bu konu, iklim krizi de Türkiye’de pek konuşulmuyor. Hele böyle bir toplantıda hiç gündemde olmayan bir şeyi dikkate getirmesi önemliydi. İklim krizine dikkat çekmesi devleti güçlendirme açısından Vandana Shiva’nın da aynı şekilde yaptığı konuşma, son derece doğa ile uyumun bütününü içine alan ve “Doğa yoksa hiç birimiz de yokuz, bütün bunlar boş,” anlamına gelen önemli bir konuşması vardı. Yani Türkiye’de pek sık tartışılmayan iklim meseleleri ilk defa burada konuşuldu.

Ekonomi ekolojidir

B.A.: Çağlar Hocanın sunumunda özellikle iklim meselesi ama beni daha da etkileyen ve gerçekten çok önemli bir tartışma başlığı olan bu devletin yeni rolü, devletin yeniden tanımlanması, devletin bir yandan da yok sayılmadan yeni bir yani bizim jargonumuzda, bizim siyasi jargonumuzda böyle çok güçlü devlet algısı var. Halbuki ben Çağlar Hocanın bütün anlattıklarından ve devlet etrafındaki yeni tartışmalardan bahsinden yola çıkarak şöyle diyorum, ‘artık güçlüden daha çok güvenilir devlet.’ Gerçekten meselelerimizi çözmemize katkıda bulunan, güveneceğimiz bir devletin nasıl bir şey olması gerektiği, yeni örgütlenme biçimi, yeni rol tanımlarının nasıl olması gerektiği üzerine çok çarpıcı bir açıklamaydı Çağlar Hocanın yaptığı. İklim değişikliği meselesinde ise belki bütün bu kongrenin mimarı İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in söylediği “Ekonomi ekolojidir,” demek. Yani bu kadar net ve bu kadar ilişkiyi bir meseleye ya da ekonominin üzerinde bir yan unsur gibi değil gerçekten bütün hikayeyi bambaşka bir yerden düşünmeyi, zihin haritamızı, ekonomiye bakıştaki zihin haritamızı değiştirmemizi gerektiren tartışmalar ve sunumlar vardı. Bence o kısmı çok önemliydi.

Ö.Ö.: Vandana Shiva yanlış hatırlamıyorsam bu kalkınma ve büyüme kavramlarını tartışmaya açmak gerektiğini söyledi.

B.A.: Evet.

Ö.Ö.: Ondan sonra pek bu konuda konuşan olduğunu bilmiyorum ama İktisat Kongresi’nde ağırlıklı olarak tabii ‘nasıl bir büyüme?’ konuşuldu.

B.A.: Evet. Dünyadaki o tartışmaların bir kısmı yani özellikle bu büyüme meselesinde ya da büyümenin niteliği diyelim, yani dünyada da bu tartışma var. Hep beraber bir ekonomik kalkınma deyince hep bir sayısal büyüme aranıyor ve öyle anlaşılıyor.

Ö.Ö.: Ki bunun sonsuza dek mümkün olmadığı sınırlı bir gezegende artık çok sık dile getirilmeye başlandı.

B.A.: Aynen öyle ama dünyadaki o tartışma, mesela bu kongrede yeterince çok güçlü biçimde yoktu. Hani konuşmacılar belki eksikti. Bir de deprem nedeniyle program ertelendi, işte dünyadaki bir takım entelektüellerin takvimleriyle uydu/uymadı belki.

Ö.Ö.: Sanırım Vandana Shiva da o nedenle böyle bir vurgu yaptı, “Bunu da konuşmak lazım,” diye söyledi. Bir eksiklik olarak gördü diye okudum onu.

B.A.: Aynen.

Ö.M.: Ama Çağlar Keyder de aynı yani her şeyi iklimden sağlığın korumacılık meselesinin işçilerin durumu ve genel nüfusun tedirginliği, sosyal devletin çöküşü... Evet hepsi devletten beklenen, istenen şeyler ve bunların da yerine getirilmesi için bir fırsat olarak koydu Çağlar Keyder.

