'Tiyatro elbette ki ölmedi'

-
Aa
+
a
a
a

Şerif Erol:Bu akşam Özen Yula ile beraberiz. Hoş geldin!

Özen Yula: Hoş bulduk.

ŞE: Özen Yula, ‘Gayri Resmi Hürrem’ oyunu ile Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Hatta oyunun tam ismini de verelim: ‘Gayri Resmi Tarihe Göre Hürrem Sultan’dan Adap Erkan Dersleri’. Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nün seçici kurulunda Füsun Akatlı, Güngör Dilmen, Seçkin Selvi, Dikmen Uçarer ve Engin Uludağ vardı; gerekçe ise “Hürrem’i resmi tarihlerde tanıtıldığı kişiliğinin dışında insan yanı ile işleyen, bir büyük imparatorluğu yönlendiren katı zırhın arkasındaki yer yer sevecen, yer yer öksüz insanı, geleneksel Türk tiyatrosu motifinden de yararlanarak, çok başarılı bir dramatik kurgu içinde yansıttığı için ödüle değer bulundu.” Tebrikler.

ÖY: Teşekkürler.

ŞE: Özen Yula’nın ‘Toplu Oyunları’ da Mitos Boyut Yayınları’ndan çıkıyor, üçüncü kitap içinde bu andığımız oyun var, ‘Sahibinden Kiralık’ ve ‘Yakındoğu’da Emanet’ isimli iki ayrı oyunla beraber. Şunu sormak geldi aklımıza, hep yerli oyun diye şikayet edilir, yok mu sahiden?

ÖY: Yerli oyun bence var, yok değil, fakat yerli oyunların nasıl değerlendirildiğine bağlı, yani sadece yerli oyunun olması yetmiyor, yerli yönetmenlerin yetişmesi gerekiyor. Birçok iyi yönetmenimiz var ama, bunun üstüne yeni nesilden iyi yönetmenlerin yetişmesi, yetiştirilmesi gerekiyor. Keza oyuncular için de... Birçok iyi oyuncumuz var, yeni nesil iyi oyuncular, iyi dramaturglar yetiştirildiği takdirde daha iyi oyunların yazılabileceğini düşünüyorum. Oyunlar var, yeni oyun yazarı arkadaşlar var, onların bazı oyunları benim çok hoşuma gidiyor okuduğum zaman, çok güzel zeka pırıltıları, kıvılcımlar, hoş kurgular, anlatı teknik tarzları görüyorum. Ama oyun yazarlarının, tiyatrocular tarafından çok da fazla değerlendirilebildiğini söyleyemeyeceğim.

ŞE: Belki arkasından şunu da konuşmak lazım: Bütün bunlar bir şekilde “tiyatro öldü, ölmedi” tartışmaları ile de alakalı olabilir mi? Çünkü böyle bir tartışma gündemi uzun bir süre meşgul etti. Sen oyun yazmayı sürdürüyorsun, dolayısı ile tiyatronun ölmediğini düşündüğünü düşünebiliriz diye düşünüyorum, ne dersin? Ya da nasıl bir tiyatro?

ÖY: Tiyatronun elbette ki ölmediğini düşünüyorum, ama gerek Türk gerekse de dünya tiyatrosunda belli bir tarzda ve kalıpta anlayışın artık fazlaca da yerinin olmadığını düşünüyorum. Çok klasik kalıplar içerisine sıkıştırılmış, çok ağdalı, melodramatik yapının çok da fazla yerinin olmadığını düşünüyorum. Ama onu da seven insanlar var, yani herşeyin bir alıcısı vardır ya da bir izleyici kitlesi, bir okur kesimi var. Dolayısı ile tamamıyla sıfırlanmaması ama tiyatroda en azından yeni denemelere daha açık olunması gerektiğini düşünüyorum. Bu konu ile bir takım referanslarımız var biliyorsunuz, belli yazılar yazıldı, bu epey tartışıldı; o konu ile ilgi yazanları çok haksız bulduğumu söyleyemeyeceğim fakat çok dangalakça bir üslûp diye düşünüyorum. Onun dışında yazının gerçekleri söylediğini de hiçbirimiz inkâr edemeyiz. Tiyatronun öldüğünü kabul etmiyorum.

