Ulus, Millet, Batı ve Biz

-
Aa
+
a
a
a

M. Kerem Doksat

Attila İlhan'ın tabiriyle, "Evrensele giden yol ulusaldan geçer"; o evrensellik ister mevhum bir komünizm olsun, ister fütürologların düşündükleri gibi çok daha güçlü bir devlet yapısıyla ama adilce yönetilen bir büyük dünya milleti. Bunu en azından bizim ve yakın nesillerin göremeyecekleri kesin. O zaman, istikbali biraz bırakıp, hâle bakalım. Dünya vatandaşı olabilmek için önce kendi millî aidiyet ve mensubiyetini tatmış, tanımış olmak gerekir. Konsantrik halkalar gibidir bu ilişki. Bebek önce annesini tanır ve sever, sonra babasını, ailesinin diğer mensuplarını, dostları, arkadaşları.... Bu silsile kavmini (çağdaş anlayışla milletini yani ulusunu) sevmekle, onu sahiplenmekle olgunlaşır.

Bundan sonra (ve bununla da paralel olarak) dünyayı, âlemi, Yüceler Yücesi'ni (özellikle Allah demedim, tarafgir olmamak için. Ama, sui generis, herkesin bir transandansı ve ona teveccühü olduğunu biliyorum, en sıkı materyalist arkadaşlarım bile böyle bir özde erimekten büyük haz duyuyor) sevmek mümkün olur. İllâki belli bir dinin tanrısına veya mistisizmin öğretisine inanmak şart değil. Kendi içimizdeki sırra yönelmek doğamızda var (Cloninger buna "self-transcendence" diyor).

Nitekim, "yok mekânlarda" yetişmiş ve millî mensubiyeti olmayan bazı süper zenginlerde paraya ve güce tapınmanın (sadece perestiş etmek değil) tek hâkim değer olduğunu müşahede etmişimdir hep. Bunlar DDD'yi (Dünya Derin Devleti) teşkil eder, harpler çıkarır, Afrika'da olduğu gibi kabile harplerine yol açıp insanları birbirlerine gırtlaklatırlar. Gerçek sevgi ve aidiyet duygusundan mahrumdurlar çünkü. Sevmeyi bilmezler.

Dadılarla, çok özel okullarda çok özel eğitimlerle yetiştirilirler. Güçlü aile bağları, belli bir vatanları yoktur, yok mekânların insanlarıdırlar. Sürekli bir "yok mekândan" diğerine göç ederler. Ve onlardan olmayan herkesi de "öteki" olarak görürler. O sebeple de, dünyayı sevk ve idare ederken hiç bir vicdani mülâhazaları yoktur. Etnik, dini, sınıfsal yaraları kaşır, besler ve insanları birbirlerine düşürürler, Japonya'ya atom bombası atabilmek için Pearl Harbour baskınına göz yumarlar, New York'ta kamikazeler patlatırlar, dünyanın en güçlü ülkesinin başına kukla bir üst debili alenen hileyle seçtirirler, sonra da Afganistan'a tanesi 1.3 milyon USD'lik füzeler attırırlar, bölüp yönetmek, iki tarafa da silah satıp iyice zenginleşmek için. Çok güçlü ama yapayalnızdırlar. Sürekli olarak şizo-paranoid bir ruh hali içerisinde yaşarlar çünkü bütün ötekileri düşmanları olarak görürler.

Bizdeki milliyetçilikle Batı'nın milliyetçiliği arasında mahiyet farkı vardır. Batı'da millet ve milliyetçilik, aristokrasiye isyan eden kentsoyluların, burjuvazinin sınıf patlamasıyla filizlenmiş bir olgu ve ideolojidir. Bu anlamda hepsi de hücrelerine kadar milliyetçidirler. Avrupa'da epey ülke dolaştım, insanlarını tetkik ettim. İngilizler diğer bütün uluslara tepeden bakacak kadar snoptur, İrlandalılar onlardan nefret eder, Portekizliler İspanyollara olan kinlerini daha hava alanından otele giderken otobüsteki rehberin ağzından anlatırlar size. Fransızlar Almanlardan zerre kadar hazzetmez. Bu örnekleri çok daha arttırmak mümkündür. Ama "nationalism" dediğiniz anda size pis pis bakarlar, "racism" (ırkçılık) gibi idrak ederler bunu çünkü ırkçılıktan çok çekmiş olup, birbirlerini bu sebeple az gırtlaklamamışlardır. Avrupalılar, hele entelektüel takımı, zaten her hücrelerine kadar ulusal âidiyet ve mensubiyetlerini içlerinde hissederler. Buda'nın "Dereyi geçtikten sonra köprüyü taşımaya gerek yoktur" meselindeki gibi... Bir yandan da, dünyanın üstün Hıristiyan beyaz adama ait olmayan öteki kısmını asırlarca sömürerek ulaştıkları refah seviyesi onlara bu lüksü tanır. Bu sebeple de, ABD'ye karşı bir güç odağı oluşturabilmek için, Avrupa Birleşik Devletleri'ne yelken açarlar.