B.A.: Şimdi mesela somut bir mesele var önümüzde, deprem yaşadık. Şimdi evet, hem bir yandan izleyiciler üzerinde dikkati çekmek için söylüyorum, o ilk günlerin heyecanı bir bakıma, o deprem coğrafyasında dışında kalanlar için o ilk günlerdeki yardımlaşma seferberliği, dayanışma seferberliği belki bir bakıma gündelik hayatın meşgaleleri içinde, coğrafya dışında kalanlarda giderek zaman içinde eksiliyor. Şu anda deprem bölgesinde kalan insanlarımız, yurttaşlarımız için çok daha büyük gayretlere, seferberliklere ihtiyaç var ama bir yandan da eksiliyor. Şimdi buradan bakarsak birçok şeyi yapmak, yeniden gayrete gelmek, kampanyaları filan düzenleyebiliriz işin bir yanında. Ama asıl galiba şunu tartışmamız lazım. Böyle bir felaket anında yanınızda devlet olmayacak, o insanların dertlerini, konut veya barınma meselelerini ya da yeme-içme yahut okul ihtiyaçlarını devlet, şimdi böyle bir zaman aralığında karşılamayacak da ne zaman karşılayacak? Peki devlet niçin var hayatımızda? Yani vergi veriyoruz, koyduğu kurallara uyuyoruz hep beraber ya da uymaya çalışıyoruz ama böyle bir felaket anında bir kamu gücü bütün bu hikayeyi hepimiz adına ve devlet yapmadan sadece artık atıyorum işte ‘İstanbullular az yardım gönderiyor’ demek doğru bir şey de değil bir yandan. Öyleyse gerçekten devlet dediğimiz mekanizmanın sadece insanların barınma değil, eğitim ihtiyacı, barınma ihtiyacı ve geçimleri, karınlarının doyması meselesi. Yeniden devletin bu konudaki rolünü ve sorumluluğunu tartışmamız gerekiyor bir yandan. Dolayısıyla ekonomi modeli derken, o ekonomi modeli aynı zamanda biraz sosyal devlete de değiyor bir bakıma. Bir yandan evet yer küre ile uyum, iklim değişikliği problematiği var. Onun için sadece büyüme fetişizmi ile havayı bu kadar kirletmeye, karbon ayak izimizi bu kadar çoğaltmaya devam etmeyeceğimizi tartışmalıyız ama bir yandan da deprem bölgesinde ya da genel olarak güneydoğu ve doğuda da insanların geçimi, barınması, eğitim ve sağlık ihtiyacı için ekonomik aktör ve dinamikler yeterince güçlü değilse ya da örneğin Afrika’da da değilse ne yapacağımız meselesini de konuşmamız lazım. Yani bazı tartışmalar evet dünyanın geleceği için çok önemli ama o tartışmaların hep bir bacağını da bir yandan eksik bırakmadan düşünmemiz lazım. Ülkede de dünyada da müthiş bir yoksulluk ve adaletsizlik meselesi var. Dolayısıyla Afrika’ya ya da Hakkari’deki insanlara ‘tamam, elinizdekiyle yetinin arkadaş, büyüme fetişizmine teslim olmayacağız,’ demek de yetmiyor. Ekonomi meselesini artık yeni baştan hem yer küre ile uyumu tarafını hem de belki devletin rolü meselesini yeniden düşünmemiz, konuşmamız gerekiyor. Burada, İktisat Kongresi’nde yeterince çarpıcı sunumlar da vardı ama Türkiye’nin özellikle önümüzdeki dönemde yeni iktisat politikaları belirlenirken hem bu kongreden alınacak çok ders vardı hem de hala öğrenmemiz gereken, eksik bıraktığımız, tartışmalara dahil olmamız gereken küresel, insanlığın temel meselesi var bir yandan da.

Ö.M.: Evet insanla uyum meselesi dört unsur, yani tarih, gelecek, doğayla uyum ve bir de insanla uyum meselesinde. Şimdi bu sabah yayınlanan bir şeyden de bahsetmek istiyorum izninizle iki dakika için. Yani deprem bölgesi dışına seyahatlere ilişkin sınırın kaldırılması gerektiğini, devletin insana saygı ve bakımı açısından Human Rights Watch yani İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (İHİÖ) açıklaması vardı. İHİÖ, deprem bölgesinde hasar gören altyapı, barınma seçeneklerinin olmaması ve geleceğe dair belirsizliğin mültecilerin hayatlarını ve bir sonraki adımlarını planlamalarını zorlaştırdığını ve onlar için çok pahalıya mal olduğunu söylüyor. Onun için de yeni düzenleme yapılmasının şart olduğunu yani mültecilere yönelik 60 günlük sürenin, süre sınırının keyfi olduğunu, zararlara sebep olduğunu ve uzatılmasını, kaldırılması gerektiğini söylüyor. Hakikaten çok önemli bir mesele gibi gözüküyor bana.