Tüketilenleri tekrarlamaya çabalıyoruz

ŞE: Tiyatro belki başka bir sanat dalının, onun yerini dolduramayacağı alanı bulmak, aramak zorunda herhalde?

ÖY: Tabii, bence de dediğin gibi “denemelere açık olması gerek” demekle aslında ben bunu demeye çalışıyordum, çünkü tiyatronun karşısında sinema gibi sürekli harekete, görselliğe, değişkenliğe ve devinime dayalı bir sanat dalı var. O, kimi zaman teatralleşip daha ağır, daha intim, sakin, sessiz yapılar kuruyor kendi içinde, tiyatroya yakın yapılar kuruyor, ama tiyatronun da sinema ile, en azından çağımızın bir anlamda hem çok işlevsel bir yapısı hem vebası olan televizyonla başa çıkması gerekiyor. Bununla başa çıkabilmek için de kaçınılmaz olarak yeni teknikleri denemesi, yeni oyun üslupları geliştirmesi, yeni konulara ağırlık vermesi ve gençleri tiyatroya çekmesi gerekiyor. Çünkü yetişmiş orta yaşlı ya da orta yaşın üstünde bir seyirci kitlesi var ve tiyatrocular bundan benim gördüğüm kadarı ile halen memnunlar. Gençler, üniversiteliler ise çok boş yetişiyorlar, konuya alakasız yetişiyorlar. En azından onların daha çok dikkatini çekecek çeşitli konular işlenerek, internet üzerindeki bir takım teknikler tiyatroda değerlendirilerek belirli şeyler yapılabilir diye düşünüyorum, yapmaya da çalışacağım.

ŞE: Tiyatroya gitmek için önce sokağa çıkmak lazım, özellikle gençlerin daha çok sokakta olduğunu –her anlamı ile söylüyorum- düşününce orada tiyatroyu da bulabilmek lazım belki. Oyunlarında “bu parantez içlerini, sahne direktiflerini azaltmaya çalışıyorum” diyorsun, çünkü oyunlarda cesur davranılmasını istiyorsun oyunculardan, rejisörlerden; bunun hakkında düşünürken fark ettim sen oyunlarında dile çok önem veriyorsun. Türkçe’yi çok güzel kullanıyorsun ve onun güzel söylenmesini de istiyor gibisin. Dilin bir oyunda önemli yer tutması dezavantaj olabilir mi bazen?

ÖY: Aslında haklısın fakat bir takım teknikler zaten denendi ve yapıldı, Peter Handke’den sonra Avusturya tiyatrosundan başlayıp Alman tiyatrosunda ‘dil oyunları, söz oyunları’ dedikleri oyunlarla bunlar zaten yapıldı ve tüketildi; Türkiye’de daha sınırlı sayıda yapıldı bu. Bana komik geliyor ama halen 70’lerin ‘concrete poetry’ dedikleri ve Amerikalıların zamanında yapıp bitirdikleri, çoktan tükettikleri şeyi hala bizim bazı şairlerimiz ya da şiirle uğraşanlar yeni bir şeymiş gibi yapma çabasına giriyor. Aynı yapı bunun için de söz konusu, yani olmuş bitmiş bir takım bir takım şeyleri sanki yeni imiş gibi ısıtıp sunma çabasına giriyorlar tiyatroda da. Dil bir yere kadar önemli, dilin önemini göz ardı edemeyiz –ben de bunu yapmaya çalışıyorum zaten- ama aksiyon tiyatroda çok önemli, dramatik örgü, kurgu, şaşırtma, sürpriz farklı tekniklerin kullanılması çok önemli ve bunlar kullanıldığı sürece de seyirci yerinde oturup o oyunu seyreder diye düşünüyorum.

