Siz hep direnin e mi!

-
Aa
+
a
a
a

Bu sene öğrencim olan gençlerle aramda yirmi yaş olduğunu öğrendiğimde yüzüm epey tuhaf bir hal almış olmalı ki, bir tanesi hemen atladı: ‘‘Hocam, aslında bu çok da büyük bir fark değil, siz 90 yaşında olunca, ben de 70 yaşında olacağım. Beraber yaşlı olacağız yani.’’   Bu güzel öğrencimin söylediğinin aksine, aramızdaki fark benim için çok derindi. Kafalarımız başka çalışıyordu. Kabul . Ama sanki kalplerimiz de başka yerdeydi. En azından ben öyle sanıyordum, 27 Mayıs 2013 gecesine kadar.

On yıldır ülkenin çeşitli üniversitelerinin İngilizce Hazırlık okullarında ders veriyorum.  Bu on yılın son altı senesi kendi mezun olduğum okulda, bir zamanlar  bizzat öğrenci sıfatıyla oturduğum sınıflarda geçti.  Başlarda pek mutlu, pek coşkuluydum.  Öğrencilerimle paylaşmak istediğim metinlere sınırlama getiren kimse yoktu ve ben öğrencilerimle her gün özgür düşünceye başka bir ilmek atabilecek, onların dünyayı, yaşamı anlamalarında aracı olacak başka bir dil daha öğrenmelerine yardımcı olabilecektim.  Öğretecek ve öğretirken bolca da öğrenecektim. Başlarda her şey tam da hayal ettiğim gibiydi. Chomsky’ler, Zinn’ler, Roy’lar, Ali’ler  okuyorduk derslerde. Tartışıyor,  çatışıyor, uzlaşıyor, karşılıklı öğrenip öğretiyorduk.  Hiçbir şey olmasa farkındalığın öneminin altını çizip duruyorduk hep beraber.  Ama son iki sene için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. 2011 senesinden itibaren yine  aynı oranda parlak, zeki öğrencilerim oldu elbette lakin bu öğrenciler hiç mi hiç konuşmuyorlardı.  Hep suskunlardı. Önceleri  bunun dersleri yaptığımız dilin yabancı bir dil olmasından kaynaklandığını düşündüm. Eğtitim sisteminde yapılan once değişiklik neticesinde liseden mezun olanlar artık çalışıtığım üniversitenin eğitim dili olan İngilizce’de kendilerini yeteri kadar iyi ifade edemiyorlardı. Derslerin son 10 dakikasını Türkçe yapmaya, okuduklarımızı bir de Türkçe değerlendirmelerini  sağlamayı denedim. Olmadı. Yine hiç ses çıkmadı.  Kendimce tuhaf deneyler bile yaptım. Misal durup dururken sınıfta bazı yasaklar uygulamaya başladım. Yasakların hepsine harfiyen uydular. Manasız yere sesimi yükselttim.  Suratlarını döküp yine sadece sustular. Aylarca onları konuşturmak için uğraştım, provoke ettim, akla gelebilecek her yolu denedim. Olmadı. Konuşmadılar. Güz döneminin en son dersinde, ‘‘ Ben bu kürsünün ardında duran bir otorite figürüyüm, elimde güç, arkasında durduğum beni sizden ayıran bir kürsü var ve kaç gündür saçma sapan kurallarımla sizi bezdiriyorum. Neden biriniz bile bana karşı gelmiyor, ‘neden’ sorusunu sormuyorsunuz?’’ derken buldum kendimi. O gün zor bir gündü benim için.  Artık bir karar vermem gerekiyormuş gibi hissettim. Belki de artık ben yine meslek değiştirmeliydim. Bu suskunluğun sonunda yaşama olan inancımı silip süpürmesinden korkuyordum. Bahar dönemi başlarken endişeliydim. Bu sefer yaşadığım moral bozukluğu neticesinde işimi layığıyla yapamama endişesi taşıyordum.  Beş karış suratla gencecik insanların karşısına çıkmak, yılgınlığımı onlara bulaştırmak istemiyordum.  O nedenle daha düşük bir kurda, sadece dilin mekaniğini öğretmekle yükümlü olacağım bir kurda ders vermeyi seçtim.  Geçmiş zaman, fiil çekimleri, isim tamlaması derken geçti koca bir dönem. Arada yine öğrencileri düşünmeye sevkedecek metinler okuttum tek tük,  elimden geldiğince gündeme hakim olmaya teşvik ettim onları.  Suskunluklarını dert etmemeye çalıştım, yazdıklarında  doğru bağlaçları kullanıyor olmalarıyla yetindim. Yapmak istediğim sadece bu değildi elbette, öğretim görevlisi olarak bir üniversitede çalışmaktan anladığım da. Dediğim gibi yetindim işte, ben de sustum. Akademik yılı kazasız belasız atlattım. Mayıs’ın son haftası okul kapanır kapanmaz kendimi uzaklara atacak,  kendi kendime hayata ve insana olan inancımı canlı tutmak için çabalayacaktım. Okul tatil oldu ama hiçbir şey planladığım  gibi olmadı. İyi ki de olmadı. Ben bir anda kendimi hayalini kurduğum ıssız kıyılar yerine önce Gezi Parkı’nda sonra sokakta buldum.  Sokakta neler neler buldum. Umudu buldum, gücü buldum, dayanışmayı buldum, şiiri buldum, mizahı buldum. Sınıflarda susan öğrencilerimi sokaklarda özgürlük diye haykırırken buldum.  Şaşırdım. Afalladım. Ezberim bozuldu. Bana oh oldu! Düştüğüm yerden elini uzatan öğrencilerim sayesinde kalktım, sayelerinde devşirdim aklımı başıma, hayata yeninden inandım.

 Sokaklarda herkes gibi boğazım düğümlendi bolca, hüngür hüngür ağladım, güldüm katıla katıla. Sokakta  uzun zamandır hayatımda olmayan anlamı buldum.  Bir de geçen Pazartesi günü Galata’dan Karaköy’e yürürken  yüzlerce duvar yazısı arasında  keçeli kalemle yazılmış şu duvar yazısını buldum: ‘‘Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu…’’

Suskunluğunu anlayamadığım, canını sıktığım, kendisini bir an olsa da kötü hissetmesine sebep olduğum tüm öğrencilerimden özür dilemek  boynumun borcu. Hepsinden teker teker özür dilerim ve binlerce kez teşekkür ederim. Yolun yarısından sonra hiç olmadığım kadar umutluyum sayenizde. Siz çok yaşayın, hep direnin e mi!