B.A.: Elbette yani özellikle Türkiye için bu çok önemli bir konu. Çünkü tam sayılarından emin olmasak da çeşitli tartışmalardan konuşmalardan anladığımız kadarıyla çok önemli bir kısmı Suriyeliler olmakla beraber oldukça önemli bir mülteci nüfus var Türkiye’de ve bölgede de. Şimdi tabii Türkiye’de Suriyeliler meselesinin ürettiği toplumsal, ekonomik ve siyasal da bir boyut var. Türkiye meseleye yalnızca mülteciler üzerinden bakamıyor. Hatta ‘mülteciler’ bile diyemiyor biliyorsunuz. Çünkü hukuki olarak mülteciler olarak, o statüden gördüğü zaman sorumluluklar var yapılması gereken. Böyle demiyor ve böyle demediği için de belli bir süreden sonra ya da son yıllarda giderek bir biçimde o toplumsal riski, Türkiye insanında da Suriyelilere karşı ayrımcı ve kimi zaman nefret söylemine varan söylemler var. Bunu yaratan iklimi, kendi başına sadece Suriyeliler meselesini ve bunun etrafındaki toplumsal meseleyi konuşmak için belki de apayrı programlar yapmak lazım ama esas itibariyle hemen bütün kesimlerde de Suriye karşıtlığıyla ilgili bir dil ya da zihni durum var. Dolayısıyla ülkeyi yönetenler de önceleri başka bir yerden baktıkları bu meseleye, birdenbire toplumsal güvenlik meselesini öne koyarak davranmaya başladılar. Kaldı ki muhalefet partileri bile, yani önümüzdeki seçimde iktidarı almaya aday muhalefet partileri bile biliyorsunuz, ‘hudut namustur’ diye kampanyalar yaptılar. Dolayısıyla deprem oluşunca orada hem iktidar kanadı hem de güvenlik güçleri galiba bir toplumsal risk diye gördüler meseleyi ve son 1-2 yıldır uygulanan ‘hangi illerde barınacaklar, hangi ilçelere artık belli bir sayının üstünde gidemeyecekler’ gibi bir takım kısıtlamalar, tedbirler almaya başladılar. Bugünkü deprem bölgesindeki o kısıtlama da yine o politikaların bir devamı gibi algılanıyor ama bütün bu hikayenin içinde unuttuğumuz bir şey var, o insanlar yani kökenleri, pasaportları, kimlikleri hangi ülkeye ait olursa olsun bizim coğrafyamızda, bizlerle iç içe yaşayan o insanların aynı bizim insanlarımız kadar geçimlerinden, barınmalarından, eğitim ve sağlık ihtiyaçlarından sorumluyuz, sorumlu olmalıyız ayrıca. Dolayısıyla devletin ve hatta önümüzdeki seçimde iktidara aday muhalefet partilerinin de bu meseleyi yeniden düşünmelerinde yarar var. Çünkü problemi yaratan bir toplumsal iklim var, bir yandan da o iklimi bütün bu siyasi söylemle çoğaltmak hatta bu ayrımcı dili bir nefret söylemine, kimi yerlerde şiddete vardırmak var. Örneğin geçen hafta bir haber vardı, ne kadar doğru ne kadar eğri tam da emin olamıyoruz, ama işte sınırda Suriyeli dokuz mülteciye işkence yapıldığı, benzin içirildiği, ikisinin öldüğü gibi de bir takım haberler var. Dolayısıyla bu iklim, bu zihni hal ve de bu politik dil, bu şekilde sürdüğü sürece önümüzdeki dönemde daha büyük, hem bugünkü barınma problemlerinden öte o insanlar için yaşam riski haline dönüşmüş durumda hem de geleceklerine dair müthiş bir kaygı üretir duruma gelmiş görüyoruz. Gerçekten Türkiye bütün bu meseleyi şu seçim sürecinde ve seçimin ardından yeni baştan düşünmek ve konuşmak zorunda. Çünkü bir yanı daha var işin, bu dil ve iklim böyle devam ederse önümüzdeki dönemde olası başka göçler de var. Hem biraz önce konuştuğumuz iklim değişikliği nedeniyle başlayacak ama Afrika’dan ama Asya’nın, Ortadoğu’nun bazı bölgelerinden kaçınılmaz olarak hem de yine Ortadoğu’daki, İran’daki, Yemen’deki, Suriye’deki, Suudi Arabistan’daki, hatta Irak’taki, Suriye’deki siyasi gerilimler nedeniyle de yeni baştan, yeni göç dalgalarıyla da karşılaşacağız. Dolayısıyla böyle bir nefret söylemini, ayrımcı bir dili körüklemek ve üstelik bunu muhalefetiyle, iktidarıyla ortaklaşa bir dil halinde üretmenin gelecekte ne tür riskler içerdiğini Türkiye tartışmak durumunda. Ama şu anda ne yazık ki o aklıselimi kaybettik galiba, en azından Suriyeliler meselesinde. Ben de çok kaygılı bakıyorum doğrusu.