ŞE: "Gayri Resmi Hürrem” ya da “Gayri Resmi Tarihe Göre Hürrem Sultan’dan Adap Erkan Dersleri”nde tarihsel bir karakter resmen bildiğimizin dışındaki hali ile görünüyor bize, gayri resmi tarihi, hem gerçek hem de kurmaca tarihi ortaya çıkarmak çabası son derece önemli çünkü resmi tarihten başka bir şey bildiğimiz yok. Bu çaba da var değil mi?

Oyun içinde oyun

   ÖY: Bence de bu çok önemli, çünkü herşeye hep resmi tarih gözünden bakılıyor, bu gözden değerlendiriliyor, biraz da gayri resmi tarihin anlatılması gerekiyor ama bu son zamanlarda ivme de kazanmış bir düşünme biçimi; farklı kişilerin tanıklıkları ile yüzyılın hikayeleri anlatılıyor, mübadele dönemi farklı kişiliklerin tanıklıkları ile anlatılıyor, bir çok şey, kadınların hikâyeleri de keza öyle. Oyunda da söz konusu olan, yıllarca önce genç yaşta, hatta çocuk denecek bir yaşta ülkesinden kaçırılıp başka bir topraklara getirilmiş bir kadının hikâyesi. Osmanlı İmparatorluğu’nda hem kadın olarak ‘öteki’ olma durumu hem gayrimüslim olarak oraya gelmiş bir ‘öteki’ olma durumu hem de bir keşişin kızı. Bu ‘öteki olma’ durumundan çıkarak Hürrem’i anlatmaya çalıştım, o açıdan bir gayri resmi tarih denemesi oldu. Eğlenceli de bir şey olduğuna inanıyorum, çünkü oyun içinde oyun tekniğinin
kullanıldığı iyi bir uygulama oldu diye düşünüyorum kendi yazarlığım açımdan. ŞE: Geleneksel Türk tiyatrosu tekniklerinden de tabii ki yararlandın, Türkçe’nin dışında çok zengin bir sahne dili de var tartışmasız.

ÖY: Teşekkür ederim.

ŞE: Oyunun içindeki oyun da önemli ama, sonunu söylememek endişesi içindeyim...

ÖY: Söyleyelim, hiç fark etmez.

ŞE: Hürrem Sultan’ın bu hikâyesini okuyoruz tabii ama meğerse bunun gene saray içinde oynanan bir oyun olduğunu da öğreniyoruz.

ÖY: Hürrem Sultan ile hafızasını kaybetmiş Hürrem adlı bir cariyenin oyunu, Topkapı Sarayının gizli bir odasında geçer, en sonunda Hürrem 54 yaşında kıyafetlerini cariyeye giydiriyor, onu öldürüyor ve özgür kalabilmek için kaçıyor. Daha sonra bitiriyorlar, alkış duyulmaya başlıyor, aslında gerçek tarihte Hürrem Sultan’dan 40-50 sene sonrası bir zaman diliminde sarayda Handan Sultan, Ahmet dönemi. Ahmet vezir, Handan Sultan Safiye Sultan’ın gelini, Handan Sultan yanında diğer cariyelerle içeri girip iki cariyeye para veriyor “Aferim çok iyi oynadınız, fakat kayınvalidem bunu duymasın, duyarsa kelleniz gider” diyor. Ondan sonra bunları bırakıp gidiyor. Kalan ve hafızasını kaybetmiş cariyeyi oynayan genç kız bir anda “İkbal yıldızı ne kadar güzel, ne kadar önemli değil mi, vs.” diye dalıyor, o sırada öbürü de diyor ki “Kız kalk gidelim, elbiselerimizi giyelim, gene beni söyletme Mahpeyker, kime diyorum Kösem! Hadi kızım!” diyor. O zaman anlıyoruz ki o da Kösem Sultan, saraya geliyor ve ilk o oyunda oynayıp ondan sonra Kösem Sultanlığını göstermeye başlıyor.