Bir tek, tarihî ve coğrafî özelliklerinden dolayı, İngiltere soğuk bakar bu işe ve Amerika'ya meyleder. Ortak anahtar kelimeleri WASP'dır (White Anglo-Saxon Protestant, yani Beyaz Anglosakson Protestan). ABD'de ise, olmayan bir tarih üzerinde olmayan bir milleti zoraki yaratabilmek için on beş yirmi senede bir, bir felâket senaryosu yaratan ve eyleme sokan DDD tarafından âidiyet, mensubiyet duyguları pekiştirilerek ayakta tutulmaya çalışılır. Japonya ile harp, Vietnam rezaleti, Irak ve Saddam senaryosu ile körfez harbi, Usame Bin Ladin, 11 Eylül saldırıları, tekrar Irak ve halen yaşananlar...

Bizde ise milliyetçilik, henüz feodaliteyi aşamamış toplumumuza Ziya Gökalp, Atatürk ve arkadaşları tarafından ithal edilmiştir. Şu dünya konjonktüründe, milli devlet olmadan varolmanın mümkün olmadığının derinden idraki içerisinde, bir seri inkılaplarla milletleşme, millileşme süreci başlatılmıştır. Batı mukallidi yarı aydınlarımızın monşerlikleri ve manda olma teklifleri vs. kale alınmamış, 10 yılda 15 milyon her yaştan genci yaratma sevdasına gönül verilmiştir. Maalesef, Osmanlı'dan ulusal devlete ve kültüre istihâlenin bazı faturaları da olmuştur; bilhassa harf inkılabı ümmetlikten milletliğe terfi etmeyi kolaylaştırmış ama kültür intikalinin ortasına da bir Hz. Ali kılıcı gibi inmiştir. Bu dönemde, arayış içerisinde pek çok Türk entelektüeli, hele o zamanlar pek moda olan Marksizm'e teveccüh etmiş ve eylemler başlamıştır. Bir yandan da, inkılapları asla sindiremeyen dinci takım faaliyetlerini sürdürürken, köyünden, kasabasından Ankara'ya, İstanbul'a vs. gelen namazında niyazında ama sofu olmayan, kavmine-milletine bağlı ama muhtelif etnik kökenlerden gelen saf Anadolu çocukları bunlara karşı insiyaki olarak saf oluşturmuşlardır.

O dönemin Marksist olmayan, Batı'yı da tanıyan ve milli şuura sahip bir avuç Türk aydını bu harekete sahip çıkmış (aralarında rahmetli babam Prof. Dr. Recep Doksat da vardı) fakat tepeden inme (bu tepenin de neresi olduğu muğlaktır) lider Alparslan Türkeş'in başbuğluk, tek adamlık hülyaları sebebiyle küstürülmüş veya saf dışı bırakılmışlardır. Sonuç hepinizin malumudur: Dünyadan bihaber, beyaz çorap giyip hilal bıyık bırakarak kimlik oluşturmaya çalışan, ter kokmayı ve kabadayılığı erkeklik addeden, ne kasabalı ne de kentli olabilmiş kişiler ülkücü olmuş, Dokuz Işık Doktrini palavralarıyla, Türk-İslam Sentezi ucubeleriyle beyinleri oyalanmış ve kısırlaştırılmış bir grup haline gelmişlerdir. Hâlâ da bu yapıyı korumaktadırlar. Aralarına girip çağdaş ulusçuluk ruhunu yaşamak ve yaşatmak isteyenlere de asla yüz vermemişlerdir (bunun pek çok örneğini bizzat biliyorum, mesela güncel bir örnek Prof. Ahmet Vefik Alp).

Batı'nın milliyetçiliği kentsoyludur, burjuva kökenlidir; bizimkisi ise köy-kasaba kökenlilerin elinde kalmış nâkıs bir harekettir; aynı şey çoğu "solcu devrimci" için de geçerlidir. O sebeple de ufukları (vizyonları) dardır; tartışmaya açık değildirler çünkü müthiş sekterdirler, çünkü altyapıları yoktur! Bundan dolayı da kolayca agresifleşirler.Peki, ne yapalım? Yok olup silinelim gidelim mi? DDD'nin de kaşıdığı etnik parçalanmaya çanak tutup, 50 sene sonrasının ders kitaplarında "bir zamanlar bunlar vardı" denen kayıp kavimler içerisine mi girelim?

Böylesine bir ihanete hakkımız var mı?

Yok!  Bize ağabey gözüyle bakan, bütün istiskal "gayretlerimize" rağmen (öz be öz Türk olan adamlara "Türkümtrak" gibi "Türkî " diyerek, lisanlarıyla dalga geçerek) bizi ağabey olarak görüp peşimizden gelmeye çalışan Türkiye haricindeki Türkler'e, dünyanın dört bir yanına dağılmış olan ama kimliklerini hâlâ koruyan soydaşlarımıza, kendi vatanımızda hem vatanına milletine bağlı hem de uluslararası arenada var olacak formasyonda yetişen yeni nesillere borcumuz var!

Çare ne: Irkçı ve etno-sentrik olmayan, dinsel kimliğin en az (hiç değil) öneme haiz olduğu çağdaş bir kültür milliyetçiliğine (isteyen ulusçuluk desin) mecburuz, hâttâ mahkumuz. Sağcımızla solcumuzla, gelin canlar bir olalım, şu fakir ve cahil halkı muasır medeniyet seviyesinin üzerine taşıyalım.

Vatanını, milletini sevmek, o sayede bütün insanları hatta kâinatı sevebilmek hiç bir kurdun kuşun tekelinde değildir.

Sevgiyle, saygıyla...