Ö.M.: Evet, bu açıdan İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi diye adlandırılan bu İİK’nin senin de biraz önce sözünü ettiğin o sakin ve genel bağlam içi bakışla ele alınmasında, yeni bir söylemin yaratılmasında önemli bir başlangıç rolü olduğunu da söyleyebiliriz herhalde senin de altını çizdiğin gibi.

B.A.: Evet.

Ö.M.: Bu çok önemli.

Devletin yeni rolü kaçınılmaz olarak yeni baştan tartışılmak zorunda

B.A.: Aynen yani burada, bütün küresel ölçekte müthiş bir yoksullaşma var. Dolayısıyla bütün bu iklim politikalarında olsun, büyüme fetişizminden çıkalım çıkmayalım tartışmalarında olsun, toplumsal esenlik meselesine getirilen yeni bakışlar konusunda olsun, hemen hepsinde şöyle bir şeyi bütün dünyada, Türkiye’de galiba tartışmak zorundayız. Artık her şeyi böyle piyasacı ekonomiye bırakmak ve insanları kendi hayatlarıyla baş başa, kaderine bırakmak ama işte yeşil mutabakata uyduk uymadık demek ya da içme suyu konusunda kısıtları getirdik getirmedikten öte, bu adaletsizlik ve yoksullukla mücadele etme politikalarıyla, iklim politikaları ya da kalkınma politikaları artık birbirinden ayrılamaz şeyler diye düşünüyorum ben. Yani Avrupa, örneğin Afrika’nın bütün bu yoksullaşmasından ya da bugün yaşadığı yoksulluktan bir bakıma Avrupa ve Amerika da sorumlu. Bir yandan da ahlaken sorumlu. Dolayısıyla yeni politikalar, yeni kalkınma ya da büyüme meseleleri yahut iklim politikaları, yeşil mutabakat sürdürülebilirlik tartışmaları bir bakıma, yoksullukla mücadele programlarından ayrı bir şeymiş gibi ele alındığı zaman gerçekçi olmuyor. O nedenle hikaye, hayatta tam da planlandığı gibi yürümüyor çünkü Afrika’daki insana ya da o kadar uzağa da gitmeyelim, kendi insanımıza, Hakkari’de ya da Kırşehir’dekine, “Bu hayata razı ol ve gelir artırımı da bekleme çünkü artık büyüme fetişizminden çıkıyoruz,” demek de ne kadar mümkün ve doğru? Dolayısıyla bir yandan da devletin yeni rolü kaçınılmaz olarak yeni baştan tartışılmak zorunda. Sosyal devleti yeni baştan tanımlamak zorundayız. Bu bir yandan da, tabii hep beraber şunu da tartışmak zorundayız. Bütün bu hikayenin bir ucu da tüketim kültürü. Hepimizin kendi hayat tarzımızda, kendi tüketim biçimlerimizde, alışkanlıklarımızda yeniden gözden geçirmemiz gereken şeyler var. Bütün bu hikaye bana şunu söylüyor. Bütün bu tartışma başlıklarının hepsi birbirinden kopmaz biçimde birbirine bağlı. Bugün karşı karşıya olduğumuz konu, artık yeni bir politika ya da alet çantasına yeni bir tornavida eklemek değil. Alet çantasını yani düşünce biçimimizi, zihin haritamızı, paradigmaları tümden değiştirmek bence.

Gerek saygınlık, gerek üniversite eğitimi, gerek liyakat, bütün bunların tümünün, hepsinin odağı bir zihniyet

Ö.M.: Şevket Pamuk da aynı şeyi söyledi, hukuk devletinin yükselmesi konusunda, Çağlar Keyder de bitirirken, “Gerek saygınlık, gerek üniversite eğitimi, gerek liyakat, bütün bunların tümünün, hepsinin odağı bir zihniyet,” dedi. Devleti güçlendirirken yeni bir zihniyetle, bütün bunları kapsayan bir zihniyet değişikliği ihtiyaç gösterdi. Bunları tartışma imkanı verdiği için de kongrenin oldukça hedefe uygun geçmiş olduğunu da söyleyebiliriz herhalde?