ŞE: Bir de bu konuşmalar içerisinde bir hikâye anlatmanın, hikâye etmenin hem hayat için çok gerekli olduğunu hem de aşağı yukarı o konuşmalar sırasında çok öldürücü olabileceğini söylüyorsun. Bunu onlar söylüyorlar ama sen söylüyorsun.

ÖY: Evet, bir yandan hikâye hem can kurtarır hem cam kırar, çok can yakar, hepsini birden yapar.

ŞE: Neden öyle?

ÖY: Çünkü çok eski, hepimizin bildiği şey dil hem dünyanın en tatlı şeyi, hem en acı şeyi. Yazdığınız zaman bir hikâye ile hayat kuruyorsunuz, dışarıya bakıp baktığımız zaman da her yer hikâye dolu, herşey hikâyeye dönüşmeye son derece elverişli. Şimdi burada bulunan hepimizin hayatı, şu anki durum bile hikâyeye dönüşmeye elverişli, bunu çok tatlı anlatmak da mümkün, birçok insanın canını yakacak, kanırtacak biçimde anlatmak da mümkün.

Cesursanız devrinizi başkalarından farklı anlatırsınız...

ŞE: Bir iktidarla ilişkimizi anlatırken de hikâye ediyoruz ama onu öyle bir hikâye etmek var ki, o iktidar çok fena yapabilir, bu da var.

ÖY: Elbette.

ŞE: O iktidarı tarihselleştirmek de mümkün olabilir. Yani o kalemi nasıl kullandığına bağlı. Bir de bu üç oyundaki ‘Sahibinden Kiralık’, ‘Yakındoğu’da Emanet’ ve ‘Gayri Resmi Hürrem’de ortak tema gitmekle ilgili.

ÖY: Evet ama çok birbirinden farklı konular, mesela ‘Sahibinden Kiralık’ bir parkta yaşanan jigololuk hikâyesini anlatıyor, vücudunu kiralayan genç adamların hikâyesi o. ‘Yakındoğu’da Emanet’ ise, Yakındoğu’da büyük bir savaştan sonra –güya- sağ kalan bir adamın anlattığı ve kendine emanet bırakılmış bir şeyi seyircilere emanet olarak teslim etmesinin hikâyesi. Üçünde de sonuçta insanlar bırakıp gitmek istiyorlar, hayatta hepimizin zaman zaman yaptığı gibi. Hepimiz nasıl bırakıp bir an için mümkün olsa, tutsak deniz kıyısında bir kasabaya gitsek ya da yakında bir şehre gitsek, ailemizin yanına gitsek ya da yurt dışına kaçabilsek, hepimiz bunu konuşuyoruz zaman zaman; onun için üç oyunun da konusu gitmek üzerine.

ŞE: Tabii eserlerine de baktığımız zaman yalnızlıkla, çağımızda insanın bu insanlaşma çabasındaki sıkıntılarla, çaresizliklerle, bu yeni modern sonrası durumdaki insanın halleri ile, hallerimiz ile çok meşgulsün. Tabii bir kütüphane oluşuyor, böyle biraz geriye çekilip baktığında neyi yazdığını söylersin? Neyi yazıyorsun?

ÖY: Zamanı yazıyorum, onun çok önemli olduğuna inanıyorum. Hikâye olsun, roman olsun, anlatı olsun, deneme ya da oyun olsun, hepsinde zamanı yazmaya çalışıyorum. Zamanın farklı görünümlerini, farklı bakışlarını, zaman kırılmalarını, farklı zaman kurgularını iyice kurup

  163KB

zamanı anlatmaya çalışıyorum. Çünkü zamanı anlatan bir insan ancak devrini anlatabilir diye düşünüyorum. O zamanı anlatmak mümkün olduğu taktirde ona kalkışacak kadar -bazen cahil cesareti gerekiyor bu işte- cesursanız sonuçta devrinizi diğerlerinden, başkalarının anlattığından daha farklı anlatırsınız. Bütün çabam da bunun için. Zaten ben bunu belli bir yaşa kadar yapacağımı düşünüyorum, ondan sonra da yapacağımı düşünmüyorum.

ŞE: Öyle mi?

ÖY: Evet.

ŞE: O yaş belli mi?

ÖY: Kafamda var...

ŞE: Peki. -Bu yeni haber- bir de oyun çalıştığını da öğrendim, onunla ilgili biraz bilgi verir misin bize?

Projeler

ÖY: Bu son kitaptaki ‘Yakındoğu’daki Emanet’ adlı oyunu çalışıyorum, ilk defa kendi oyunumu yönetmeyi deniyorum, daha önce bir arkadaşla ortak yazdığımız bir oyunu denemiştik, yapmıştık ve o dönem için de başarılı olmuştu; 84-85 yıllarının Ankara’sını anlatıyordu oyun. Daha sonra çok da yönetmenlik üzerinde durmadım, arada iki tane üniversitede tiyatro bölümünde master ve doktora yaparken iki oyun denemem oldu; bir Albee’nin ‘Hayvanat Bahçesi’ni yönettim, bir de Scarmeta’nın ‘Ateşli Sabır’ını yönettim. En sonunda 2-3 sene önce Ankara’da gene bir deneme olarak Çetin Tekindor ve Tülay Güner ‘Abelard ve   
Heloise’yi fakat ben İstanbul’a gelince bıraktım o işi. Şimdi de yurtdışı ortak yapım olarak gerçekleşecek bu oyun, Japon-Türk ortak yapımı olarak gözüküyor şu anda, 17 Nisan’da Japonya’ya gidilecek, Mayıs başında da oyun orada sunulacak ve oradaki Suzuki Enstitüsü co-prodüktörlerinden birisi, burada, İstanbul Kültür Sanat Vakfı Tiyatro Bienal’i prodüktörlerinden biri, dolayısı ile önce Japonya’da oynanacak, daha sonra Avrupa’da belirli yerleri düşünüyoruz. 2004 yılında da İstanbul’da oynanacak. Serra Yılmaz, Yetkin Dikinciler, Devrim Naz ve Erdal Uğurlu oyuncu olarak yer alacaklar. Müziği Alper Maral yapacak, dekor ve kostümü de Ümit Ünal yapacak. Ümit Ünal’ın kavramsal moda çalışmaları var biliyorsunuz, o yapacak. İyi bir çalışma olacağını ümit ediyorum.

ŞE: Biz ancak 2004’de seyredebileceğiz öyle mi?

ÖY: Evet, 2004’e kadar biz biraz gezelim diyoruz...

ŞE: Sahiden bu bırakma işini programlayabildin mi?

ÖY: Programlamaya çalışıyorum, şu da var tabii, bir tek yazarlıkla geçinmiyorum, kimse de öyle geçinmiyor zaten; Türkiye’de 10-15 kişi dışında tek başına yazarlıkla geçinilmiyor. Onu yapabilmek çok büyük bir başarı, hakikaten yapanlara bravo. Beri yandan şöyle bir durum da var: Farklı farklı alanlarda, özellikle reklam sektöründe çalışıyorum ama bir süredir çalışmıyorum artık, sadece yazarlıkla geçinmeye başladım. Bu nereye kadar gider bilmiyorum ama bu programla çalışabilirsem tamamlamayı düşündüğüm şeyleri tamamlayıp bırakabileceğim diye düşünüyorum.

ŞE: Harika. Yakın bir tarihte de ‘Arızalı Kalpler’ adlı kitabındaki ‘Mazi Taşıyan Trenler’ öykünle Haldun Taner öykü ödülünü almıştın değil mi? Çok teşekkür ederiz katıldığın için.

ÖY: Ben teşekkür ederim.

(5 Şubat 2003’te Açık Radyo’da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)