B.A.: Aynen, Bob Geldof da benzer şeyler söyledi. Yani bütün dünyadaki bu servet dağılımındaki problemlerden yola çıkarak, iklim değişikliğinin ürettiği meselelerden de yola çıkarak, yeni bir yol haritasına ihtiyaç var ama galiba bunun için de daha bütüncül, gerçekten o alet çantası dediğim benim, zihin haritamızı değiştirmeye ihtiyaç var. Kongrede o çerçevede oldukça radikal cümleler vardı. Örneğin değerlendirme raporunda mesela. Artık sınırsız ekonominin sınırsız ihtiyaçları karşılama hedefiyle değil ‘karınca kararınca iktisadına doğru’ gibi mesela bir kavram vardı. Bu da bir bakıma işte o biraz önce de değindiğin tüketim meselesine de değen tarafıydı meselenin.

Ö.M.: Evet neo-liberal.

B.A.: Esas itibariyle evet çok çok verimli, çok ufuk açıcı, çok ilham verici bir kongre oldu esas itibariyle. Siyasiler ve özellikle muhalefet kanadı genel başkanlar düzeyinde –birisi eksikti- ve ekonomi politikalarından sorumlu temsilciler düzeyinde, iki ayrı günde muhalefet partileri de vardı kongrede. Bütün bu hikayenin içinde şunu da söylemeden geçemeyeceğim, her ne kadar siyasetçiler, “Yahu yetkiyi bize verin bütün problemleri biz çözeriz,” modundan çıkamıyorlar ve böyle konuşuyor olsalar da ben de kongrede yaptığım konuşmada hep bunun altını çizmeye çalıştım. ‘Artık bugün geldiğimiz dünyada ve Türkiye’de öyle bir kişiye yetkiyi verelim ve onun hayalleriyle sınırlı, onun düşünce dünyasıyla veya yapabilecekleriyle sınırlı bir hayata razı olalım’a benim kişisel olarak itirazım var. Hepimizin hayallerini, hepimizin ihtiyaçlarını ve tahayyüllerini dikkate alan yeni bir katılımcı demokrasi inşa etmek ve işte o bütüncüllüğü içinde hikayeyi düşünmek durumunda olduğumuzu sanıyorum.

Ö.M.: Bizim bu programı izleyen programcılarımızdan Ali Bilge’nin de söylediği gibi belki bir sonrakinde Thomas Piketty gibi bu konulara iktisadi bakımdan çok ağırlık vermiş olan, eserler vermiş olan bir iktisatçı da davet edilebilir ve böyle sürdürülebilir diye de. Evet bu şekilde bence de tatmin edici bir yedi gün oldu. Bakalım nasıl gelişecek? Ondan sonra artık şimdi sseçim sath-ı mailine yönelik konuşmaya devam edeceğiz.

B.A.: Entelektüel ve akademik ıssızlığımızın ki bu ıssızlığın bir nedeni kutuplaşmalar gibi başka toplumsal meseleler olsa da özellikle siyasetin, devletin ve iktidarın payı çok. Issızlaşılması da istendi bir bakıma, özellikle akademik dünyada da, sivil toplumda da. Ama bu entelektüel ıssızlık ortamında bir soluk alma alanı oldu kongre, doğrusunu isterseniz. Ben kendi hesabıma çok da mutlu oldum tartışmaları dinlemekten, izlemekten. İlham verici çok konuşma, çok tartışma da vardı hem de ‘kim aday olacak ve kim seçilecek?’ tartışmasından, güncelin o şehvetinden kurtulup birazcık daha geniş perspektiften bakmak ve bunu bilgi temelli, entelektüellerin, akademik dünyanın katkısıyla da yapıyor olmak da çok değerliydi.

Ö.M.: Aynen öyle. Galiba bitiriyoruz programı, süreyi de bitirdik. Bekir Ağırdır çok teşekkür ederiz. Nice kongrelere deyip onları tartışacağız ama şimdi gündemimizde tabii ciddi bir şekilde seçim var, o olacak herhalde?

B.A.: Gelecek hafta güncele geri döneriz.

Ö.M.: Evet güncele geri döneriz. Peki çok teşekkürler, görüşmek üzere.

Ö.Ö.: Görüşmek üzere.

B.A.: İyi yayınlar efendim, hoşçakalın!